Nevzat Onaran: Osmanlı'nın çok milletli yapısını ayakta tutacak bir sistem geliştirilemedi

Nevzat Onaran'ın 'Ermeniler, Rumlar ve Kürtler, Türk Nüfus Mühendisliği' kitabı Kor Kitap’tan çıktı. Onaran, "Türk Nüfus Mühendisliğini, kısaca ötekinin tasfiyesi, asimilasyonu ve tarihi-coğrafi varlığı Türkleştirmek olarak tanımlıyorum" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Kemal Tahir bütün devletçi yaklaşımına rağmen Türk burjuvazisinin doğumunu mülkiyetin değişiminde görür. Mülkiyet ise Ermeni ve Rumların mallarına el koyarak elde edilmiştir. Türk ve Müslüman olmayan nüfus gönderilmiş onlardan kalan mülkiyet ise zorla el değiştirmiştir. 1915 Ermeni kırımı ve Rumların gönderildiği mübadele üzerine bir çok çalışma olsa da mülkiyetin nasıl el değiştirdiği ve bu nüfus mühendisliğinin sistematikliği üzerine yapılan çok fazla çalışma yok.

Nevzat Onaran 'Emval-i Metruke' adını verdiği 1915 sonrası Osmanlı topraklarından başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere sürülen halklardan kalan mal ve mülklerinin izini sürdüğü ilk araştırmasından sonra bu halkların nasıl, nerelerden sürüldüğünü incelediği 'Ermeniler, Rumlar ve Kürtler, Türk Nüfus Mühendisliği' kitabı Kor Kitap’tan çıktı. Onaran’la, Osmanlı’dan bugüne bu nüfus mühendisliğinin nasıl hangi amaçlarla yapıldığını konuştuk.

Nevzat Onaran

Nüfus mühendisliği modern döneme ilişkin bir kavram gibi algılanır. Kitabında Osmanlı’da da bir tür nüfus mühendisliğinin yapıldığını söylüyorsun. Örnek olarak Trabzon’u veriyorsun, peki, nüfusun yapısı Müslümanlar lehine nasıl değişti?

Türk Nüfus Mühendisliğini, kısaca ötekinin tasfiyesi, asimilasyonu ve tarihi-coğrafi varlığı Türkleştirmek olarak tanımlıyorum. Bu anlamda tarihi geçmişi olan icraattır. Heath W. Lowry, doktora tezi için Trabzon’un 1461 sonrası bir asırlık döneme ait tahrir defterlerini analiz etti. Tahrir defterleri hane, erkek nüfusu gibi bilgileri içerir.

Defterlerden ahalinin dinini ve milletini öğrenmek mümkündür. 1461'deki tahrir defterine göre şehir merkezindeki İslâm nüfus çok düşük düzeydedir. Bir asır sonrasında İslâm nüfus payı yarıdan fazlaya çıktı, Hıristiyan nüfus payını geçti ve Trabzon şehir merkezi İslâmlaştı. Bu sonuca, devletin İslâm dininden olanın daha az vergi vermesi gibi teşvik edici politikalarıyla ulaşıldı.

Bu tür politikalarla bir noktaya kadar gelindi, fakat Osmanlı’nın parçalanma döneminde ve 19'uncu yüzyılda dindaşlığın yanı sıra milleten bizden olsun millettaş politikasının da tercih edildiğini anlıyoruz. En şiddetli icraatı 1890'lardan itibaren Ermeni milleti özelinde yaşanmıştır. 1915'lerde Ermeniler tehcir edildi dense de aslında yapılan Ermenileri yurdunda yaşayamaz hale getirmektir, soykırımdır. Sürgünde geride bıraktırılan kadın ve çocuklar da İslâm köy ve hanelerine dağıtılmıştır. İnsanların din değiştirmesi bile canını kurtarmaya yetmemiştir; tercih Türkün varlığıdır.

1914-40 arasını inceliyorsun ama değindiğin gibi, 1914 öncesinde Abdülhamit döneminde Hıristiyanların yerlerinden edilip Türklerin hâkim olması yönünde uygulamalar da vardı.

Yine Trabzon örneğinden yola çıkarsak, Trabzon şehir nüfusu İslamlaşıyor ama Pontoslu dediğimiz Karadeniz Rumları 1920’lere kadar vardır, 1922’den sonra yoktur; neden? Karikatürize edersem, Osmanlı'nın son döneminde dindaşlığın yanı sıra millettaşlık Türklük de öne çıkmış, değilsen artık yoksun!

Osmanlı’nın çok milletli yapısında, Sünni İslâm ve Türk’e Milleti Hâkime denir; hem millettaşlık hem de dindaşlık egemenliği vardır. Osmanlı'nın son döneminde millettaşlık politikasıyla, çoklu millet yapısının tasfiyesi hedeflenmiştir. Çünkü Osmanlı’da çözülme başlamış ve Avrupa’da toprak kaybı yaşanmış ve en son Makedonya da, Balkan Savaşıyla kaybedilmiştir. Sırplar, Yunanlılar, Romenler, Karadağlılar ve Bulgarlar kendi devletlerini kurmuştur.

Fransız Devrimi sonrasındaki milletlerin bayrağının yükseldiği dönemde Osmanlı'nın çok milletli yapısını ayakta tutacak bir sistem geliştirilemedi, imha ve tasfiye politikalarının icrası yoğunlaştırıldı. Bu anlamda Türkçülük politikasının geçmişi, 1910’lar öncesinde 1890’lara kadar uzanır.

Ermeniler, Rumlar ve Kürtler: Türk Nüfus Mühendisliği, Nevzat Onaran, 747 syf, Kor Kitap, 2017.

Peki, 1914 öncesinde Hıristiyan nüfus ile Müslüman nüfusun oranları nasıldı?

Osmanlı’nın resmi nüfus sayımı denilecek çalışmayı, Kemal Karpat çevirdi. 1914’te yapılan sayıma göre, Osmanlı’nın nüfusu 18 milyonu geçiyor. Bundan yaptığım hesaplamaya göre, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki nüfus Birinci Dünya Savaşı öncesinde 15 milyon civarındadır. Bunun yaklaşık yüzde 20’si Hıristiyan nüfus olup, çok azı Musevi’dir. 1913-14’lerde Rumların kovalanması, 1915’de Ermeni soykırımı, 1920-22 Rum kaçırtması ve 1923’deki mübadeleden, bugünlere 2017’ye gelindiğinde toplam nüfusta Hıristiyan payı tahminen binde 1’dir. Asırlık geçmiş tasfiye politikasının ne denli ırkçı uygulandığının da pratiğidir.

1914’te ortalama yüzde 20 olsa da, herhalde bazı merkezlerde Hıristiyan nüfus daha yoğundu. Bu merkezler nerelerdi?

Rumlar orta Anadolu’da, Karadeniz’de, Marmara’da ve Ege’de yoğundu. Ermeni nüfus da Van, Erzurum, Bitlis, Sivas, Muş, Diyarbakır’da belli ilçelerinde ve bölgelerinde yoğunlukta vardı. 1914’ler için söylediğimiz bu durum, bir-iki asır öncesine gitsek, çok daha fazla olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Ermeniler, saydığım bu vilâyetler dışında Kütahya, Bursa, Ankara gibi Anadolu’nun pek çok kentinde vardır. Nüfus yoğunluğunun tasfiyesi iskân ve sürgün politikasıyla sağlanmıştır.

Osmanlı’nın iskân politikası bilinen ‘parçala-böl ve yönete’ göre şekillenmiştir. Bu parçalı hali ben kendi memleketimde görebiliyorum, herkes de görebilir. Malatyalıyım, bizim köyde ve çevresinde Türkmen Alevi-Kızılbaşlar yaşıyor, bir tarafında Kürt Sünnî köyler, merkeze doğru Türkmen Sünnî köyler ve ötesinde Kürt Alevi-Kızılbaş köyler vardır. Böylesine bir yaşam ancak planlı bir iskân-sürgün faaliyetle mümkün olmuştur. 1915 ve öncesinde Malatya’da, birçok yerde ve köyümde Ermeniler vardı, ama 1920’ye varmadan yok edildiler!

1910’larda Balkan Harbi sonrasında İttihatçı hükümet, 1890’larda temellendirilen Türkçü-Sünnî İslâm politikasını daha programlaştırır düzeye gelmiştir. Bunun ilk icraatı Rumlara yöneliktir, 1914 başında Ege ve Marmara’daki Rumlar Yunanistan’a kaçırtılmıştır. İcracılarından biri de Celâl Bayar’dır. Rum mebuslar, 1914’te Osmanlı Meclisi’nde konuyu gündeme getirip, sorarlar: Rumları, Marmara ve Ege’den neden kovuyorsunuz? Osmanlı toprağı Üsküdar’dan Basra’ya kadar uzanıyor, buralara muhacirler neden yerleştirilmiyor?” Cevaben Dahiliye Nazırı Talât, “Ben, İslam muhacirlerini çöle süremem” diyecektir.

Nüfusta tasfiye sadece dünya savaşının başlaması ve askeri ihtiyaçlar ile açıklanacak bir durum değildir. Nüfusun yoğun olduğu yerleşim yerlerinin tespit edilmesi gerekiyor. Bu hazırlık süreci ne zaman başlıyor?

Kimin nerede yaşadığını tespitine yönelik çalışma var. Bunun resmi dışa vurumu diyebileceğimiz, Osmanlı’nın nüfus sayımı 1914’te yapılıyor. Böylesi bir mühendislik çalışmanın sonucunda Rumlar 1913-1914’te Ege ve Marmara’da Yunanistan’a kovalandı ve 1915 sonrasında kıyılardan Anadolu içine sürüldü ve 1915’te Ermeniler de hiçbir yerleşim yeri bırakılmayacak tarzda toprağından kopartıldı.

Ermenilerin beyni denilecek politikacısı, yazarı, gazetecisi, doktoru, tüccarı gibi şahsiyetler öncesinden tespit ediliyor ve 24 Nisan 1915’te Dahiliye Nazırı Talât’ın telgrafıyla bir tür sürek avına başlanıyor, tutuklamanın ardından öldürülüyorlar. Böylesi bir operasyonla tasfiye edilenler ve seferberlikle askere alınanlar dışında kalan Ermeniler de Suriye çölüne sürülüyor. Bu anlamda nüfusun tespiti ve tasfiyesi bütünlüklü bir faaliyettir.

Bu kesimlerin Osmanlı ekonomisindeki ağırlıkları nüfusları ile orantılı mı?

1915 öncesinde Osmanlı sanayisi ve ekonomisi ile ilgili yapılan araştırmaların ortaya koyduğu şu ki, Türk-İslâm’ın ekonomideki payı yüzde 15’ler civarındadır. Rumların payı yüzde 50 üzerinde ve bunun yüzde 20’lerle Ermeniler izliyor, ardından Yahudiler ve yabancılar geliyor. Bu, Osmanlı sisteminin sonucudur, Hıristiyan milletlerin kabahati değildir. Buna rağmen Ermeni ve Rum milletinden tüccar ve sanayicilerin tasfiyesi hedeflendi. Türk-Sünni İslâm’a göre öteki olarak bilinenler, sadece demografik yapıdan değil, ekonomik yapıdan da tasfiye edildi. Bu, İttihat ve Terakki’den AKP’ye yapısallaştırılarak bugüne kadar sürdürülen bir devlet politikasıdır.

Türk ve Müslüman nüfus, ekonomideki hâkimiyetinin ancak diğerlerinin tasfiyesi ile mümkün olacağını mı düşünüyor? Tâbii bu durum mülkiyet ilişkilerinde Müslümanlar lehine büyük bir değişimi de beraberinde getiriyor.

Öteki olarak bilinen nüfusun demografik yapıdan tasfiyesi öldürmeler, İslâmlaştırma ve sürgün edilmesiyle gerçekleştirildiği oranda, geride kalan mülkle sahibi ilişkisinin kopartılmasının ardından transferiyle de ekonomik tasfiye yapılmasıyla bütüncül hedefe ulaşılmış olunmaktadır. Aslında gerçek hedef, mülkin transferidir. Mülkiyetin Türkleştirilmesi olarak başlayan süreç tümden ekonominin ve istihdamın Türkleştirilmesiyle tamamlaşmış olmaktadır. Asırlık icraat bunun ispatıdır. Bugün sanayileşmeye yönelik tartışmaya devam ediliyor ve uluslar arası çapta bir marka üretilememesinin temelinde böylesine bir transfer sisteminin yattığını düşünmekteyim.

Mülkiyet transferinden kimler yararlanıyor? Bu mülkler yoksulların da eline geçiyor mu?

Köyümdeki yağmayı anlatayım. Malatya’da köyümde sadece bir Ermeni ailesi varmış. Köyde yıllarca Ağanın Tarlası olarak bildiğim yerin öğrendim ki, Ermeni Ohanneslerin tarlasıymış. Bizim oralarda 40-50 dönüm tarla bulmak zordur, onu Ağa almış. Ama evinin yanındaki bir yoksul da başka yeri almış. Burada fiilen böyle bir kitlesel boyutu olan yağma sistemi vardır.

El konulan malların dağıtımı konusunda bir devlet politikası var mı?

Tasfiye meselesi, kapsamlı bir konudur. Gasp edilen mülkün transferi ve tapulanması bütüncül devlet faaliyettir. Bunun mevzuatı esas olarak Cumhuriyet’te oluşturuldu. 1920’lerde mülklerin transferi ve tapulanmasıyla ilgili 13 kanun çıkarıldı ve uygulandı. Sürülenlerin kaydı ve bunların geride kalan mülklerinin satımı gibi işlemleri yapmasıyla görevli Tasfiye Komisyonu kuruldu ve 1915-1924 döneminde faaliyet gösterdi. Mülkler önce devlet adına kaydedildi ve ardından satımı, hibesi şeklinde transferi sağlandı. Bu işlem Tasfiye Komisyonu defterlerine kaydedildi, ama tek sayfa kaydı dahi gün yüzüne çıkmadı.

Defterler arşivlerde var mıdır?

Bence defterler mevcuttur, ama açıklanmamıştır. Açıklansa kimin malının kime verildiğinin kaydı ortaya çıkacaktır. 2004’te Sivas Hafik'deki Köşker Agop’un torunun mülkiyle ilgili davaya Adalet Bakanlığı’nın gönderdiği evraktan anlıyoruz ki defterler el altında tutuluyor.

Kitabında Rum mübadillerin sayısını 112 bin olarak veriyorsun, ama aslında bir milyonu geçen sayıdan bahsedilir. Peki, antlaşma imzalandığında aslında Rumlar gönderilmiş miydi?

Türkiye’den gönderilen Rum nüfusu 1,2 milyondur. Gelen Türk-İslâm nüfusu 450 bin civarındadır. 1933’te hazırlanan Nüfus Umum Müdürlüğünün raporuna göre, Ocak 1923’te imzalanan Mübadele Antlaşması gereği, gönderilen Rum nüfusu 112 bindir. Antlaşmayla İstanbul, İmroz ve Bozcaada Rumları ile Yunanistan’da Batı Trakya’da Türk-İslâm nüfusu mübadeleden istisna tutulmuştur. Bu istisnayı dikkate alırsak, Nüfus Umum Müdürlüğü’nün raporuna göre Anadolu’dan 112 bin Rum’un gönderilmiş olması, aslında Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında Rumların Anadolu’dan tasfiye edildiğini ortaya koymaktadır.

İttihatçılardan sonra Kemalist rejimin sahiplendiği bu nüfus projesiyle, Kürtlere ve Alevilere yönelik nasıl bir politika izlendi?

Bugünkü demokrasi tartışmasının ana konularından Kürtlerin Türkleştirilmesi sorunu ve Alevi-Kızılbaşların Sünnileştirilmesi meselesi geçmişi, 1920’lere kadar gidiyor. Aslında öncesi de var, fakat 1914-1923 döneminde Hıristiyanlar Anadolu’dan tasfiye edildiği için merkezi iktidarın imha ve asimilasyon politikası hedefinde dindaş olan, ama Türk olmayanlar vardır. 1925’teki Şark Islahat Planı ve ‘dilde ve kanda birlik’ projesi 1934’teki İskân Kanunu ile müfettişliklerin ortak çalışmasıyla Kürtlere yönelik asimilasyon politikası netleştirilmiştir.

Bunlar, Kürtçe'nin yasaklanması, güvenlikçi politikalara öncelik verilmesi, Kürtlerin batıya ve muhacirlerin şarka iskân edilmesi olarak belirlenmiştir. Böylesi bir hazırlığın en şiddetli devlet icraatı Dersim’de uygulanmıştır. Dersim raporlarında Alevi-Kızılbaş kimliği hedeftir. Alevi-Kızılbaş kimliğin hedef bilinmesi, Dersim’le sınırlı değildi ve bugün Cemevi talebinin gerçekleşmemesi temelinde aynı Sünni İslâmcı politika vardır.

Yahudilerin Trakya olayları da yaşanıyor… Bu durumda Hıristiyanların nüfus yoğunluğunun olduğu tek bölge İstanbul mu kalıyor?

Hıristiyan milletler dışında İslâm olmayan milletlerden Yahudiler de 1934’te Trakya’daki nüfusun İstanbul’a kovalanmasıyla başlayan tasfiyesi süre gelmiştir. 1914-1923 döneminde Ermeni ve Rum milletlerden Anadolu temizlenmiş olup, serpiştirilmiş kalanların da İstanbul’a kovalanması vardır. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi mühendislik icraatıyla milleten Türk ve dinen Sünni İslâm olmayanın demografik yapıdan tasfiyesine devam ede gelinmiştir.

Mübadeleden istisna tutulan İstanbul, Hıristiyanlar için sığınma şehriydi, ama burada da yaşayamadılar. 1927 nüfus sayımında anadilim Rumca diyen nüfus 119 bin civarındadır. Batı Trakya’da Türk-İslam nüfusu da aynı sayılardadır. Tasfiyenin devamı sonucunda bugün itibariyle İstanbul’da Rum nüfus 3 bine indi, Ermeni ve Yahudi nüfus da sürekli azalmaktadır. Bugün Batı Trakya da dışarıya göç verdiği halde Türk-İslâm nüfus 100 bin civarındadır. Mutlaka azınlık milletler ne yaşadığını kendi bilir, yarıştıracak değilim, ama iki tarafın durumu da ortadadır.