Bir sınır deneyimi

‘Ötekileştirmeyelim’ gibi bir sözde öneri, gerçekte tam da ırkçılığın çalışma prensiplerinin üzerini örtüyor, onu maskeleyen ideolojik bir perde işlevi görüyor. Eskimiş gibi görünen bir tartışmanın içerisinden söz almamın nedenini de bu perdeyi dağıtabilme yönelimi oluşturuyor.

Google Haberlere Abone ol

‘Ötekileştirme’ sözcüğü bana hep lastik gibi, hatta güneşte kalmış bir sakız gibi yapış yapış bir sözcük olarak görünmüştür. Her şey bir kenara, 20'nci yüzyıl düşüncesinin büyük oranda merkezsiz kılmış olduğu bir ‘özne’yi, bu defa bizatihi ‘merkez’in kendisi kılma eğilimi içeriyor, genel olarak tanıklık ettiğimiz haliyle. Çünkü buradan çıkabilecek tek öneri “Ötekileştirmeyelim” olacaktır ki bu da kendiliğinden bir biz-grubunu varsayıyor ve bu da şu sorunun oldukça meşru bir soru olarak yükselmesini neden oluyor: Kimdir bu biz? Ve neden bu kadar ‘merkez’de durmaktadır?

Belki eskimiş bir tartışmadır bu. Fakat sinsi ve gizli bir ırkçılığın temel işleme prensiplerini ancak Ötekiliğin boyutları (kendi adıma en az üç boyutunun söz konusu olduğu kanısındayım) ortaya koyabilirmiş gibi geliyor bana. Bu nedenle ‘ötekileştirmeyelim’ gibi bir sözde öneri, gerçekte tam da ırkçılığın çalışma prensiplerinin üzerini örtüyor, onu maskeleyen ideolojik bir perde işlevi görüyor. Eskimiş gibi görünen bir tartışmanın içerisinden söz almamın nedenini de bu perdeyi dağıtabilme yönelimi oluşturuyor.

Ötekiliğin üç boyutunu şu biçimde tarifleyebilirim:

1-) İnsan dışılaştırılmış, kendisine her şeyin yapılabilir olduğu bir figür olarak öteki (örneğin mülteciler, örneğin Muğla’daki Kürtler);

2-) denk görülen ve bu nedenle de ya dost ya da düşman olma olanağının bulunduğu figür olarak öteki (örneğin Türk askeri ve Yunan askeri)

3-) kesin olarak saptanması mümkün olmayan (ya da en azından şimdilik saptayamadığımız, fakat yapıp etmelerimizin bir tür yaltaklanma içerdiği durumları saptadığımızda neye yaltaklandığımız bakımından varlığını saptayabildiğimiz) Simgesel Öteki.

“Ötekileştirmeyelim” gibi bir öneri, aslında tam olarak bu Simgesel Ötekine bir yaltaklanmadır.

Bütün bunları açık kılabilmek için bir sınır deneyimine –metafor değil, düz anlamıyla sınır– odaklanacağım. Malum, çeşitli savaşlar nedeniyle Türkiye’deki göçmenlerin sayısı milyonları aştı ve bunların ezici bir çoğunluğunun gözü Avrupa’da. Ve bu arzu kendi sektörünü de oluşturmuş durumda. Son derece sefil koşullarda yaşayan bu göçmenlerin yine ezici bir çoğunluğu bulabildikleri her türlü işte çalışarak bir miktar para biriktiriyor ve Avrupa’ya geçebilmek umuduyla çeşitli ‘şebekelerle’ anlaşıyorlar.

Türkiye-Yunanistan sınırından çıkmayı deniyorlar ve çoğunlukla yakalanıyorlar. İlk geceyi onları yakalayan askerlerin karakolunda geçiriyorlar; sabahleyin ilçe jandarma karakoluna sevk ediliyorlar; bir süre burada bekletildikten sonra da Edirne Valiliğine bağlı İl Göç İdaresi Geri Gönderme Merkezine götürülüyor ve buradaki işlemlerinin ardından salıveriliyorlar. Ve sözünü ettiğim şebekeler, aslında pekâlâ onlarsız da yapılabilecek bir tarzda görüyorlar işlerini; hiç risk almadan. Çünkü bu şebekelerin yol göstericileri de çoğunlukla bir göçmen oluyor. Böylelikle yakalanıldığı zaman (ki çoğunlukla sonuç bu) rehber de aynı prosedürden geçiyor.

Ve elbette hiç kesintiye uğramayan bir aşağılanma süreciyle ilerliyor bu süreç. İlk yakalanma anından salıverilme anına kadar, her kademedeki insan (emir altındaki askerden temizlik görevlisine kadar) iktidarın tadını alıyor; keyfini sürüyor. Çünkü karşısındaki figür, göçmen, onu keyfinden etmiş durumda. Gecenin bir yarısı askerin uykusuz kalmasına neden olmuş, ortalığa pisliğini saçarak temizlik görevlisine iş çıkarmış durumda! Zevkini çalmış ya, istediği gibi davranabilir ona. Irkçılığın yerleştiği yapısal düzey de böyle bir düzey: Zevk hırsızına iktidarı tadarak yanıt vermek. Bu zevk hırsızı, bu mülteci, bu en alttaki figür, ötekiliğin birinci boyutunu oluşturuyor. Bu boyuttaki ötekiler olmasa her şeyin güllük gülistanlık olacağını var sayan muktedir özne, tam da bu nedenle onları suçlandırıyor. Suçun ne? – Keyif kaçırmak!

Bir asker Pakistanlı göçmenler topluğunun karşısında. Göçmenlerin bir kısmında tuhaf bir gülme hali. Hani ilkokul sınıflarında sınıfın bir bölüğüne yayılan şu engellenemez gülme halleri olurdu ya, işte onun gibi bir gülme hali. “Gülmeyin lan!” diye bağırıyor asker. Göçmenlerin anlayıp anlamadıklarından emin değilim. Fakat bir oyunun içinde gibiler. Sanki askerle birlikte gülmeye bir çağrı çıkarmış durumdalar; belki bu sayede askerle aralarındaki ontolojik fark silinecek; belki yine insan hissedecekler. Asker küfrediyor, bağırıyor. Tıpkı o aşağılık öğretmen gibi, otoritesine dönük bir saldırı olarak algılıyor bunu. Anlayıp anlamadıklarından emin değilim. Tekme tokat dalıyor içlerine asker. Bunun bir oyun olmadığını anlıyor göçmenler. Aradan bir süre geçiyor. Askerin vicdanında bir sorun açılmış olmalı ki; elinde birkaç paket sigarayla geri geliyor.

“Kime vurmuştum ben?” diye sorarak tespit yapmaya çalışıyor; vurduklarına sigara ikram ediyor. Coetzee’nin Barbarları Beklerken’i uğulduyor zihnimde. Nurdan Gürbilek’in sesiyle karışık bir halde. Sessizin Payı’ndaki “Orpheus Çıkmazı” başlıklı yazıdan:

"Telafi çabasının, aynı zamanda o çabanın içinde nefes alan “kuşkulu itkiler”in anlatısıdır Coetzee romanı. Bir an gelir, sulh yargıcı barbar kızın bedenine imparatorluk subayları gibi yakarak, yırtarak, keserek değil, bu kez soyarak, ovarak, okşayarak giriyor olabileceğini, işkencecilerin yaraladığı bir bedenin sırrını bu kez yarayı sararak elde etmeye çalıştığını fark eder. Ortada devrini uzatmak için uğraşan bir imparatorluk olduğu sürece, kendisi “kuzu postu giymiş bir imparatorluk çakalı”ndan başkası değildir: “Çünkü ben, o zaman düşünmekten hoşlandığım gibi, soğuk katı Albay’ın hoşgörülü haz düşkünü zıttı değildim. Ben İmparatorluğun rahat zamanlarda kendi kendine söylediği yalandım, o ise İmparatorluğun sert rüzgârlar estiğinde kendi kendisine söylediği yalandı. Biz İmparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o kadar.” Ortada devrini uzatmaya çalışan bir imparatorluk olduğu sürece barbar kız kendisine baktığında “koruyucu bir albatrosun açılmış kanatları”nı değil, “avı hala soluk alırken darbe indirmekten çekinen korkak bir albatrosun siyah şeklini” görecektir.

Coetzee’nin işkencecileri ile sulh yargıcı, tek bir figürde, bir askerde iç içe geçiyor gözlerimin önünde.