Anıl Mert Özsoy: Arka sokak güzellemesi yapmak yerine olanı anlatmaya çalıştım

Anıl Mert Özsoy'un 'Korku Yokuş Aşağıydı' kitabı Doğan Kitap'tan çıktı. Özsoy, "Yazdıklarımda arka sokak güzellemesi, varoş güzellemesi yapmak yerine olabildiğince yansıtmaya, betimlemeye, olanı ortaya koymaya çalıştım" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Anıl Mert Özsoy’un ilk öykü kitabı Korku Yokuş Aşağıydı, Doğan Kitap etiketiyle raflarda. 14 öyküden oluşan kitap, yetenekli olduğu kadar da çalışkan, toplumla, dille edebiyatla derdi olan yeni bir öykücüyle tanıştırıyor bizi.

m7 Fotoğraf: Deniz Mete

GÖRÜNMEYENİ GÖRÜNÜR KILMAK

Kitabın evreninden söz edelim önce. Arka sokaklarda, hastanelerde, pavyonlarda, cezaevlerinde geçen öyküler bunlar. Dipte yüzen bir balık gibi hayatın loş, karanlık, ıslak, rahatsızlık veren yanlarından bahseden öyküler... Bu dünyayı daha çok yazınsal olarak mı tanıyorsun kendi deneyimlerinden mi?

Öykülerin geçtiği tüm mekânlar benim gerçek hayattan tanıdığım yerler. Karakterler de öyle… Ama esasta bir görünme, var olma meselesiydi beni bu öyküleri yazmaya iten. Ya da görünememe, var olamama. Bugün bir insana verilebilecek olan en büyük cezanın onu görmemek olduğunu düşünüyorum.

Güzel bir çıkış noktası… Günümüzün keskin “kaybedenler/kazananlar” hiyerarşisi içinde “görünmeyenler” en alt basamağı oluşturuyor herhalde. Senin karakterlerin önümüze genellikle üçüncü sayfa haberi olarak düşen insanlar.

Evet… Ne yazık ki bu anlattığımız arka sokaklar, toplumun birçok kesimi tarafından görünmeyen, korkulan yerler. Ama bu korkulan yerlerde de başka bir hikâye dönüyor. Başka bir var olma şekli var orada. Kendisini o şekilde lanse eden, anlatan insanlar var. Bu bazen şiddet, bazen cinsellik, bazen bir aile meselesi ya da devletin polisiyle karşı karşıya gelme durumu oluyor.

Bu noktadan bakınca evet hayatın içinde sıkça kesiştiğim, benim evrenime dahil olan bir evren bu… Ama bunları tabii ki edebi metinler olarak da okumuştum.

Fethiye’de doğmuşsun, İstanbul’da yaşıyorsun. Ama kitabında bir Ankara atmosferi, Ankaralılık hali de baskın. Ankara’yla ilişkini anlatır mısın?

Burada farkında olmadan yarattığım, sezgisel bir şey oldu. Ailemizin kurulduğu şehir Ankara… Annem bana babamın görevi icabı bulundukları Ankara’da hamile kalmış. Hayatımın belli kısımlarında Ankara benim için hep çok uzaktan anlatılan güzel bir şehir olarak var oldu.

Bunun dışında Ankara’nın çok ciddi bir edebi birikimi var. Şehir olarak da daha etkileyici gelir bana. Sokakları, var olma şekli, devletin ve halkın hesaplaşması… Güvenpark’ta her türlü insanı görebiliyorum mesela. Şehrin o büyülü yanı öykülerin birdenbire Ankara’ya yönlenmesine sebep oldu.

“Görünmeyeni anlatmak” dedin ya, onun da etkisi olabilir mi? Bu kadar önemli kültürel malzeme Ankara’dan yetişirken hep İstanbul görünür göze…

Evet, olabilir çünkü İstanbul’un hep o popüler yanı, Ankara’yı dışlayan bir yanı var. İstanbul’un biraz da merkezi olma durumunu kırmak istedim. Ankara uzak bir ihtimal olarak kalmasın hayatlarımızda dedim. O yüzden yoğunluk Ankara oldu…

EVİNİ ARAYAN ÖYKÜLER

Kitabını “Eve dönemeyenlere” ithaf etmişsin… Bu öykülerde cidden eve dönülemiyor. Hatta ev yok pek! Evde geçen hikâye bile mesela balkonda, evin dışarıya en yakın kısmında geçiyor. Öykülerin ve yazarının evle ilişkisini anlatır mısın?

Ev, bir tür kişisel çelişkim, hayata dair yaşadığım bir kırgınlık oldu. Hayatımın çok uzun kısmında evden ve ev duygusundan çok uzak kaldım. Maalesef alışılagelmiş bir aile hayatım olmadı. Zor bir babayla büyüdüm. Bir süre sonra bunu içselleştirip durumu kabul ettim. Öyküleri yazarken de çok ev değiştirdim. Bunun da etkisinin olduğunu düşünüyorum.

Bir de Ahmet Erhan benim için çok değerli bir edebiyatçıdır. Onun da evle olan hesaplaşması, bu kitabı yazarken Ahmet Erhan’ı sürekli başucumda taşıyarak geçirdiğim süreç, öyküleri evsizleştirdi. Ev arayan, eve çok fazla hasret kalan ama evden uzak yaşamak zorunda kalmış karakterlerin öyküleri bunlar...

“Evsizleştirme” güzel bir tanımlama oldu bu arada.

Teşekkür ederim, yaşadığım hayat evsizleştirdi beni ve kabul ettirdi bana evsizliği. Bu süreçte memlekette de birkaç şey mevzu yaşandı. Toplumun yaşadığı ciddi bir bunalım oldu 15 Temmuz gibi. 15 Temmuz’un sonrasında 20 günlük bebeği varken evinden alınan insanları gördüm. Bunlar da benim topluma, çağıma karşı sorumluluk duygumu çok fazla perçinledi ve bir yandan da hayata bakışımı kırdı. Eve dönmenin çok kıymetli bir şey olduğunu anladım.

Öykülerinin en sevdiğim yanlarından biri aforizmaya yaslanmak yerine karakterlerin ve hikâyenin diliyle konuşmayı tercih etmen oldu… Elbette her öyküde altı çizilebilecek güzel cümleler var. “İnsan nefret ettiği yoldan en az bir kez geçer. Tabii bu geriye dönüş de olabilir,” aklımda kalanlardan mesela. Ama sermayeyi aforizmaya yüklememişsin deyim yerindeyse. Bilinçli bir tercih miydi bu?

Bilinçli bir tercihti. Anlattığım karakterlerin hayatlarına ve onların yaşadığı asıl meseleye saygı duymayı tercih etim. Yazan kişi olarak anlattığım şeyin önüne geçip süslü cümleler kurmak yerine hikâyeyi olduğu gibi vermek istedim. Ben yazmadım da karakterler yazdı gibi bir durum söz konusu oldu. Bundan sonraki süreçte de özellikle buna dikkat edeceğim.

Karakterlerden ve hikâyeden rol çalmıyorsun özetle…. Bu benim de hem okur hem yazar olarak önemsediğim bir şey. Son dönem edebiyatımızda bunun yaygınlaşan bir zaaf olduğunu düşünüyorum. Etkili-hap cümleler kurup deyim yerindeyse okuru avcuna alma eğilimi, anlatılanın, dilin, kurulan dünyanın önüne geçebiliyor. Nasıl buluyorsun bu eğilimi?

Asıl derdim 5-10 yıl sonra kitaptan bir karakterin, bir öykünün hatırlanmasıydı. Altı çizili bir cümlenin hatırlanması yerine, bir öykünün var olması benim için çok daha kıymetli.

Bir altyapı, alt metin var olunca karakter zaten kendi iç dünyasına ya da hayata, devlete, topluma karşı bir şey söylüyor. Anlattığım öykülerdeki arka sokakların kendiliğinden yüklendikleri bir dil var. Ben bunu süsleyip anlatmak istemedim.

Korku Yokuş Aşağıydı, Anıl Mert Özsoy, 120 syf, Doğan Kitap, 2017. Korku Yokuş Aşağıydı, Anıl Mert Özsoy, 120 syf, Doğan Kitap, 2017.

14 öykü var kitapta. Bunun içinde mesela iki kadının aşkının ana tema olduğu bir öykü var. Ama genel olarak erkek karakterler ve erkek dilinden bahsedebiliyoruz. Oldukça da bıçkın bir dil doğal olarak. Yine de erkek egemen bir dil gibi geçmedi bana. Bu dikkat ettiğin bir şey miydi?

Arka sokak güzellemesi, varoş güzellemesi yapmak yerine olabildiğince yansıtmaya, betimlemeye, olanı ortaya koymaya çalıştım. Maalesef arka sokakların, varoşların şöyle bir handikapı var. Orada da erkekler egemen.

Burada temel izleğim cinsiyet üzerinden bir ezen-ezilen ilişkisi kurmak yerine vicdan- vicdansızlık mefhumu üzerine gitmekti. Erkek anlatıcıların dilini, dediğin gibi, egemen fakat kırmayan bir şekilde var etmeye çaba gösterdim.

Çok kırılgan bir egemenlik ama bu değil mi? Sevdiklerinin ölümünü görmek zorunda kalmış, annesinin delirmesini izleyen çok yaralı, kırılgan erkekler bu öykülerdeki…

Evet, çok kırılgan bir egemenlik dediğin gibi… Oradaki dili kıran şey, yaşanan hikâye, dili oluşturan şey de toplumsal baskıydı. En başında dediğim gibi öykünün karakterlerine sadık kalmak zorunda olduğum için o dile de sadık kaldım.

Kadınlarla ilgili detaylarda da hassassın. Gözlemci ve dostane bir göz diyebilirim buna. İnsana olan mesafen, kadına ve erkeğe, çok farklı gelmedi bana.

Hayata karşı kurduğum ilişkilerde açıkçası cinsiyetsizim. Çok yakın arkadaşlarımdan birisi bir kadın, Dilara Özçelik. Öykülerin oluşum sürecinde hep yanımdaydı, yazdıklarımı ilk okuyanlardandır. Biz onunla bir hayat, bir dostluk paylaştık. Kadınları yakından izleme şansım oldu. O da öyküde kendisini var etti. Bir kadını hassas durumlarında ya da daha kadınsal durumlarında görebilecek bir erkek dilinin de mümkün olduğunu düşünüyorum açıkçası.

Her yazarın üslubunda bazı duyular biraz daha öne çıkar. Örneğin bazısının anlatımı çok görseldir, bir film sahnesi gibi canlanır gözümüzde. Sende de tatma duyusu ve tenselliğin öne çıktığını düşünüyorum. Okurken çilek tadı, dudak tadı, kan tadı alınabiliyor. Buna dair bir şey söylemek ister misin?

Bu ilk senin dikkatini çekti, sağ ol. Ben sevdiğim insanlara sarılmayı çok severim. Öykülerdeki karakterler, anlattığım şeyler karanlık dünyalardı belki ama bir yerde artık yazarken de bir şeye sarılmak istiyorsun. Hayatımızda çok büyük bir girdap varken, küçücük sakin bir kıyı bizi her şeyden kurtarabilir… Karakterlerin bazen bir şeye sarılmasını istedim. Bu bir çilek oldu, çok yakın bir arkadaş oldu, bazen bir çiçek oldu.

Bir öyküde mobese kamerasından izliyoruz karakteri. Asya’nın Derdi öyküsü. Bakış açısı/aracının da anlatımı belirlediği bir öykü olması açısından ilginç geldi.

Bugün birçok yerde insanlar GBT kontrolüne sokuluyorlar. Esmer olduğu için GBT kontrolü uzun süren insanlar var. Bu coğrafyada başka dil konuştukları için uzun uzun izlenen insanlar var. Sokak ortasında öldürülmelerine rağmen Mobese kayıtlarının bile göremediği durumlar var. Bunlara karşı bir sitemdir aslında bu.

Bir ailenin parçalanma sürecinde, olaya tarafsız yaklaşmayı istediğim öyküydü. Bunu nasıl yapabilirim diye kendimi zorlarken Mobese kamerasını kendime yardakçı ilan ettim. Tamamıyla görmek üzerine kurulan bir hikâyeydi. Gerçek bir “görme” derdiydi.

En sevdiğim iki öykü 'Fiko’nun Gömleği' ve 'Kod Adı Ayla' oldu galiba. Buralarda farklı bir olgunluk vardı. Senin için de özel öyküler mi bunlar?

Her ikisi de benim için çok özel öyküler. Özellikle 'Kod Adı Ayla'. Son cümlesiyle kitaba da ismini veren öyküdür.

Üç arkadaşın hayata tutunma çabasını anlatan bir öykü. Şair der ki “Arkadaş da annedir.” Öyküdeki ilişki annelik, dostluk ve ölüm mefhumunun yan yana gelmiş haliydi. O yüzden yazması çok zor, beni kendimle yüzleştiren öykülerden birisiydi.

'Fiko’nun Gömleği' öyküsü de, bizim kuşağın büyük acılarından birisidir. Ali İsmail’in öldürülmesi, Berkin Elvan’ın katledilmesi…

Gezi süreci, bizi heyecanlandıran, umutlandıran sonu da maalesef istediğimiz gibi bitmeyen durumdu. Bunu ben bir şekilde anlatmalıydım. Ama tabii cesaret etmem çok uzun sürdü. Hayatını kaybeden güzel insanların anılarına karşı bir saygısızlık yapma korkusu beni bunu yazmaktan uzaklaştırdı. Sonra bunu daha içeriden, en olması gereken yerden kendimce, aile içinden anlattım. Bir yanda İstanbul’da Duran Adam eylemi olurken, Ankara’da her şeyden habersiz kendi ailesi içerisinde siyasi çelişkiler yaşayan genç bir adamın ölümüne sebep oluyor. Çok içimden ve gerçekten elim titreyerek yazdığım bir öyküdür.

. .

O öykünün içinde iki şey de çok etkileyiciydi bence politik altyapısından ayrı olarak. Annesinin delirmesini izleyen bir evlat ve çiçeklere konan isimlere dair final… İçe dokunan yaşamsal detaylar vardı.

Orada ilk izleğim, politikti. İkinci izleğim, bir ailenin içerisinde yaşadığı kırılmaydı. Gezi eylemi sırasında arada kalmış bir kuşak var. Gittikçe pasifize olup delirmek üzere olan bir kuşak. Anne aslında bunu simgeliyordu. Bir yanda hayatını kaybetmiş insanlar, bir yanda çocuklarını gömmek zorunda kalmış babalar, bir yanda o çocukların annelerini yuhalatmış başka babalar var. Burada baba bir devlet simgesi. Anne, arada kalmış pasifize olmuş gençlik. Oğul da Gezi’nin o heyecanlı ruhuydu. Böyle bir şeyi aile içerisinde kurgulamanın daha doğru olduğunu düşündüm.

Sağlam bir alegoriden söz ediyorsun. Böyle çift katmanlı yapıları, alttaki toplumsal bir meselenin insani, ortak durumlarla herkese değebilecek biçimde anlatılabilmesini değerli buluyorum. Tıpkı yaşadığımız bir yası hemen anlatamamamız gibi toplumsal bir travmayı da hikâyeye dökmek zor bir de. Bu öykünde bunu başarmışsın.

Teşekkür ederim. Bu benim için çok önemli. Bu öyküyü yazmaya başlamadan önce Murat Özyaşar’ın Ayna Çarpması adlı kitabını okuyordum, orada Kepenk öyküsü var. Sokağa çıkma yasaklarının olduğu, kepenk kapatma eylemlerinin yaşandığı süreci anlatan… Bakınca çok sıradan gibi gözüken bir caddeden geçen öykünün finalinde bambaşka bir yere taşımasıyla ilgiliydi. Oradan cesaret alarak yazdım bu öyküyü. Becerebildiysem de ne mutlu bana.

Finallerden bahsetmişken… Pek çok öykünün sonunda hafif sürpriz niteliği taşıyan final cümlelerinin olması hoşuma gitti. Tasarlanmış bir şey miydi bu, yazarken mi ortaya çıktı?

Ben kendi hayatımda da çok meraklı bir insanım. Her şeyi merak ediyorum. Okurun da merak etmesini istedim açıkçası. Finalde ritmin yükselmesini istedim. Düz bir final en azından benim okumalarımda çok etkilendiğim, aklımda kalan bir durum değil.. Küçük oyunlar yapmak istedim evet.

Sen oldukça muzip ve enerjik bir adamsın. Ayrıca da 25 yaşındasın. Ama öykülerin epey karanlık öyküler. Ben aslında alttan alta bir mizah sezdim. Bunun daha çok su yüzüne çıkmasını istedim yer yer. Özellikle mi tuttun kendini oralarda?

Beni tanıyan insanlar kitabı okuduktan sonra çok şaşırdılar. Normalde gerçekten gülmeyi çok seviyorum ama edebiyatta biraz da ben de karanlık olduğumu fark ettim. Yazarken bunu beceremedim. Yazmak istediğim yeni öykülerde açıkçası daha çok mizah yapmak istiyorum.

Bir ölçülülük de var sanki genel olarak. Bunu olumlu anlamda da söylüyorum bir yandan. “Dur bakalım, bu daha benim ilk öykü kitabım,” diyen bir yavaştan gitme arzusu sezdim.

Popülizmin, büyük söz söylemenin bir yazarı beslemek yerine aç bırakacak olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar gelmiş olan geleneğe saygı duyup bunun üzerinden bir hikâye evreni kurmak gerekli. Evet iyi bir yazar olmak, iyi bir metin üretmek, Türkçe edebiyata katkı sağlamak gibi bir derdim var. Ama yazar, yazmaya çalışan insan şunu da bilmeli. Tevazu önemli. Öyküye olduğu kadar okura da bir saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum.

Birbiriyle de konuşan hikâyeler bunlar. Özellikle son üç öyküde karakterler ve hikâyenin bir devamlılığı var. Okurdan dikkat talep eden, bağları sıkılaştıran bir unsur bu. Buradan bir gelecekte roman hissi de aldım sanki?

Yazdığım öykülerde bir iyi karakter ya da kötü karakter, bir iyi bir son ya da kötü bir son hedefinden ziyade tüm duyguları vermeye çalıştım. Bıçağın diğer tarafını da görmek istedim ya da öykünün kendisinin de ne söylemek istediğini bilmek gibi bir merakın içindeydim. Öykülerin bu noktada birbirine girdiği yerler var.

Devamında bir roman yazar mıyım? Bir süre daha öykü yazmak istiyorum. Ama bir yandan da kafamın içinde dönen bir hikâye var. Bu büyük bir hikâye... Onu öykü kalıbına sokmak istemiyorum. Daha uzun, daha detaylı, hakkını vererek anlatmak istiyorum. Şu an için öyküler ve bir çocuk kitabı üzerinde çalışıyorum.

'Korku Yokuş Aşağıydı' dedin. Bizi hakikaten bazı yokuş aşağı korkularla ve gelecek işlerini de merak ettiğimiz yeni bir öykücüyle tanıştırdın. Teşekkür ederiz.

Çok keyifliydi, çok zor sorulardı. Teşekkür ederim.