Muhafazakarlık mahcubiyettir

Rol kesmeden mahcup olmasını bilenin, ne kadar da yakışıyor hissi uyandıranın her mahcubiyeti muhafazakarlığa yaklaşır. Gerçeğe yaklaşansa hakikatten uzaklaşır. Utanmak gerçektir, mahcubiyet hakikat. Medeniyet mahcubiyettir.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bilebildiği kadarına; görebildiğine, öğrendiğine, anladığına şükretmektir mahcubiyet. Beceremeyen için en güç şeydir, samimiyettir. Bir tevazu tezahürüdür; bir değil, sayıya gelmeyendir.

Rol kesmeden mahcup olmasını bilenin, ne kadar da yakışıyor hissi uyandıranın her mahcubiyeti muhafazakarlığa yaklaşır. Gerçeğe yaklaşansa hakikatten uzaklaşır. Utanmak gerçektir, mahcubiyet hakikat. Medeniyet mahcubiyettir. Böyle böyle uzatabilirim. Tamam Cündioğlu’nun sözlerine benzedi. “Propagandanın her türlüsü yalandır, gerçekler söylendiğinde bile,” der ya Orwell. Olsun. Muhataplarım belli.

aaa Paralellikler ve Paradokslar, Daniel Barenboim, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2016.

Cennet’le Modern Zamanlar’da buluştuk, kahvemizi Modern Zamanlar’da içiyoruz. Şu oturduğumuz kitap-kafeyi işleten İdem sahip olduğu üstün meziyetlerin hangisinden söz edilse her birine ayrı mahcup olanlardan. Okumamı tavsiye ettiği Paralellikler ve Paradokslar’da (Edward Said, Daniel Barenboim, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2006) Barenboim, “Hepimizin aynı anda pek çok şey olma kapasitesini taşımamızda doğal olmayan bir yan yoktur” diyor. İdem kapasitesini doğallıkla taşıyanlardan. Çevirdiği kitapların haddi hesabı yok. Kalkedon’a Tamás Krausz’dan çevirdiği ilginç Lenin biyografisinin sonuna geldi, sonra Heretik’e Jerome R. Mintz’den Anarşistler’i çevirecek. Şimdilik bu kadarını ispiyonlayabiliyorum.

Onu Cennet de tanısın istedim.

Siyaset bilimi doçenti. Serbesiyet’teki yazılarından yola çıkarak şimdi ne yapmakta olduğunu soruyorum. Hazırlamakta olduğu kitabından söz ediyor. Ben de ona mahallemizde birkaç ay önce dayanışma amacıyla açılan Modern Zamanlar’ımızı anlatıyorum. “Ezilenler” için dayanışma; kadın, doğa, hayvan, insan... Başta mutlaka kadın! Çok da uzak olmayan bir vakte kadar neden kadını başa aldığımın ben de bilincinde değildim.

Dükkanda her ne varsa; kitap, hediyelik eşya, çay kahve... edilen kâr dayanışma için harcanıyor. Hediyelikleri İdem ve annesi yapıyor. Hakikaten güzel şeyler. Bugün mandal önlüğü aldım. Çamaşır asıp toplarken boynuma takacağım bir sanat eserim var artık. “Bunu ben yaptım bunu Jale,” demişti seçerken. Ezgi’ye gösterdim “Çok yakıştı” dedi. Annesi Jale 90’ında, bazıları kızı İdem’inkinden güzel -duymasın. Bu ara çay paket olarak da bulunuyor. Bir grup insan bir araya gelerek eski bir çay fabrikasını satın alıp kooperatif kurmuş. Fabrikada eskiden imal edilen en nitelikli çayı, hadi aynı nitelikte olanını şimdi biz yapalım demişler. Yapmışlar. Destek ihtiyacıyla bir miktar da buraya göndermişler. İdem geldiği fiyattan satıp onlara parasını yolluyor.

Çekmecesinde hesapları özenle tuttuğu bir sürü defter var. Çıkarırken görüyorum. Almak isteyen herkese şunu belirtmeyi ihmal etmez: “Paketin üzerinde günü geçmiş tarihler göreceksiniz. Bunun sebebi henüz yeni paket yaptırma imkanı bulamaları, eski fabrikadan kalma paketleri kullanıyor oluşları, yoksa çay yeni.” Açıklamayı duyan hiç kimseden “Olur mu öyle şey!” mukabelesi gelmedi henüz.

İdem’le zaman zaman modern varken postmoderne gerek var mı onu tartışıyoruz. İstanbul terbiyesinden geçmiş, SBF’ye gelene kadar muhitinin (Şişli/Nişantaşı/Teşvikiye) güzide okullarında okumuş. Samimiyet, mahcubiyet, mahviyet eğitimini doğal ortamında öğrenmiş; tabii bu arada kast-ı mahsus ile vurguladığım muhafazakarlığı da. Anladığım kadarıyla bütün bunların modern bir form içinde aldığı son şeklin bozulmasını istemiyor. Ben ondan daha “muhafazakarım”, onun sahip olduklarından mahrumum, edebildiğim kadar telafi etmem de zaman alıyor. Ve beceremedikçe postmodern’e/akışkan modern’e sığınıyorum.

Duvar’daki bir önceki yazımda anlattığım şeye devam ediyorum. Her şeyin teorisini kuruyorum. Bu benim ikinci sezonum. Kaybettiğim eşeği bulamazsam onu biraz da karşı dağın ardında türkü söyleyerek arayacağım. Sezon sonunda da ölmeyi planlıyorum.

Mahcubiyet muhafazakar bir kavram/değer'dir -muhafazakar olmasanız da. Utanma duygusu (şurada sorgulanan: https://www.gazeteduvar.com.tr/bilim/2017/07/19/utanmayin-kendiniz-olun/) tarihseldir, mahcubiyetse kültürel -yerleşik hayat kültürü, oradan ahlakın ve medeniyetin doğuşu... Hayata müdahil olurken bilhassa muhafaza etmeye karar verdikleriniz yanlış çıktığında mahcup olmak da dahildir muhafazakarlığa.

MAHCUBİYET TARİHİ

Geçmişe atıfla tanımladığımız muhafazakarlığın neşvünema bulduğu kurum tekkedir. Ama birey yok tekkede! Var. Bireyin olmadığı yerde tekke kendiliğinden kapanır gider. Tekkenin sürekliliğini, temadisini sağlayan bireylerdir. Gelen olmazsa o biter birey başka yere gider -bireye izin veren hangisiyse. Cemal Kafadar'ın anlattığı 17. yüzyıl dervişi Asiye Hatun ilk şeyhinde aradığını bulamayınca, onu anlayamadığını görünce, bir başkasına gitmişti: Kim var imiş biz burada yoğ iken, Metis, 2009.

Medrese de öyledir. Hangi medreseden ve kimden ders alacağına karar veren sayısız birey örneği vardır. Son devirden sadece bir örnek: Ahmed Cevdet Paşa (1823-95), hakkında yazılmış en iyi monografi için Neumann’a bakınız: Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat, TVYY, 2000. Elli sene sonra tekkede muadili Abdülbaki Dede’dir (1883-1935), onun için de Erdoğan'a bakınız: Mustafa Erdoğan, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Mevlevi Şeyhi Abdülbaki Baykara Dede, Dergah, 2003.

Muhafazakarlık değerlerin ve değer temsillerin muhafazasıdır. İnsanla başlar insanla devam eder. Kanuni Sinan’ı, Bakı’yi, Ebussuud Efendiyi, Barbaros’u (okudunuz mu hatıralarını?) muhafaza ettiği için muhafazakardır. Hürrem’e sadece aşık değildir, onu da muhafaza etmek ister. Teamül dışına çıkıp düğün dernekle evlenmesi ondandır. Siz bakmayın o popüler dizilere, ya da tarihçilerimizin magazin merakı yüzünden doğru dürüst bir biyografisini yazamayışlarına. Ukraynalı tarihçi Şutko, (Oleksandra Şutko, Hürrem Sultan, çev. Hazal Yalın, Kitap, 2017) Türkiye’deki tarihçilerin Hürrem Sultan’ı neden bugüne kadar biraz da Ukrayna arşivlerinde aramaya teşebbüs etmediğini anlayamamış. Bu kitabı onun için yazmış. Hazır aklıma gelmişken kim acaba Hazal Yalın? Çok sevdiğim Helikopter yayınlarından peş peşe çevirileri çıkıyor ve ben hepsini alıyorum da.

“Günahtan değil ayıptan çekiniriz” diyordu bir yerde Aydın Uğur, Gergedan’daydı galiba. Ayıp değil, soruyorum. İstanbullular ayıbı tekkede öğrendiler; Galata, Yenikapı, Beşiktaş, Bahariye Mevlevihanelerinde. Atatürk ve silah arkadaşlarından tekkede çorba içmeyen var mıdır acaba? Atatürk, kontrol edemeyeceğini düşündüğü bütün teşekküller gibi tekkeleri de kapattı sonra. Mason localarını da. Ardından açıldı onlar. Ama tekkeler tekrar açılmadı, çünkü arkasında bir laik için kaynağı belirsiz din vardı. Madde-mana dengesi arayan laik aydınlar Mason oldular. Oğuz Atay’ın, hocası Mustafa İnan’ın hayatını (bin bir güçlükle) yazdığı Bir Bilim Adamının Romanı’nı okudunuz mu? Son baskısı 2004 (İletişim) görünüyor. Kadri bilinmemiş demek ki.

Orada İstanbullulaşan bir Çukurova çocuğunun hayat seyrinde geldiği/gittiği yere bakınız.

DEV-YOL'CULAR AYRI TEKKE'YE ÜLKÜCÜLER AYRI TEKKE'YE

Bugün tekkeler açık olsa Dev-Yol'cular ayrı tekkeye Ülkücüler başka tekkeye giderdi. Hangisinin neye inandığına aldırmayan şeyh efendiler olurdu. Psikiyatrlara, terapistlere böyle çok para dökmezdik. Tekkede pişen çorbada bizim de tuzumuz olurdu. Daha kibar ve zarif olurduk. Tabii İslamcılar yine hepsine karşı olurdu, bilhassa “Fetöcüler” fanatik muhalefette çizgiyi çok aşardı.

Çünkü bu kadar para yığamazlardı. Verdikleri zarar çok büyük, telafisi imkansıza yakın. Burada kullandığım anlamıyla dindar laiklik de din karşıtı laiklik de aynı derecede zarar verme potansiyeli taşıyor. Yasakların tahrip edici etkisi zamanla anlaşılır. Muhafazakarlık bugün harap haldeyse birinci derece sorumlusu 50’den beri hep iktidarda olan dindarlar.

İdem ya bir akşam şu bizim mahalledeki Amelie’s Garden’a gidelim de caz veya blues dinleyelim, valla müthiş çocuklar!