Gölgesinde: Kendini eleştirmeyi bilen roman!

Irmak Zileli'nin son roman "Gölgesinde" Everest Yayınları etiketiyle çıktı. Zileli, Her şeyin kavranabilir boyutlara ulaştırılamayacağını, tanımanın, tanımaya çalışmanın ve tabii ki hissetmenin ne denli güçlü olduğunu gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Melih Levi - melihlestanford.edu

DUVAR - Kimi zaman bir yazıya başlarken, bir kitap hakkında eleştiri yazacağım günün sabahında, gözüm kütüphaneme gider. O haftanın kitabını okurken esintisini hissettiğim yazarları, düşünürleri arar gibi olurum. Mesela Walter Benjamin gelmiş olabilir aklıma, ya da Adorno. Hemen çıkarıp masamın üstüne koyarım. Bu tür kaynakları hakkında yazacağım kitabı daha iyi anlamak veya daha iyi anlatabilmek için bir anahtar olarak görürüm. Hep bir “işte” anını kovalarım. Buldum! İşte bu, kitapta aynen bu gerçekleşiyor.

AKLIN GÖLGELERİNİN DEVİNİMİ

Örneğin şimdi, en sevdiğim şair Wallace Stevens’ın Gökçenur Ç. tarafından yeni çevrilen kitabına gidiyor elim. Bu düşüncelere, endişelere Stevens’ın şiirinde sürekli rastladığım için belki de. Bu şiirlere yönelerek, onlardan bir ya da iki dizeyi cımbızla çekerek bir yere ulaşacağım yanılgısına kapılıyorum. “New Haven’da Sıradan Bir Akşam” şiirinde şöyle diyor Stevens: “Bu evlerin kendimizden yapılmış olduğunu varsayın / Böylece anlaşılmaz çığlıklarla dolu / Anlaşılmaz bir kente dönüşürler, seslerin saydamlığı // Benliğin saydam evlerinde çınlar, / Anlaşılmaz ev devinecekmiş gibi gelir / Aklın gölgelerinin deviniminde.

Tanımadık, bize yabancı olan şeyi zihnimizde yerleşmiş kategorilere başvurarak anlama arzusu. Onları tanıdık biçimlerle harmanlayarak, zihnimizi kurcalayan endişeleri harekete geçirmek ve bu sayede de daha yakından tanıyabileceğimiz yanılsamasına inanmak. Mesela geceleyin yolda yalnız yürürken gözünüze çarpan apartman dairelerini düşünün. Onlardan dışarıya sızan ışıkları. Benim aklıma hep evde yalnız başına oturan insanlar gelir. Sessizce soluyan bir çaydanlık. Herkesin yavaşça odasına çekildiği ve iletişimin gün geçtikçe durulduğu bir aile. Aslında belki de hiç alakası yok; gayet tabii ışığı açık unutulan bir iş yerine bakıyor da olabilirim. Fakat Stevens’ın “aklın gölgelerinin devinimi” olarak adlandırdığı, zihnimde yer etmiş, etkin hale gelmiş imgeler bütün yönelimlerimi koşullandırıyor.

EVRENSELLİK İDDİASI

Bu sayede düşüncelerimi ilerlettiğim ve bir yere yaklaştığım algısına kapılabiliyorum. Halbuki ne kadar yanlış! Çoğunlukla kendi çizdiğim daireler etrafında dönüyorum. Belki de kitaba yönelsem, okurken kendimi güçsüz hissettiğim, kaybolduğum, allak bullak olduğum, harıl harıl tutunacak bir kelime, bir söz aradığım anlara odaklansam daha ikna edici açılımlar elde edeceğim. Hem okur hem de kendim adına.

Fakat insan bazen içinde yaşadığı evreni sürdürmekte ve orada barınmakta karar kılıyor, ısrar ediyor. Zayıflıkları ile yüzleştiğinde veya çözümleyemeyeceği bir anla baş başa kaldığında inkar ediyor veya erteliyor. “Evet! Bunu Gilles Deleuze okuyarak çözümleyebilirim çünkü Deleuze benzer imgeler kullanıyor.” Bazen dostumuzdan gelen bir eleştiriyi üzerimize kondurmak istemeyiz de konuyu saptırırız hani: “Sen hayatı hep hesaplayarak yaşıyorsun.” Kim? Ben mi? Hayır tabii ki. Yani bu aralar belki biraz stresli olabilirim ama. Aslında hep anı yaşayabilen bir insanım!

Yazılarımda, az önce de olduğu gibi, sık sık “insan” ile başladığımı fark ediyorum cümlelerime. “İnsan böyle istiyor.” “İnsanın elinden başka bir şey gelmiyor.” Kim bilir, belki okuyucularım lanet ediyorlardır böyle eli açık bir şekilde insanlık serptiğim için yazılarıma. Ne kadar rahat genelliyor duyguları ve düşünceleri diyorlardır. Ama bir metni incelerken de ‘ben’ kavramını öne çıkarmaktan tedirgin oluyorum çoğu zaman. Örneğin: “Böyle hissettim.” “Bu uyağı seslendirirken şiirin bir birliktelik kovaladığını fark ediyorum.” Bu şekilde yazınca da olmuyor sanki. Metin ile öznel yorumum arasına bir mesafe koymak istiyorum. Üçüncü çoğul şahsa başvurarak bir nesnellik kovalayabileceğimi düşünüyorum. Yorumlarımın içine işlemiş öznelliği göz ardı edebileceğimi sanıyorum.

Hepimiz (yine yaptım) çeşitli söylemsel ve kavramsal dayanaklara tutunarak yaşıyoruz. Eskiden, üniversite çağındayken, Beyoğlu’nda teori üzerine tartışmalar yapılan mekanlara giderdim. Kant’çı, Hegel’ci gibi referansları duyunca hep bir şeyleri kaçırdığımı sanırdım, telaşlanırdım. “Kant’çı çözümleme metotları ile Heidegger’in varoluşçu felsefesini bir araya getirdiğimizde, şehir mimarisinin birey üzerinde kurduğu hegemonyanın…” gibi gibi.

Zaman geçtikçe ve bu teorilerle haşır neşir oldukça, böyle etkinliklerde ipli kukla gösterisi izler gibi hissetmeye başladım. Böyle konuşanlar çoğunlukla kendi düşüncelerini taşıyabilmek adına inceden örümcek ağları örüyorlardı. Heidegger’ci dediklerinde gördükleri evren belki de o odada bulanan diğer insanlarınkiyle benzeşmiyordu bile. Çoğu zaman da açıklama ihtiyacı duymuyorlardı. Yine de eğer düşünce ağlarını örmelerine vesile oluyorsa ilginç devinimler yaratabiliyorlardı. Fakat bir doğruyu kavradıklarına inandıkları an zihinsel düzenekleri hava sızdıran çadırlar gibi yavaş yavaş çökmeye başlıyordu.

ff Irmak Zileli, Gölgesinde, Everest Yayınları, 2017.

GÖLGESİNDE

Irmak Zileli’nin son romanı “Gölgesinde”yi okurken düşüncelerim hep bu güzergahlara çekildi durdu. Sıklıkla kitabı kapatıp kucağıma almak istedim. Kitaptaki imgelerin aklımda yarattığı devinimleri muhafaza ederek dış dünyaya bakmak, onlar aracılığıyla her şeyi yeni bir gözle görebilmek istedim. Uzun zamandır sosyal bir okuyucu olmaya ara vermişken birden okuduğum kitap ile bir yerlere gitmek istedim. Ufak molalar ile kitabın sözünü kesip başkalarıyla konuşmak, kitaptan kaçmak istedim. Sonra da hararetle geri dönmek.

Romanın birinci bölümü “Arayış”ta iki farklı zaman arasında gidip gelsek bile bir dört duvar arasında kalmışlık ve takılmışlık hissi hakim. Leylâ evi terk ettikten sonra kocası Fikret’in polis tarafından sorgulanışını okuyoruz. İlişkileri hakkında detaylar alarak Leylâ’nın nerede olabileceğini bulmaya çalışıyorlar. Polisin sorgulaması giderek bir terapi seansına dönüşürken Fikret’in başlarda savunduğu düzenli, derli toplu hayatına olan inancı bocalamaya başlıyor. Polis’in sorduğu sorular karşısında hep bir savunma moduna geçiyor.

KIRILMA NOKTASI

Kitabın benim için en çarpıcı anı bu bölümün sonunda geliyor. Polis ile arasındaki dinamik iyice gerildikten sonra, artık birtakım gerçeklerle yüzleşmeden devam edemeyeceğini anlayan Fikret teorilerine sarılıyor. Artık ağzına sakız olmuş varoluşçu bir kanıyla mat etmeye çalışıyor polisi: “aslında size bir şey söyleyeyim mi, özünde her insan yalnızdır. Bunun farkında olmayanlar debelenip dururlar, kendilerine bir eş ararlar ya da bir grubun parçası olmaya çalışılar.” Polis, Fikret’in bu kanısıyla çelişiyor. Neden efendim? Neden özünde herkes yalnız olsun ki, diye sorgulamaya başlıyor.

Fikret her ne kadar tepeden bakmadığını iddia etse de sürekli olarak siz anlamazsınız söylemine sarılıyor. İçinde yaşadığı kavramsal evremin doğruluğuna öylesine inanmış ki insanın varoluşunun başka türlü yorumlanabileceğine inanamıyor. Öyle ki, polis, “içinizde derin bir mutsuzluk var gibi” dediğinde de hiddetlenip “memlekette herkes kendi işini yaparsa inanın bana güllük gülistanlık bir yer olur burası” diye düşünüyor. Polisin söylediğini ve söyleme hakkını sorun ediyor fakat kendisinin, taviz vermeyen, evrenselci söyleminin bir sorun teşkil edebileceğine akıl erdiremiyor.

Bu an kitap için bir kırılma noktası çünkü Fikret insanın yalnız oluşu hakkındaki kanısına kütüphanesinden dayanak bulmaya çalışırken, aniden Leylâ’nın sesi beliriveriyor:

Umutsuzca kütüphaneye bakarken, arkadan bir ses duydu. ‘G,’ dedi biri, ‘G harfine bakacaksın,’ Dondu kaldı Fikret. Bu, polisin sesi değildi. Gözleriyle görme arzusunu dizginledi. Hayalkırıklığına uğramak istemiyordu. Ses bu kez ismi söyledi, ‘Gasset, değil mi? G’de olacak.’”

Karakterlerin kitaptaki gelişimi romanın yapısal gelişimi ile organik bir bağ içinde ilerliyor. Zileli’nin, romanın birinci bölümünü bu an ile noktalayıp Leylâ’nın hikayesine geçişi tabii ki bir tesadüften ibaret değil. Fikret’in teoriye yöneldiği ve çaresiz kaldığı bu an, yazarın da teorinin sınırları ile yüzleşmesine tanık oluyor. Yazar teoriden bir haylice beslenmiş olsa bile, teoriye bir katiyet atfetmenin okuyucuyu çıkmaza hapsedebileceğini de farkında. Fikret’in kitaplığına, teori evrenine yönelirken hissettiği çaresizlik ile romanın anlatısal düzeninin artık eskisi gibi ilerlemeyeceği ile yüzleşmesi örtüşüyor.

Bu noktada teori anlık bir tehdit gibi beliriyor. Evet, Fikret, Ortega y Gasset’in insan ve toplum hakkındaki çözümlemelerini sabaha kadar okuyabilir ve roman bu şekilde de devam edebilir. Ancak bu durumda, halihazırda bir kapan haline gelmiş teori, bu sefer romanı da içine çekmekle tehdit ediyor. Leylâ’nın sesi de buna engel oluyor.

İDRAK ETME ARZUSU

Zileli kitap boyunca toplumun damarlarına işlemiş cinsiyetçiliği hem etken hem de edilgen düzeylerde inceliyor. Karakterlerine asla bir önyargı ile yaklaşmıyor, tersine hepsini anlattığı kadar anlamak da istiyor. “Cinsiyetçi” bir karakter yaratmaktansa cinsiyetçiliğin yarattığı davranış ve söyleyiş biçimlerini anlatıyor. Bunu yaparken ister istemez edebiyatımıza yerleşmiş kalıplarla yüzleşiyor ve okuyucusunu yüzleşmeye mecbur bırakıyor. Örneğin, edebiyatımızda sıklıkla karşılaştığımız, tek bir gerçek veya doğru ile olay yerinden uzaklaşılabileceğine inanan maço yönelimleri sorguya çekiyor.

İnsan varoluşsal olarak yalnızdır” gibi bir cümleden bahsediyorum. Hani insanı eline bir kalem aldırıp altını çizmeye mecbur eden türden. Budur, dedirten. Metnin bütün enerjisini, ‘dersi’ni taşıyormuş edasıyla yazılmış cümleler. Fakat Zileli’nin romanında böyle anlar hep kısa soluklu. Okuyucuyu geçici bir süre için kendi egemenliklerine inandırıp ardından yavaş yavaş çözülmeye başlıyorlar. Roman da işte böyle bir noktada, Fikret’in kendini ifade etmekte güçlük çekip, bir çıkmaza girip, yine kavramsala yöneldiği bir anda, çözülmeye başlıyor. Leylâ’nın sesi, sorusu romanın “Yürüyüş” başlıklı ikinci kısmını kaçınılmaz kılıyor: “Hiç değişmemişsin,” diyerek gülümsedi Leylâ, “kestirip atmakta üstüne yok. Soruyu tersine çeviriyorum öyleyse, hissetme çabasının kendisinin hiç mi önemi yok?”

Tabii ki de bir karakterin dünya algısı ile romanın anlatmak istediği aynı olmak zorunda değildir. Çoğu zaman da aynı değildir zaten. Fakat yazarın ikisi arasındaki mesafeyi canlı tutması bir hayli zordur. Çünkü bu mesafeyi fark eden okuyucunun bölünmesi gerekir, farklı kişilikleri aynı anda sürdürebilmesi gerekir. Zileli bunu, özellikle kitabın ikinci bölümünde, müthiş bir ustalıkla başarıyor. Bir şeyleri anlarken, anlamanın da geçici bir hâl olduğunu anlatıyor. Her şeyin kavranabilir boyutlara ulaştırılamayacağını, tanımanın, tanımaya çalışmanın ve tabii ki hissetmenin ne denli güçlü olduğunu gösteriyor. “Çünkü insan bir adım atıp durmaz. Bir adım atıyorsa, ardından ikincisi gelecek demektir. İdrak öyle değil. İdrakte tamamlanmış bir şey var. Erkekçe bir şey. İdrak kelimesi ile babamı yan yana düşünüyorum nedense… İdrak et, farkında ol, bastığın yeri toprak diyerek geçme, fethet.

YÜRÜYÜŞ

Böylece romanın ikinci bölümü tamamen farklı bir anlatı türüne geçiyor. Artık yürüyen, yürürken düşünen, çıkmaza girdiğinde ‘öteki’ine ihtiyaç duyan bir karakter ile karşılaşıyoruz. Burada ötekine duyulan ihtiyaç dört duvar arasında kalmış, katılaşmış kanılar üzerinden tatmin edilebilecek bir ihtiyaç değil. Tersine, insanı hazırlıksız yakalayan, bağnazlıklarını gevşeten, yeni anlatı türleri ile yakın ilişkiler kurmaya mecbur eden türden. “Aslında insan kendisi için de bir gizem. Kapıldığımız en büyük yanılgı, kendimizi tanıyabileceğimiz yanılgısı. Bunun imkânsız olduğunu düşünmüyor musun sen de?”

Irmak Zileli, geçen hafta K24’te yayınlanan bir yazısını “eleştirmenlerin yalnızca sanat eserinin değil, öteki kuramsal çalışmaların da okuru, hatta saf okuru olmaya ihtiyacı vardır,” diye bitirmişti. Bu cümleyi okurken “Gölgesinde”yi düşünmeden edemedim doğrusu. Çünkü bu roman “saf okur” olmanın ne demek olabileceğini okuyucularına düşündüren türden, düşünmeye mecbur eden türden. Ve son zamanlarda okuduğum en düşündürücü, en heyecan verici romanlardan. “Yürüyüş” bölümü günümüz edebiyatında gittikçe yaygınlaşan yürüme konusuna yepyeni bir soluk getiriyor. Okumanızı kuşkusuz tavsiye ederim. Size söz: bitirdiğinizde bambaşka bir okuyucu olmak isteyeceksiniz.