Ahmet Muhip Dıranas: Yahu kardeşim benim Fahriye'den başka şiirim yok mu?

Ahmet Muhip Dıranas'ın ölüm yıl dönümü 21 Haziran anısına yeğeniyle bir röportaj gerçekleştirdik. Aydın Aksu, Ahmet Muhip Dıranas için," Ünlüydü ama burnu büyük değildi, yine de herkesle görüşmezdi. Nevi şahsına münhasır bir adamdı. Herkesle hemen samimi olamazdı. Kolay güvenemezdi. Mutlu olduğunda ise inanılmaz keyifli birine dönüşürdü. Espriler, hikayeler gırla giderdi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR  -  ‘Şiirimizde mutlu bir raslantı’ demiş Turgut Uyar  A. Muhip Dıranas için… Attila İlhan’a göre de hece ölçüsünde en iyi yazan iki şairden biridir. 'Lisede keyifle okunabilen 5 şairden biri’ olarak bahsedilen şairi, yeğeni Aydın Aksu ile 21 Haziran ölüm yıl dönümü için birlikte andık.

Ahmet Aksu ile. Aydın Aksu ile.

'Olvido', 'Ağrı', 'Köpük', 'Serenad', 'Kar' gibi pek çok eşsiz başyapıtı olmasına rağmen, 'Fahriye Abla' şiirinin şairini gölgede bıraktığı bir adam Ahmet Muhip Dıranas…

İsmi konusunda kimi Dranas, kimi Dıranas diye yazıyorken, Cemal Süreyya ‘Günler’ kitabında Muhip Bey’in kendisinden ‘Dıranas’ diye bahsettiğini söyleyerek son noktayı koymuş. 30 yıla yakındır Bozcaada’da yaşayan yeğeni Aydın Aksu ile, dayısının soyisminin nereden geldiğinden, büyük bir aşkla sevdiği karısı Münire’ye, evlerini adeta bir şair dergahına döndüren ünlü dostlarından, darbeyle hapse girişine, duygusallıkla beslenen karakterinden, kitapsız bir şair olarak ünlü oluşuna kadar tüm detayları konuştuk.

Öncelikle Dıranas soyismi nereden geliyor?

Dedem, yani dayımın babası Sinoplu. Sinop’un Ayancık beldesinin Salı köyünden… Muhteşem bir yer. Bunların asıl soyadı Öküzoğulları imiş. Meğerse Oğuz Türklerinin o tarafa giden kolu Öküzoğulları boyu; bayraklarında da öküz kafası var. Sonra gel zaman git zaman, dedem bakmış artık biraz tuhaf duruyor, ‘Öküzoğlu Ahmet Öküz’ denince… Lakap olarak da kullanılıyormuş o zamanlar hatta. Neyse, soyadı salınırken, orada Dıranas Dağları vardır ya, o dağlardan esinlenmiş ve soyadı Dıranas olarak değiştirmiş.

Ahmet Muhip Dıranas, 1936. Ahmet Muhip Dıranas, 1936.

Genelde Muhip Bey derlermiş kendisine. Ona Muhip ismini kim vermiş?

Muhip, bağlı demek. Belki bu yüzden ailesine o kadar bağlı biriydi dayım, isminin anlamını taşırmış. Kimin koyduğunu bilmiyorum ama mesela İngiliz Muhipleri Cemiyeti vardı bir zamanlar, dolayısıyla sık kullanılan bir isimmiş.

Kendiniz de şiir yazıyorsunuz, şiiri size sevdiren dayınız mıydı?

E, onun çok büyük bir etkisi var tabii. En az babam kadar severdim dayımı. Ama onu sevdiğim için değil, gerçekten olağanüstü bir şair olduğu için sevdim ben şiiri. Şanslıydım da, çünkü evimize onun bir sürü şair arkadaşı gelirdi.

O zamanlar okul talebesiydim. Dedem, dayım, bizler Ankara’da yaşıyorduk. Babam Ankara’da subaydı fakat İstanbul aşığı bir adamdı. Emekli olduktan sonra İstanbul’a taşındık ama hayatımızın büyük bir kısmı Ankara’da geçmiştir.

Ailesi şair olmasına bir tepki göstermemiş mi?

Yo, hayır. Liseden sonra aslında hukuk okumuş dayım ama sonra hukukun ona göre olmadığını anlayınca, edebiyat fakültesinde felsefe okumuş. Çok duygusal bir adamdı. Hukuk gerçekten ona uygun değildi.

Dayınızla eviniz yakın mıydı?

Çok yakındı. Dolayısıyla o şair arkadaşları geldiğinde, ben de genelde orada olurdum. Ev dolar taşardı. Toplantılar yaparlardı, ben de onları dinlerdim.

EVİ, ŞAİRLERDEN OLUŞAN BİR DERGAH ADETA…

Kimler gelirdi size?

Orhan Veli gelirdi mesela, İsmail Safalar hep oradaydı; Rauf Mutluay, Mehmet Çınarlı, Edip Cansever, çok yakın olduğu Cahit Sıtkı (Tarancı) yani o zamanın şairlerinden aklınıza kim geliyorsa hepsi dayımın evindeydi. Zaten Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Ahmet Hamdi (Tanpınar) onun öğretmenleriydi. Arkadaşlıkları hep devam etmişti. Hasan Ali Yücel çok sıkı dostuydu mesela. Birbirlerini çok severlerdi. Onu çok net hatırlıyorum. Ben bir köşeye oturur, ilgiyle onları ve tartışmalarını dinlerdim. O ortamda bulunmak bile büyüleyici bir şeydi.

Ne yaparlardı bir araya gelince, şiir mi okurlardı?

Şiir de okurlardı ama kavga da ederlerdi. Birbirlerinin şiirlerini eleştirirlerdi. O onunkini beğenmez, öteki onun şiirine müdahale eder falan; aralarında öyle tatlı bir çekişme olurdu. Kelimeler üzerinde, mısralar üzerinde oynarlar, birbirlerini yazdıkları şiirler üzerinden tenkit ederlerdi. Rakılar gelirdi, rakı içerlerdi hep beraber ama güzel içerlerdi. Sohbet daha da koyulaşır, daha da tatlılaşırdı.

Rakı içmeye nereye giderlerdi?

İstanbul’da Cumhuriyet Meyhanesi vardı –hala var sanıyorum-, oranın üst katında buluşulurdu genelde. Bir de bir Rum’un meyhanesine gidilirdi. Gerçekten de güzel içerdi. Kadehleri evin her yerine dağılmıştı. Bakarsın piyanonun üzerinde, koltuğun yanında, kendisi yoksa bile kadehleri evi gezerdi.

En yakın arkadaşları genelde garip akımından olmasına rağmen, kendisi o akıma hiç dahil olmamış.

Evet, olmadı gerçekten de. Aynı akımdan olmadıkları için birbirleriyle tartışırlardı zaten. Ülkenin ilk hececilerindendi. Sese çok önem verirdi.

Genelde şairler bohem bir hayat yaşarlarmış o devirlerde, öyle fazla bir maddi gelirleri yokmuş ama Muhip Bey aileden biraz varlıklıymış sanırım; yurtdışı gezileri, seyahatler falan…

Fena değildi ailesinin durumu. Ama bayağı da çalıştı dayım. Direkt genel müdür olarak başlamadı.

Dayınızın ünlü olduğunu biliyor muydunuz siz küçükken?

Biliyordum tabii. Evde konuşulurdu. Hatta bizim ortaokulda, lisede onun şiirlerini okuturlardı. Edebiyat hocalarımız onları imgeletirlerdi. Genelde edebiyat hocalarımız yeğeni olduğumu bilirdi. Ama öyle yüksek notlarım yoktu. Dayım beni edebiyat çalıştırmadı hiç.

Peki, ailede bu kadar ünlü biri olunca, ona daha mı özenli davranılırdı?

E, tabii. Biraz daha ayrıcalıklı davranılırdı. Çok saygı duyulurdu. Dayım geleceği zaman evde kıyamet kopardı, onu doğru düzgün ağırlayabilmek için annem elinden geleni yapardı. Babamla rakı içerlerdi beraber. Sonra yandan yandan ben de katıldım onlara.

Dayınızı düşününce aklınıza ilk neler geliyor? Nasıl bir dayı idi?

Çok sert bir adamdı ama görüntüsü öyleydi. İnsanlar ondan çekinirdi ama en çok ben çekinirdim. Keskin hatları vardı. Baktığı zaman da titretirdi yani. Ben çocuktum ama dayımın yanında bir hata yapacağım diye çok korkardım. Biraz ürkerdim ondan çocukken. Beni çok severdi ama. O sert görüntüsünün altında çok iyi bir kalp vardı. Herkese elinden gelen yardımı yapmaya çalışırdı.

İhtiyacı olanlara kapısı açıktı daima. Annesine, kız kardeşine çok bağlıydı, her İstanbul’a gelişinde mutlaka onları ziyaret ederdi. Çocukları da çok severdi.

KİTAPSIZ ŞAİR VE ZARİF ADAM

Onun çocukluğuyla ilgili neler biliyorsunuz?

 Pek bir şey bilmiyorum ama Cebeci’deki iki katlı evle ilgili devamlı anlattığı bir hikaye vardı. Bunların dayım daha ufakken çok enteresan bir kurt köpeği varmış; ismini hatırlamıyorum. Yukarı sobaya odun taşırmış. Hadi oğlum git odun getir deyince, köpek o iki katı iner, ağzında odunla gelirmiş. Annemle, dayımın o köpekle fotoğrafları vardır.

Size çok mu kızar mıydı?

Öyle bağırıp çağırmazdı ama dediğim gibi bir bakışı, kaşlarını çatması yeterdi. Bize düşkündü. Hiç evladı yoktu, çocukları olmadı.

İstemedikleri için mi?

Duyduğum kadarıyla çocuk istiyorlardı; özellikle dayım çok istiyormuş ama o zamanlar böyle tedavi imkanları yokmuş.

Belki de bu yüzden Çocuk Esirgeme Kurumu’nda başkanlık yaptı?

Belki de. Yıllarca da bırakmadı o görevini. Fahri olarak da çalıştı, ücret almadan.

Birkaç yere baktım, kitaplarını bulamadım…

Haklısınız, çok da zor bulunuyor, ancak sahaflarda bulabiliyoruz kitaplarını. Artık basılmıyor maalesef. Hiç kitabı yoktu dayımın ilk yıllarda, hatta ona ‘kitapsız şair’ derlerdi. Defterlerine yazardı şiirlerini. Edebiyat mecmualarında, gazetelerde paylaşırdı. Radyoda söyleşiler yapardı.

Kitapsız olmasına rağmen ün yaptı dayım. Sonra ‘Şiirler’ diye bir kitap çıkardı. İlk İş Bankası Yayınları’ndan çıkmıştı, sonra Yapı Kredi Yayınları bastı kitaplarını. E, şiire fazla ilgi de kalmadı zaten.

Çok zarif bir adamdı deniyor. Zarafeti nereden geliyordu?

Aynen öyle, gerçekten de çok zarif bir adamdı. Çok zarif ve çok yakışıklıydı. Saçları hiç dökülmedi, bembeyaz ve gür saçları vardı. Ben özellikle çok yakışıklı bulurdum. Yemesini içmesini, oturmasını kalkmasını, konuşmasını, görgüyü çok iyi bilirdi. Çok şık giyinirdi. Hatta bana da bu anlamda yol gösterdiği olmuştur. İngiltere’ye, İtalya’ya gittiklerinde kendi seçtiği kıyafetlerden getirirdi bana da.

Şairler için çok çapkın derler ya hani, kadınlar peşlerinden ayrılmazlarmış, bir mısraya aşık ederlermiş onları falan; dayınızda da böyle bir durum var mıydı?

Olmaz mı! Vardı tabii ve hakikaten hanımlar dayıma çok ilgi gösterirlerdi, yengemle de hep bu yüzden tartışırlardı.

Münire Hanım ve Ahmet Muhip Dıranas. Münire Hanım ve Ahmet Muhip Dıranas.

Nasıl tanışmışlar yengenizle?

O zamanlar dayım genç, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun başkan yardımcılığını falan yapıyor. Sonra uzun yıllar başkanlık da yaptı. Oraya yengem bir iş için gelmiş ve ilk kez orada birbirlerini görmüşler.

Dayınızın ilgisini çektiğine göre güzel bir kadınmış demek ki...

Yengem gerçekten de çok güzel bir kadındı. Büyük ihtimalle ilk görüşte aşktı onlarınki!

Nasıl bir aşk hikayeleri vardı?

Bir dargın, bir barışık! Çoğu zaman kavga kıyamet kopardı. Benim bir kaçına şahit olmuşluğum vardır. İstanbul’dan Ankara’ya geldiğimde onlarda kalırdım, odama geçerdim ama onlar bir kapışırlardı, odadan duyardım.

Sebep diğer kadınlar mıydı?

Bilemiyorum, büyük ihtimalle öyle olmalı! Başka sebepler de vardır mutlaka.

'İÇERİ GİRİP ÇIKINCA, YAKIN DOSTLARI SELAM VERMEMEYE BAŞLADI'

Şair kişiliğine rağmen devletin bir çok kademesinde bulunmuş dayınız…

Son yıllarda İş Bankası’nın yönetim kurulundaydı, bu vesileyle çok sık görüşürdük çünkü İş Bankası’nın toplantıları hep İstanbul’da olurdu. İstiklal Caddesi’nde bankanın genel merkezi vardı. Bir ara partili oldu, önce CHP’de idi, sonra Demokrat Parti’ye geçti oradan milletvekili adayı oldu ama seçilemedi, sonra CHP’ye geri döndü.

Sizin siyasi görüşlerinizi etkiledi mi? Yani sizinle siyaset konuşur muydu mesela?

Büyüdüğüm zaman konuşuyorduk tabii ama siyaset hakim bir konu değildi. Bir defasında, ben Haydarpaşa Lisesi’nde son sınıfı okurken -60 ihtilalinden hemen evvel-, çok kıymetli bir biyoloji hocamız bir yurtdışı gezisi organize etmişti. Döviz kıtlığı var o zaman, ülkede döviz bulmak büyük mesele…

Gitmek için hazırım ama bir türlü dövizi toparlayamıyoruz, dolayısıyla atladım, Ankara’ya dayıma gittim. Anlattım durumu, çözerse o çözecek çünkü… O zaman ‘dur bakalım, ortalık biraz karışık ama halletmeye çalışırım’ dedi. Mayıs’ın sonunda gidecektik, derken 27 Mayıs patladı. E, dayımı da içeri aldılar tabii.

Ne kadar kaldı?

Çok kalmadı, bıraktılar ama bayağı sıkıntılı günler geçirdiğini hatırlıyorum. Çok yalnız bırakıldı. Eski dostları falan selam vermemeye başladı. Ama bu durum böyledir biliyorsunuz, içeri girdi çıktı ya, etrafta kimse kalmaz. O da yalnız kaldı. Duygusal bir adamdı, çok kahroldu. O zamanlar bize daha sık gidip gelmişti. O hayal kırıklığını atlattı sonra ama bayağı yara aldı.

KONTUN OĞLU CÜZDANINI ÇALMAYA KALKMIŞ…

Nasıl bir karakteri vardı?

Ünlüydü ama burnu büyük değildi, yine de herkesle görüşmezdi. Nevi şahsına münhasır bir adamdı. Herkesle hemen samimi olamazdı. Kolay güvenemezdi. Mutlu olduğunda ise inanılmaz keyifli birine dönüşürdü. Espriler, hikayeler gırla giderdi. Girdiği ortamda dikkat çekerdi. Dile karşı korkunç bir yeteneği vardı. Bu bir kabiliyettir biliyorsunuz, dayım da İngilizce ve Fransızcayı kendi kendine öğrenmiş.

Gerçekten mi? 3 dil mi biliyordu?

Aslında 4 dil biliyordu. İtalya’yı çok severdi, bu yüzden yengemle devamlı giderlerdi. Gide gele İtalyancaya merak sardı ve onu da kendi kendine öğrendi. Hatta Milano’da sanırım, bir tramvayda başına bir iş geliyor, cüzdanını çalıyorlar. Daha doğrusu bir genç cüzdanını çalmaya teşebbüs ederken, dayım hemen onu bileğinden tak diye yakalıyor. Mahkemeye çıkılıyor ama dayım avukat tutmuyor; kendi derdini kendi anlatmak istiyor.

İtalyanca'sını test etmek için mi?

Aynen öyle. Ama hikaye bundan sonra güzelleşiyor. Meğer cüzdanını çalmaya kalkan bir kontun oğluymuş, kleptomanmış, sonra o aileyle çok samimi oldular. Yıllarca birbirlerine giderek hep görüşmeye devam ettiler.

En sevdiğiniz şiiri neydi?

Olvido. Onu çok severim. Bana çok hitap eden bir şiir, her okuduğumda etkilenirim. Çok hoşuma gider o şiir. Bir de askerliğini Doğu Beyazıt’ta yedek subay olarak yapmıştı. Çok sevdiğim Ağrı şiiri de, Kar şiiri de oradan gelir zaten.

Şiir yazarken hiç gördünüz mü kendisini?

Ben hiç görmedim, hatta onu yazarken bir tek yengemin gördüğünü düşünüyorum. Bir odası vardı, odasına kimse girmezdi, mümkün değildi. Zaten oturacak yer bulamazdınız. Her taraf kitaplarla doluydu. Kütüphanesi, masasının üstü hep dolu ve dağınıktı. Kimse dokunamazdı onlara, sonra neyi nereye koyduğunu bulamazdı. Bir tek arkadaşlarını alırdı odasına.

Sizin ses tonunuz bayağı tok ve güçlü, dayınızın sesi nasıldı?

Dayımın da öyleydi. Şiir onun sesine yakışırdı ve çok güzel şiir okurdu. Her şair şiir okuyamaz ama dayım bu konuda özeldi gerçekten de. Radyo programlarında da şiirlerini okurdu. Şiir okusun diye pek çok insan onun ağzına bakardı. Bende birkaç ses kaydı var hala.

. .

Dans eder miydi, ya da şarkı söyler miydi?

Dans ettiğini hiç görmedim ama mırıldanırdı. Şarkı söylemezdi ama kendi kendine mırıldanırdı.

Neyi sevmezdi mesela?

Mesela gidilir, bir toplantı yapılır, oturulur konuşulur; ‘Muhip Bey bir şiir okusana’ dediklerinde çok sinirlenirdi. Ancak içinden gelirse okurdu, bazen istekleri kıramazdı ama istek olmasını ya da okumaya zorlamalarını sevmezdi. Kızardı çok.

'YAHU KARDEŞİM, BENİM FAHRİYE ABLA’DAN BAŞKA ŞİİRİM YOK MU?'

Fahriye Abla şiirinin hikayesini biliyor musunuz?

Toplantılarda hep o şiiri isterlerdi zaten, dayım da ‘Yahu kardeşim, benim başka şiirim yok mu?’ diye kızardı çok. Tüm şiirlerini Fahriye Abla’nın gölgelediğini söylerdi.

Neyse Ankara Cebeci’de, -dedem de bir çok cephede savaşmış bir askerdi, tüfekçi ustasıymış- ahşap bir ev yapmışlar, dayım da o evde doğmuş. O evi biliyorum, gerçi yıkıldı gitti ama.

O mahallede –tabii ismi Fahriye değilmiş ama- bir kadını çok beğenirmiş. O şiiri yazdığında da hayli gençmiş. Daha fazla detay bilmiyorum çünkü dayım bu tip konuları hiç konuşmazdı. Ketum bir adamdı. Bunlar hep annemden, anneannemden duyduklarım…

Filmi çekildiğinde bile çok ilgi gördü. Müjde Ar’ı o role çok yakıştırmıştım.

Evet, çok oturmuştu gerçekten.

Çok sigara içermiş!

Günde 3-4 paket sigara içerdi ama sonra bıraktı. Nargile içmeyi çok severdi, ben de nargileye götürürdüm dayımı; yıkılan tiyatro vardı ya, Tepebaşı Tiyatrosu, oraya nargile içmeye giderdik. Tepebaşı’nın oradan inerken, köşede şairlerin, yazarların takıldığı bir kahvehane vardı. O zaman herkes nargile içerdi. Orada arkadaşlarıyla olduğu için çok mutlu ederdi bu onu.

Ama eskiden çok fazla sigara içtiği için solunum yetmezliğinden çok çekti. Bostancı’daki evimiz 3’ün kattaydı –asansör yoktu o zaman-, geldiğinde nefes nefese ‘yeğen be, ihtiyarlık rezillik’ derdi. Sonra masaya oturur, ‘ver bi sigara’ derdi. ‘Ya dayı, şimdi nefes nefese geldin’ deyince, ‘oğlum, sigara içmeyen adam bacası tütmeyen eve benzer’ derdi…

Kaç yaş vardı aranızda?

30 yaş gibi.

Siz de şiir yazıyorsunuz. Şairlik genetik olabilir mi?

Asıl benim küçük kızım Neslihan bu konuda gerçekten yetenekli; e benden geçmediğine göre, bu büyük ihtimalle dayısından geliyor.