Şirin Tekeli ve bir kitaptan kalanlar

Bir insanı kaybettiğimizde, hele ki bu insan bir şekilde hayatımıza bir yerlerden dokunduysa ağır bir duygu bırakıyor. Şirin Tekeli, Nükhet Sirman ile bu kitabı çevirdiğinde bir insanın yaşamında bu kitabın nasıl bir yeri olacağını tahmin etmiş midir, bilmiyorum. Ama şimdi o günleri düşündüğümde yine onun gibi yaşamıma dokunan insanlarla karşılaşmış olduğumu bu yazı sayesinde tekrar fark ettim.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bazı insanlar hayatınızın bir yerinde olur, hiç görmemiş tanımamış olsanız da onun varlığını duyarsınız ve güç alırsınız. Şirin Tekeli hocayı kaybedince düşündüm bunu hastaneye kaldırıldığı haberini görmezden gelmiştim samimi olmam gerekirse, coğrafyamızın bunca keşmekeşi içerisinde Şirin Tekeli’nin gitmeyeceğini, bir şekilde başına bela olan hastalığı kovacağını düşünmüştüm cadı süpürgesiyle. Hâlâ da inanabilmiş değilim gidişine.

Yazarken duygusallaşmayacağım dedim kendime ama beceremeyeceğim sanırım. Şimdi şile bezi elbiseleriyle, kedili fotoğrafları gelip geçiyor ekrandan. Türkiye’de kadın hareketiyle hemhal olan herkese bir şekilde dokunmuştur Şirin Tekeli söylemeye de gerek yok zaten. Hafızamı yokladığımda kadın hareketine kattıkları, eylemciliği, yazılarının yanında çevirdiği kitaplar da tek tek geçiyor zihnimden, mesela Şirin Tekeli’ye dair belleğimi kazırken bir kitap düştü aklıma.

Öğrencilik zamanlarında antropolojik yöntem çalışmalarına dair aldığım bir ders için Germaine Tillion’un Harem ve Kuzenler adlı kitabını seçmiştim. Kitabı ders bağlamında inceleyecektim. Çevirmenleri Şirin Tekeli ve Nükhet Sirman’dı. Bu hafta Duvar Kitap vesilesiyle o yazıyı paylaşmak istiyorum. Şirin Tekeli’nin en azından kendi yaşamıma kattıklarının bir parçası olduğu için ve nasıl bir eksiklik olacağını hem kendime hem de hepimize hatırlatmak için.

GERMAINE TILLION'UN HAREM VE KUZENLER

Antropolojik bir alan araştırmasının nasıl olması gerektiği sorusu dönemler içinde farklı şekillerde dile getirilmiştir. Bu nedenle antropolojik veya etnolojik bir metni kuramsal çerçevede değerlendirirken sanırım dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi antropoloğun alana çıktığı ve oradan edindiği bilgiyi yazılı bir hale getirdiği dönemdir. Çünkü antropoloji de pek çok sosyal bilim gibi dönemler içindeki sosyal, siyasi ve kuramsal tartışmalardan etkilenen değişim gösteren bir alandır.

Yukarıda bahsedilen açıklamayı dile getirme sebebim değerlendirmeye çalışacağım Harem ve Kuzenler adlı kitapla oldukça yakından ilişkili. Kitap kendisini bir etnolog olarak tanımlayan Tillion’un 1934-1940 yılları arasında bugünkü Cezayir’in Aures bölgesindeki yerleşik ve yarı göçebe Berberi aşiretleri arasında yapmış olduğu alan araştırmasına ve yazarın geniş Akdeniz diye nitelendirdiği Atlas Okyanusu’ndan Himalayalar’a kadar olan bölgede, başka araştırmacılar tarafından yapılmış çalışmalara dayanıyor. Kitabın bir etnoloji metni haline geldiği dönem ise 1960. Bu nedenle elimizdeki metin bugün konuştuğumuz ve diyalojik ya da özdüşünümsel diye adlandırdığımız perspektiften oldukça uzak. Bundan dolayıdır ki metni dönemine göre yorumlamak ve anakronik bir yanılgıya düşmemek de önemli sanıyorum.

1960’lar Antropolojisi Küresel düzeyde egemen olmaya başlayan ve sömürgecilik sonrasında değişemeyen toplumları “çağdaşlaştırma” adına yapılan tüm müdahaleleri meşrulaştıran bir zemin oluşturur. Ayrıca kuramsal çerçevede kitap Marksist ve sosyal evrimci bir bakış açısı içeriyor ki sanırım bu dönemde bu durum kaçınılmaz gibi. Tillion’un kitabının konusu ve amacı kısaca, Ortadoğu ve Akdeniz toplumlarındaki- kimine göre ‘modern’ olmayışı sonucunda, kimine göre ise unutulduğu için- ‘toplumsal çürümeye’ yol açan akraba evliliği, kan davası, namus cinayeti, kadınların (özellikle toprak söz konusu olduğunda) mirastan yoksun bırakılması ve baş örtüsü gibi geleneklerin ortaya çıkışını ve evrimini açıklamak.

Tillion bu durumun sadece İslamiyet’le açıklanamayacağına kanaat getirip, Heredot’tan İbn-i Haldun’a kadar pek çok eseri inceliyor ve yukarıda bahsedilen ona göre “toplumsal bozulmaya” yol açan durumları açıklamaya çalışıyor. Kitabın başlığı Tllion’un Neolitik Devrim’le oluşan toplumların yapısına verdiği adı yansıtıyor. Tillion çalışma yaptığı bölgeleri dönemin diliyle ‘Eski Dünya’ olarak tanımlıyor, ‘Yeni Dünya’ bilimin ve teknolojinin hâkim olduğu Batılı modern dünyadır ki kendisi kitap boyunca Fransalı kimliğini (bana göre bir antropoloğun yapmaması gerektiği gibi) ortaya koyarak araştırdığı topluluğa bakmaya çalışıyor.

‘Eski Dünya’ toplum ve akrabalık ilişkileri vasıtasıyla örgütlenmiştir. Toprağı ve malı sahiplenmenin ön koşulu toplumca tanınan bir topluluğun parçası olmaktan, yani belli bir gruba aidiyetten geçen bu toplumlarda, aidiyet de ancak o topluluğa üye olan anne ve babadan geçmektedir. Soya dayalı bu toplumsal örgütlenme Tillion’a göre akrabalığın gündelik yerel hayatı yönetme biçimidir. Ona göre bu ‘Eski Dünya’ insan hakları gibi sonradan gelişecek olan kavramlardan oldukça uzaktır.

Günümüz etnografya ya da Antropolojisinin çerçevesinden Tillion’un kitabını değerlendirmek ne kadar doğru olur tartışılır ancak, araştırmacı ya da antropoloğun alana çıktığında kullandığı yöntem, dil, bilginin evrenselliği gibi konular ekseninde kitaptan örneklerle bir değerlendirme yapmak sanırım uygun olacaktır.

BİLGİNİN EVRENSELLİĞİ

Bilginin evrensel olup olmadığı sorunu sosyal bilimlerin yıllardır üzerinde durduğu bir konudur. Bir topluluğun bilgisi diğer topluluklar içinde geçerli genel bir bilgi içerebilir mi? Antropoloji tarihi, diğer alanlarda olduğu gibi bir olgunun evrenselliğinin kanıtlanmaya çalışıldığı pek çok metin içerir. Örneğin; James Frazer ünlü eseri on iki ciltlik Altın Dal’ı hazırlarken tüm dinlerin kökeninin büyü olduğu tezini kanıtlamak için Avrupa halk geleneklerinden, Eski Mezopotamya efsanelerine, Eski Yunan mitolojisine kadar büyü geleneğinin kökeni araştırmış bunu yaparken alana gitmeyip bu konudaki eserleri incelemiştir amacı din bilgisinin büyüye dayandığını evrensel olarak kanıtlama ve bunu evrimci bir şemaya oturtmaktır. Kendisinin bu eseri daha sonraki antropologlarca eleştirilmekten kurtulamaz. Çünkü her topluluğun kültürel değişkenleri aynı değildir, şeklen benzese de ifade ettiği anlam en azından o topluluğun sosyal, coğrafi, ekonomik, geleneksel anlamlarda farklılığıyla devam ettirdiği kültürel alt yapısını yansıtır ve genel değildir.

Tillion Harem ve Kuzenler adlı kitabında benzer bir yöntem izlemiş ve genellemelerden kaçınmamıştır. Ona göre örneğin, “Akdeniz’in kuzeyinde ve güneyinde yani ‘Eski Dünya’da çağdaş gözlemci birçok eski ve özgün gelenekle karşılaşsa da bunların birbirine benzer olduğunu görür ve bu coğrafyanın hemen her yanında erkek çocuğu olmaktan ötürü ruhsal açıdan zor günler yaşamış bir erkek çocukla karşılaşır.” Tillion’un aynı coğrafyada yaşamış olunmasına dayanarak yaptığı bu genellemenin kabul görmemesi gerekir. O bu genellemeyi bu bölgede erkek kardeşlerden önce kız kardeşlerin evlendirilmesine bağlı olarak yapmıştır. Ancak bu kültürel bir durumdur uygulanışı benzer olsa da bireyler üzerindeki etkisinin ve algısının her zaman her yerde aynı sonucu vereceğini söyleyemeyiz gibi geliyor bana.

Yine Tillion’a göre “Cezayir de Türkiye’de olduğu gibi bir kısım şehirli, modernleşme adına kendi toplumlarına at gözlükleriyle bakmıştır. Bu at gözlüğünü en çok aileyi etkilemiştir. Türkiye’de sosyal bilimlerden başlanmak üzere herkes, aile söz konusu olduğunda sadece insan sayısı anlıyor: geniş aileden çekirdek aileye geçiş oysa ki aileyi de kapsayan kan bağı kavramı insanlar arasındaki en gündelik, en sıradan davranış ve ilişki kalıplarını düşünülmeden yapılan bir iç güdü düzeyine getiren çok kapsamlı bir dünya görüşüdür.” Tillion Cezayir ve Türkiye gibi ülkeler hakkında bu değerlendirmeyi yaparken, bu ülkelerin o dönemdeki özgün koşullarını görmezden gelir bana kalırsa. Ve bu iki ülke üzerinden tüm dünya için geçerli olduğunu düşündüğü bir sonuca varıp indirgeyen bir yaklaşımla hareket eder.

Tillion’un kitap boyunca evrensel ve tümelci bir yaklaşımla hareket ettiği söylenebilir. Oysa tümelin bilgisi tikelden geçer tikel olanı anlamadan yapılan evrensel değerlendirmeler çalışılan toplulukla ilgili samimi bir bilgiye değil araştırmacının kendi değer yargılarıyla oluşturduğu bakış açısına dayanır.

DİL VE YÖNTEM

Tillion, günümüz antropolojisin “çalışılan alanın dört mevsimini görmek” olarak nitelendirdiği durumu gerçekleştirmiş gibi görünse de çalışması bugün anlaşıldığı anlamda bir katılımcı gözlem içermez. Kendisi daha önce de sözünü ettiğimiz gibi 1934-40 yılları arasında alana çıkmış ve Cezayir’in Aures bölgesinde bulunan Berberi aşiretleri arasında çalışmıştır. Tillion alanda günümüz antropolojisinin baktığı biçimde bulunmamıştır ki bu o dönem antropolojisinin özelliği ile ilgilidir. Kendisi bu aşiretler arasındaki akrabalık ilişkilerini incelemiş bunu yaparken onları anlamak için çaba göstermemiştir. Onun amacı ilgilendiği konunun bilgisini derlemek ve bu bilgiyi karşılaştırmalı tarih incelemesi halinde yazıya geçirmektir. Bu nedenle Tillion’un Harem ve Kuzenler'i antropolojik bir alan çalışması olmasının ötesinde bir etnografya metnidir. Zaten Tillion’un amacı Neolitik Dönem’den itibaren var olan akrabalık ilişkilerinin, Berberi aşiretleri içinde nasıl devam ettiği bilgisini derlemek ve bunu kanıtlamaktır.

Bugün antropoloğun araştırma yaptığı topluluğun üyeleri ile eşit bir ilişki biçimi geliştirmesi beklenir. Ancak Tillion’un dönemi ki -sömürge sonrası- olarak nitelendirebileceğimiz dönem bu ilişki biçimini kurmaktan oldukça uzaktır. Bu nedenle Tillion için çalıştığı topluluğu anlamak, onu yorumlamaya çalışmak değil, bilgisini veri haline getirmek önceliklidir.

Bir antropolog için alanda önemli olan bir diğer konu dildir. Antropoloğun dili ben dili değil biz dili olmalıdır. Çünkü alanda kurulan ilişkinin dili onları değil bizi işaret etmelidir. Tillion’un kitapta kullandığı dil bir “üst dil” şeklindedir örneğin: akraba evliliğinin Mağrip’te (yazarın bulunduğu alanlardan birisi) yasak olmasının tüm dünya ‘da genel geçer bir kural olduğunu uygulamada aksaklıklar gösterdiğini belirtmek için yazar şu ifadeleri kullanır “Ensest yasağı “ilkel” bir uygulama olarak karşımıza çıktığında, evlenebilecek kişilerden aynı adı taşıyan ve birbirlerine “erkek kardeş” ya da “kız kardeş” diyen bir bölümünü – ki bunlar bizim anlayışımıza göre- akraba olmayabilirler tasfiye eder.” Burada araştırmacı bir kere yine dönemin evrimci anlayışının etkisiyle çalıştığı grubu “ilkel” olarak nitelendirmektedir. Ardında da “bizim anlayışımıza göre” diyerek kullandığı dilde “biz” ve “onlar” ayrımını getirmektedir. Biz ve onlar ayrımını getirmek antropoloğun karşısındakini “farklı” olarak kurması anlamına gelir.

Burada kitap üzerine yaptığım değerlendirmenin can alıcı noktalarını paylaştım. Bu kitap bana dünyaya ve insana nasıl bakmamam gerektiğini, benim gibi olmayanı bana göre kategorize etmenin nasıl da yanlış olduğunu göstermişti. Bu nedenle, teknik birkaç değişiklik dışında o günlerde yazdığım bu yazının ruhunu ve heyecanını korumaya çalıştım.

VASİYET

Bir insanı kaybettiğimizde, hele ki bu insan bir şekilde hayatımıza bir yerlerden dokunduysa ağır bir duygu bırakıyor. Şirin Tekeli, Nükhet Sirman ile bu kitabı çevirdiğinde bir insanın yaşamında bu kitabın nasıl bir yeri olacağını tahmin etmiş midir, bilmiyorum. Ama şimdi o günleri düşündüğümde yine onun gibi yaşamıma dokunan insanlarla karşılaşmış olduğumu bu yazı sayesinde tekrar fark ettim. Bize dokunan bir insandı Şirin Tekeli sadece bu kitabın çevrilmesinde katkısı olmasından da değil tabi ki çok daha fazlasıyla. Şirin Tekeli bir vasiyet bırakmış, onunla sonlandıralım;

“Dostlar şimdiden söyleyeyim: Öldüğümde; İşe yarar tüm organlarım başka bir insana, geriye kalan bedenim ise kadavra olmak için 'Muş - Tatvan yolunda'ki bir tıp fakültesine gitsin. Ve de ayrıca isteyen çan, isteyen teneke çalsın arkamdan; dileyen dua mırıldansın ya da bir kadeh rakı içsin... Her şey serbest ama ne olur herhangi bir Tanrı'nın evine düşürmeyin beni…”