Acıları yenip tepeleri aştıran öyküler!

Emir Çubukçu'nun ilk kitabı 'Günün O Belirsiz Vaktinde' Can Yayınları'ndan çıktı. Çubukçu'nun öyküleri merhem de olabilir, insana dayanma gücü veren ritimler de...

Google Haberlere Abone ol

Melih Levi [email protected]

DUVAR - 

“Çok uzağa gitmek istiyorsan

yolunu, yolundaki engelleri

bilmiyorsun demektir.

Biliyorsan, ancak çok yakına

gidebilirsin.” demiş 'Tüm Ders Notları'nda Ferit Edgü.

Her kısa öykü bu ikilemi, bu gerilimi bünyesinde barındırır. Okuyucu, kurgusal bir düzleme girer girmez, kendisini çevreleyen yeni gerçekliğe uyum sağlamaya çalışır. Belki bir roman kadar ketum değildir öykünün okuyucuyu içine çekme safhası. Daha kısa soluklu bir metin olacağını bildiğimiz üzere, hemencecik kıvrımlarına bırakıp uzaklara gitmeyi arzularız. Kendi dünyamızdan çıkıp başkalarının dünyasına bir çırpıda girivermek isteriz. Modernist ve postmodernist açılımların etkisinde gelişen öykülere, yazma sürecinin kendisi ve imkansızlığı da konu olmaya başladıkça, bu beklenti bir çıkmaza girmeye başlar.

Bir kördüğüm. Anlatıcının verdiği sınavlara şahit olup yazma eylemenin inatçı tavırlarıyla çarpıştıkça nereye gideceğimiz veya gitmek istediğimiz sorusu belirsizleşmeye, solmaya başlar. Onun yerini, önümüze çıkan yazınsal engeller ile başa çıkma uğraşı almıştır. Eş zamanlı olarak anlatının açık kalan pencerelerinden “asıl hikayeyi” toparlamaya, az az bir araya getirmeye çalışmaya devam ederiz. Fakat “asıl hikaye” diye bir şey kalmamıştır artık. Bu farkındalık okuyucunun suratına bir tokat gibi inebilir bazen. Kim kendi hikayesini ellerinde bir akarsu serinliğinde taşıyabilir ki?

İNSAN BİLİNCİNİN NANKÖR BUĞUSU

Emir Çubukçu’nun geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından yayınlanan ilk öykü kitabı “Günün O Belirsiz Vaktinde” böyle kördüğümleri ve çıkış yolu arayan çığlıkları anlatıyor. Evet, çığlıklar: çıkmaza saplanmış, uzakları arzulayan, kimse yok mu diye bağıran, duyuldukça zihne bir hançer gibi saplanan çığlıklar. Çubukçu’nun öykülerinde alışılmışın yani avucumuzda, parmak uçlarımızla hissedilen, bedenen tanınmış bir evrenin, bir ah çekme uzaklığındaki hikayelerin tanınmaz hale gelişine şahit oluyoruz. Onları yeniden kazanmak, hikayeleri tekrardan bir araya getirmek uğraşı karakterleri haliyle başladıkları noktaya geri götürmüyor. Farklı bir ben coğrafyasına doğru sürüklüyor.

Yazarın tiyatro eğitimi ve oyunculuk kariyerinin de bunda bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Öykülerin büyük çoğunluğunda bir monolog keskinliği hissediliyor. Sahnede, bir karakterin en derin düşüncelerine daldığı, en eklemli düşünceleri ile baş başa kaldığı bu anlar bizi karaktere yakınlaştıracak gibi gözükürken, tersine, bizi karakterden uzaklara sürüklerler. Karakterler için de böyledir, bir düşünce berraklığına ulaşmayı hedeflerken, monoloğun sonunda tanımadıkları bir ben ile baş başa kalmışlardır. Hamlet’in “Olmak ya da olmamak” tiradını dinledikten sonra kim kendini güvende hissedebilir? Telaş bütün oyun salonuna yayılmış, insan bilincinin nankör buğusu artık baş köşeye oturmuştur. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle:

Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:

Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor

Yürekten gelenin doğal rengini.

ÇÖZDÜKÇE DOLANAN DÜĞÜMLER

Kitabın ilk öyküsü “Kelebekler” ölen kedilerini gömmeye çalışan yaşlı bir çifti anlatıyor. Şöyle başlıyor:

“Yağmur. Belenmiş toprak. Çipil çipil atıyor. Alaca bir hava. Söndü sönecek. İkisinin de göğsünde ihtiyar traktörler. Hırıltılar, yağmurun sessizliğinde. İki çift göz, fokurdayarak saniye saniye yumuşayan toprağa düşüyor.”

Günün O Belirsiz Vaktinde, Emir Çubukçu, Can Yayınları, 2017 Günün O Belirsiz Vaktinde, Emir Çubukçu, Can Yayınları, 2017

Bu cümlelerde yazarın kitap boyunca ustalıkla sürdürdüğü bir tekniği gözlemleyebiliriz. Dış dünyaya ait, algılanabilen detayların insanın iç dünyasındaki gürültüleri harmanlayışı. Bu sayede de iç-dış arasındaki ayrımın yavaş yavaş erimesi. Karakterlerin geçmişi, bugününü ve geleceği, öykünün zaman tünelindeki sıçrayışlarında değil, içinde bulundukları anın ta kendisinde, anlatımın rastlaştığı engellerde yoğunlaşıyor.

Bu iki ihtiyarın göğsüne yerleşmiş, rahat vermeyen, tonla yükü çeken traktörlerin hırlaması öykü boyunca duyulacak bir titreşim yaratıyor. İkilinin bütün hareketleri bu yükü taşıyor, ya da an gelir de taşıyamazsak tedirginliğini yaşatıyor. Evlerinden uzakta gömmeye çalıştıkları, gömecek yer aradıkları şey kedileri değil de biriktirdikleri bütün acılar, dertlermişçesine, harıl harıl çalışıyorlar. Fakat adam her ne kadar uğraşırsa uğraşsın, yağmurda kazınan toprak beraberinde daha çok toprak getiriyor. “O eşeledikçe toprak korkunç bir hızla dolduruyor boşluğunu. İzin vermiyor.”

Dertten kurtulmaya çalışırken kurtulmanın kendisinin bir dert oluşu. “Öykü Çalan” adlı öyküde bu sorun, yazma eylemi üzerinden inceliyor. Aldatılmış bir karakter, arkadaşlarının teşvikiyle dert bohçasını, yazarak sırtından indirmeye çalışıyor. “Mıh gibi kalmıştım kendime çakılıp.” Kendinden uzaklaşmak, kendinden öteye uzanmak için yazmaya başlıyor. Peki kolay mı? Yazmak çoğu zaman bir düğüm değil mi? Başımızı, göğsümüze yerleşmiş traktörlerin gürültüsüne gömmek değil mi? Anlatıcının bununla yüzleşmesi çok sürmüyor: “Duygusu insana gerçeği değil kendisini gösteriyor sadece.”

Aslı Erdoğan, “Hayatın Sessizliğinde” kitabında şöyle diyor: “İnsan, mutlak bir sessizliğin içinde, yalnızca sözcüklerin tınısını duymak için konuşuyor.” Kendimizi sözcüklere emanet etmek biraz da özgürlüklerine kavuşmalarını bekleyip, bizden kurtulmayı başardıklarında bize neler diyeceklerini merak etmemizden kaynaklanıyor.

Çubukçu’nun öykülerini okudukça kendime sorup durdum: bir şey kazanmak, bir farkındalık elde etmek değil de bir şeyleri kaybetmek, kaybettiklerimizle başla çıkabilmek için mi yazarız acaba diye. Bunun için mi okuruz? Tiyatroya neden gideriz? Kapının dışında bıraktığımızı zannettiğimiz kişiliklerin, beklenmedik anlarda, bir frizbi gibi döne döne gelip başımızdan vuracağı anlar için mi? Kendimize denk gelmeyi umduğumuz uzun bir yürüyüşe çıkmak mıdır kelimelere sarılmak?

ŞİDDETİN HİKAYE EDİLMESİ

Kitabın diğer damarı da şiddetin hikaye edilmesini ve bu sürecin kendi içinde barındırdığı, çoğalttığı şiddeti anlatıyor. Yan mahallede yaşanan cinayetleri, katliamları nasıl duyuyoruz? Yemek yerken izlenen televizyonun sesini kısar gibi, bir adım ötemizde gerçekleşen vahşetlerin seslerini nasıl arka plana hapsediyoruz? “Haksızlık” öyküsünde “bir kadın çığlığı”nın, karakterlerin her gece duymaya alıştığı fakat müdahale etmeye bir türlü varamadığı, alışılagelmiş bir bilmeceye dönüşmesini izliyoruz. “Duydum duydum, kim bu Allah aşkına yav?” Müdahale etmemek için kendini ikna eden insanların, bu ikna olma sürecini vicdan sahibi olmakla karıştırmalarını inceliyoruz. Devletin kayıtsızlığını. Sonra da bu çarpık vicdan duygusunun sanat galerilerinde tatmin oluşunu. Mahalle “sakin”lerinin uzaktan, dineceğini umarak kulak verdikleri haykırışların, estetik kılığa bürünmüş halleriyle yüzleşmelerini.

“Bir çığlık kıvrandırıyor gecenin sessizliğini. Uykusundan uyandırıyor. Bir kadın çığlığı.”

Çığlık. Zihne yerleşen bir boya sıçraması. Peşimizi bırakmayan bir titreyiş. Bir tarafta yavaşça boş verme, aklından çıkarabilme, “ciyaklama” diyebilme. Diğer yanda insanın hayatta kalma telaşı. Bütün vücudu ile haykırışı. Yardıma muhtaç oluşu. Kendini tüketişi. Çubukçu, beklentileri, bekleme anlarını, serzenişleri anlatırken öylesine somut ve tensel bir dile başvuruyor ki okurken, patlaması kaçınılmaz bir silahın sesini duyduğunda korkmamak için kendini hazırlayan izleyicilere dönüşüveriyoruz. Mahallenin sakinleri her gece çığlığın geleceği ana kendini hazırlarken sanki biz de çığlığın öyküdeki betimlenişine kendimizi hazırlama ihtiyacı ile doluyoruz. “Huzursuzluk. Bir felaketin olması başka, beklenmesi başka. Hele kenar semtte.”

Emir Çubukçu Emir Çubukçu

ÇIĞLIĞIN BİRİKTİRDİĞİ

Amerikalı şair Langston Hughes’un 1951’de kaleme aldığı “Harlem” adlı şiir, sesi kısılmış, benzetmelere hapsedilmiş, yok sayılabilmiş bir sesin yeri geldiğinde nasıl kulak delici bir gürültü ile infilak edebileceğini anlatır. Coşkun Büktel’in çevirdiği bu olağanüstü şiiri yazıma eklemeden edemedim:

“Ertelenmiş bir düş ne olur?

Kurur mu

güneş altında üzüm tanesi gibi?

Yoksa bir yara gibi iltihaplanır -

akar gider mi?

Çürümüş et gibi mi kokar?

Yoksa kaymak mı tutar, şekerlenir mi -

şerbetli bir tatlı gibi?

Belki yalnızca sarkar

ağır bir yük nasıl sarkarsa.

İnfilak mı eder yoksa?”

Gerçekleşememiş, bastırılmış düş, önce benzetmelerin boyunduruğu altına giriyor. Her dize son derece somut imgelerle zihinde resimler çizerek, bütün duyuları harekete geçirerek okuyucuyu bir arayış hissine sürüklüyor. Etkileyici olmalarına rağmen dizginleyici bir etki de yaratıyorlar. Acaba hangisi? olur diye düşünmeye başlıyor, her dizeyi olası bir yanıt olarak algılıyoruz.

Fakat şiirin sonundaki dize aniden düşlerin sadece benzetmelere hapsedilmeye mecbur olmadığını hatırlatıyor. Kitaptaki “Kaçış, Nereye?” öyküsü benzer konuları işliyor. Kaçmak isterken kaçmaya çalıştığımız her şeyi, farklı kılıklar altında biriktirmemizi anlatıyor.

Öyküler merhem de olabilir, insana dayanma gücü veren ritimler üretebilirler. “Can Küreyişi” öyküsünde örneğin: “Bir hikâye. Bir masal. Anlatayım. Anlatayım da yensin acıyı. Anlatalım da aşalım tepeyi. Unut o yarayı.” Bütün öykü kesik bir dille yazılmış, parça parça, fakat sözcükleri karlı bir tepeyi geçmeye çalışan bacaklar kadar ağır. Direndikçe insana direnmeyi öğreten, en zorlu koşullarda bile düşünceyi bir adım ileri taşımayı başaran, anne şefkatli bir öykü. Daha yolun ortasına bile gelmemişken, “bak bitti bile” sözlerini duymanın yenileyebileceği umudu anlatmış Çubukçu. Okuyucuyu yoran, iyi ki de yoran bir öykü.

'BUNLAR ŞİMDİ MASAL GİBİ GELİR SANA BİLİRİM'

Kitabın en başarılı öyküsü “Afetten Sonra.” Anlatılamayanların, üzerine fermuar çekilmiş hikayelerin tekrar yüzeye çıkışı, bir varlık talep edişi, şekil değiştiren yakarışı. Anlatıcı, nenesinin çocukken anlatıp durduğu bir katliam öyküsünü hatırlar durur. Öykünün kendisinden çok nenesinin onu anlatışı, anlatırken bıraktığı boşluklular kazınmıştır hafızasına. “Sonra, çok sonra anladım, hikâyenin gümbürtüsünde değil nenemin susuşundaydı Zehra’nın hikâyesi. Yanağında biriken utancın kırmızısındaydı.”

“Günün O Belirsiz Vaktinde” işte böyle sessizliklerle dolu. Hikayenin kendisine susamışsak eğer, anlamı büsbütün kaybediyoruz, ya da nereye gittiğimizi bilmeden gidecek bir yer olduğu yanılgısına kapılıyoruz. Çubukçu’nun öykünün anlatılışından bağımsız olamayacağı gibi, bizi içine düşürdüğü sorgulamalar ve dolambaçlı yollardan da bağımsız olamayacağını gösteriyor.

Ve çığlıklar tabii. Uzakta olduğunu düşündükçe yakınlaşan, yakın olduklarına inandıkça da uzaklaşan, yabancılaşan çığlıklar. “Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu.”