Bu tıs sesi nereden geliyor?

“ansızın yaz” Kırmızı Kedi Yayınları'ndan çıktı. Tanyol, biçimsel ve söylemsel açılımlar yapıyor.

Google Haberlere Abone ol

Melih Levi [email protected]

“Dolu bir boşluğu doldurup boşaltmak işimiz.”

Melih Cevdet Anday, “Bu Kırlangıçlar Gitmemişler Miydi

DUVAR - Şair, görünürde, okuyucuyu bir çırpıda sürükleyip, okuyucunun dikkatini adeta bir bulut veya kahve köpüğünün sakin ağırlığı ile yönetirken, imge, söylem, zaman ve mekân gibi kavramları yepyeni ve heyecan verici kavramsal imtihanlardan geçiriyor. Edebiyatımızda, modernist açılımların ve özellikle İkinci Yeni’nin merkeze oturttuğu imge sorunsalı ta bugüne kadar şairlerde bir endişe kaynağı olmuştur denilebilir. İmgeyle yazılan, yer yer ‘imgeci’ bir şiire dönüşmüş ve dolayısıyla Divan Edebiyatındakine benzer estetik kaygılar günümüz şiirinde de boy göstermeye başlamıştır: imgeye özerklik, egemenlik sunmak ve imgeyi, şiirin bütününde nefes almasını sağlayacak şekilde terbiye etmek.

Tanyol tabii ki imgeciliği terk etmiyor, hatta yer yer kullandığı referanslar ile de İlhan Berk gibi şairlerin imge düzeyinde getirdiği yeniliklere göz kırpıyor. Fakat Tanyol’un şiirini önemli kılan özelliklerden biri imgeciliği yegâne uğraş olarak ele almanın ötesine geçebilmeyi başarmasıdır. Bunu da şiir tarihimizdeki imgeci açılımları başarıyla sindirmiş olmasına bağlayabiliriz. Şiiri, birçok günümüz şairinde görülen imgeci endişelere hapsetmemiştir. Bunu, Tanyol imgenin edebiyattaki serüvenine sırtını dönüyor demek için söylemiyorum. Tam tersini iddia ediyorum.

tanyol Tuğrul Tanyol

Tanyol, bütün bu tartışmaları farkında olarak ve şiirinin çeşitli yerlerinde tescilleyerek imgeci şiir mirasına ne kadar vakıf olduğunu gösterir. Fakat onun derdi, şiirin imge boyunduruğuna girerek kaybettiği veya göz ardı ettiği unsurları yeni bir farkındalıkla, imge tartışmalarını da içine alacak şekilde, işlemektir. Şiirinde bir kere duyuldu mu kulakları terk etmeyecek bir müzik vardır. Uyakları sık ve samimidir; şiirleri genellikle hareket alanlarını birkaç ses ve uyağa daraltsa bile bu alanlarda umulmadık özgürlükler keşfetmeyi başarırlar.

Kitapta evrensel heveslere sahip bir lirizm söz konusudur; bu lirizm de şiir tarihinden birçok yankıyı içinde barındırır, lirik şiirin temelinde yatan ögeleri yeni çözümlemelere kavuşturur. Tanyol’u okurken, çok sayıda yankı duydum: Alman ekspresyonistler, İkinci Yeni’ler, Wallace Stevens, Melih Cevdet’in Wallace Stevens’ten etkilendiği dönemler, Kavafis ve belki de en önemlisi Pavese gibi pastoral İtalyan şairler.

BİR AKDENİZ ŞAİRİ

Şunu da söylemeden edemeyeceğim: Tanyol bir Akdeniz şairidir. Süreya’da, Kavafis’te gördüğümüz gibi, şairin susamış evrensellik arzusu hiçbir zaman bireysellikten ve öznellikten mahrum kalmadan dile getirilir. “ansızın yaz” imgesel gücünü, yazın doyma noktasına ulaşan ve kendini bulan Akdeniz coğrafyasından alan bir eserdir. Yazın yakıcı sıcağında hissedilen doygunluk hissi adeta insan algısını farklı boyutlara taşır. Belli ilişkiler, ilişkisellikler daha kuvvetli görülür, duyulur, hissedilir hale gelir. İnsanın cildi daha kalabalık, zihni daha doygundur. Kitabın en uzun ve son şiiri, “Zamanın Geçişini Duyuyorum”, şairin bütün kitapta aradığı ve keşfettiği gerilimleri barındıran niteliktedir:

zamanın geçişini duyuyorum

kulağa fısıldanan bir söz gibi

tek bir yaprağı bile

kıpırdatmadan geçen rüzgâr gibi

Bu dizelerdeki bütün tasvirler benzetme haline yeltenerek uyaklarına kavuşuyorlar. “söz gibi”, “rüzgâr gibi.” İlk okuyuşta, şairin kullandığı imgelerin zamanın geçişini tescilleme gibi bir dertleri olmadığını fark ediyoruz. “tek bir yaprağı bile / kıpırdatmadan geçen rüzgâr”: söylenenin aksine, bu dizede gözlemlenebilir, zamanın akışına işaret edecek bir hareket yok. Fakat şair hareketsizliğin, sessizliğin, fısıltının bile getirdiği bir hareketin, titreşimin olduğunu söylüyor.

Bir boşluğu, noksanlığı kavramanın da maddesel bir süreç olduğunu anlatıyor. Tanyol, okuyucuların da benzer bir maddesel farkındalığa ulaşabilmesi için uyaklara başvuruyor. Benzetme dürtüsü her devreye girişinde (“gibi”) bir geri dönüş, yineleme söz konusu. Bu sayede zamanın geçişini “duyar” hale geliyoruz ve ilk başta soyut mekânlar tayin eden birçok tasviri duyusal, maddesel bir çerçeveye yerleştirmiş oluyoruz.

BOŞLUĞUN YERİNİ SAPTAMAK

ansızınyaz] Tuğrul Tanyol, ansızın yaz, Kırmızı Kedi Yayınları, 2017.

Kapıdan her giren en başta olası bir Pierre’dir! Her seferinde Pierre bir an için var olup ardından hemen yok oluverir. Boşluğun, negatifin ve noksanlığın yerini ‘saptamak’ gerekir. Bu durum eksiklik ya da boşluk olarak algıladığımız şeylerin, zihnin yoğun sanılar, varsayımlar ve algısal süreçlerden geçerek oluşturduğu icatlar olduğunu gösterir.

Tanyol’un şiirinin temel konularından biri işte bu süreçler: zihnin bir şeyleri noksanlığa indirgerken bilinçli ya da bilinçsizce üstlendiği yükümlülükler. “Bir Japon Resminden” adlı şiirde şöyle yazıyor Tanyol: “ayın çevresindeki hale / uzanıp tutunmak istiyor / orada olmayan hayale”, “Cehenneme Doğru” şiirinde ise “her şey bir boşluğa doğru uçuyor,” ya da “Zamanın Geçişini Duyuyorum”da “bakmaktan yorgun bir düşünce / gibi geçen zamanın / sesini duyuyorum” diyor. Bütün bu dizelerde negatif uzamların mekâna dönüşmesine, daha doğrusu, halihazırda mekânsal bir farkındalık sayesinde tahakkuk etmesine şahit oluyoruz.

Peki bunun getirisi nedir? Bu soruyu birçok şekilde yanıtlayabilir. Unutmamak lazım ki şiirlerde noksanlık ve varlık arasındaki ilişkiyi inceleyen tek kişi şairin kendisi değil. Okuyucu için de her imgenin canlandırılması özünde bu sürece dayalıdır. Olmayan bir sesi, görüntüyü, hissiyatı şiirde var edebilme, görünür veya duyulur kılma. Yani aslında imgeci şiirin en büyük derdi de budur.

Yazımın başında söylediğim gibi, Tanyol imgeci şiir saplantısını aşabilmiş bir şair, dolayısıyla bütün bir şiiri spesifik bir imgenin varoluş koşullarını incelemeye adamaktansa, bu tartışmaları farkında olan, özümsemiş fakat daha ileri boyutlara taşıyan bir şiir yazmayı yeğliyor.

Kısaca: Bir imgeyi ya da imge sistemini, onları yoktan var etmenin gerektirdiği uğraşlar kapsamında kurguluyor. Okuyucusuna hem imgeyi hem de imgenin gölgesini sunuyor.

NESNEL DÜNYANIN HAREKETE GEÇİRDİĞİ EĞİLİMLER

Bach’ı Dinlerken” şiirinde, Bach’ın “Weinen, Klagen, Sorgen, Zagen” ezgisinin “o küçücük kilisede” inşa ettiği evreni anlatıyor. “Anlamadığım dildeki ilahi / Tanrı’ya yakarış belki,” diye bir tahminde bulunuyor şair. Şiir boyunca kullanılan “i” ve “o” uyakları, okuyucuyu hem bu ilahi ezgiyi duymaya hem de ona katılmaya şartlıyor. Birden, şairin içeriğinden emin bile olmadığı bir parça, bizi kendi evrenine çekiyor ve bu evren zihnimizde görkemli bir mimari yaratıyor. Muhteşem bir hüküm sürmeye başlıyor. İnsan bu anın ihtişamına kapılmadan edemiyor. O kadar ki:

insan anlıyor birden

hangi dilden, hangi dinden olsa da

o ortak Tanrı sevgisini

ışıldayan gözlerden yansıyor

utandırıyor içimdeki dinsizi

Bu şiirin konusu sadece bir müzik, bir ezgi ya da sanat eseri değil. Bu müziğin şiire konu olma, imgeleşme sürecinde ne türden eğilimleri harekete geçirdiği. Nesnel dünyanın kendisi değil, nesnel dünyanın harekete geçirdiği eğilimler, temayüller. İşte Tanyol’un şiirinin asıl derdi bu: eğilimleri irdelemek ve bu süreçte edinilen farkındalıkların kurguladığı öznel, kimliksel, yer yer de ideolojik şebekelerin izini sürmek.

İÇİMDE BİR ÇIĞLIKLA UYANIR ŞİİR”

Uzak” şiiri de kitabın en başarılılarından. “tuhaf bir gün / bir çığlıkla uyanmışım / aynada uzak bir yolculuk var” diye başlıyor. Şiirin başındaki “çığlık”, uyku gibi ‘negatif’ olarak algılayabileceğimiz bir durağanlık sürecinden, bilinçsizce yapılmış bir hareket vasıtasıyla, aşırı farkındalık durumuna geçişe işaret ediyor. Başlıktaki “uzak”lık kavramı ilk olarak bu vücutsal tepkide karşılığını buluyor. Aniden, nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi bilmeden bir yol kat etmiş gibi hissediyoruz. Çığlık atarak uyanıyoruz. Kim bilir hangi kâbus, hangi evham topağı bizi içinde bulunduğumuz âna taşıyan çığlığa vesile oluyor!

Şiirin kalanında yer alan tüm tasvir ve imgelerde buna benzer, muğlaklığa mecbur kurgular yer alıyor. Kat edilen, edilmesi arzulanan mesafe nedir? Bu mesafeyi kat eden, edecek şey nedir, kişi kimdir? Bu soruları çözemesek de bir uzaklık olgusunun her dizede mevcudiyet kazandığını görüyoruz. Nitekim şiirin son dizesi “içimde bir çığlıkla uyanır şiir.” Şiirin kendisi de yokluk ve varlık diyalektiğinden asla kurtulamayacaktır. Nereden gelir, nereye gider bilinmez. Nerede oluşur, kimde, nasıl oluşur? Bilinmez. Bütün bunlar, lirik şiirin asırlar boyunca öne çıkardığı sorgulamalardır. Tanyol’un kaleminde taptaze bir tada ve müziğe kavuşuyorlar.

ÇATLAK SÖZLER, İNATÇI SESLER

Şairin Türk şiirinde yarattığı açılımları tam anlamıyla takdir edebilmek için diğer eserlerine de göz atmak ve sabırlı gelişimini takdir etmek gerekir. Yazımda, şairin kavramsal gelişimini göstermek adına tadımlık birkaç parça sunmak isterim. 2006 yılında yayınlanan “her şey bir mevsim” kitabındaki “Söz” şiiri yeni kitabında da karşılaştığımız, dilin ısrarcılığı ve kelimelerin cehennemi gibi kavramları işliyor:

bedenim bir hapishane

sözler dışarı çıkar çıkmaz özgürleşiyor

ruhum bir cehennem olmalı onlara

bende bulamadıkları huzuru

arıyorlar başka ruhlarda

Şairin söze ve sözcüğe başvurması mutlaka kişisel bir arayışın sonucudur. Bir ulaşma, iletişime arzusunun neticesi. Haliyle, bu arzuyu gerçekleştirmek adına kullanılan kelimeler, şairin öznelliği tarafından belirlenen sınırlar içinde yeşerirler. Fakat bu kelimeler şairin bedeninden kurtulup kağıda döküldükleri zaman farklı bir oluşum süreci içine girerler. Başka bir öznelliğin ağlarına takılarak yeni arayışları mümkün kılarlar.

Tanyol, şiirin sonuna doğru başlığında da işaret ettiği gibi “söz”e döner çünkü sözün nereden çıkıp nereye gittiği ve kimlerce sahiplenildiğinden çok “söz” olarak ortaya çıkmış olması önemlidir. Bu dönüş “ansızın yaz” kitabında çoğu şiirin başladığı yerdir. Wallace Stevens, “Bizim İklimin Şiirleri”nde benzer bir konuyu irdeliyor: “Eksiklik, kusur bizim cennetimizdir. / Unutma, bu acılıkta, sevinç, / İçimiz kusurlu ısındığından beri / Çatlak sözlerde, inatçı seslerde” (Melih Cevdet çevirisi).

Çatlak sözler” ve “inatçı sesler.” İşte sevinç bunlardan geçiyor! Neden? Çünkü kelimelerin ısrarcılığı sayesinde dil maddesel bir hal alıyor. İnatçı sesleri tekrarlayıp, inatçı söz gruplarını bir araya getirerek dili sanki elde tutulabilecek bir olguymuş gibi yaşıyoruz. Ses düzenekleri, tekrarlar, daha anlama ulaşmadan önce, dilin bir uğraş olarak güvencesini veriyorlar. Anlamları elimizden kayıp gitse bile, sözcüklere yeniden dokunabileceğimizin güvencesi.

Tanyol’un kitabında çok sayıda zincirleme tamlama var. Bu tamlamalar bize anlamın yoğunlaştığı söz öbeklerini işaret ediyorlar, evet, ama öncelikli olarak bir durağanlaşma, billurlaşma süreci sahneliyorlar. Tam anlamıyla çözümleyemeyeceğimiz bu tamlamalara tutunabiliyor ve onları tekrarlayıp, sürekli olarak dilimizde döndürebiliyoruz: “ırmakların açtığı derin bir yara izi”, “vadilerin uzayan sessizliği.”

BİR TIS SESİ GELİYOR

Söz” şiiri şöyle bitiyor:

bazı sözler bazı şarkılar olur

uyandırır içimizdeki insanı

tam göz ucunda durur saatlerce

akmamakta direnen o damla gibi

Şiirin başında “bedenim bir hapishane” diyen şairin bedeninden kurtulan sözcükler, şimdiyse okuyucunun bedenine yerleşmiştir. Yine burada şair henüz tam oluşmamışlığı anlatıyor. Oluşmakta olan, gittikçe billurlaşan ve bu esnada da “içimizdeki insanı” uyandıran bir süreçten bahsediyor. Sözler, sözcükler böyle dirençli, mızmız ve Wallace Stevens’ın dediği gibi “inatçı” oldukları zaman bu süreci mümkün kılıyorlar. Çünkü sözcükler, anlam düzeyinde her ne kadar bizi zorlayacak veya tereddütte düşürecek olsalar da sürekli tekrar edebileceğimiz, sahiplenebileceğimiz ve tekrarlandıkça içlerinde barınabileceğimiz sesler sunuyorlar.

Bu yüzden “ansızın yaz”daki temel sesler: Ürperti. Fısıltı. Kıpırtı. Çıtırtı. Ne olduklarını anlamak için daha çok yaklaşmamızı, zorlamamızı, bir daha okuyup bir daha dillendirmemizi gerektirecek türden sesler. Boşluktan yakalayıp duyulabilir hale getirmek için çabalamamızı gerektiren, çabaladıkça “içimizdeki insana” yaklaştığımızı hissettirecek türden sesler. Dilde evde hissettirmekten çok bir dildeki ev arayışını canlı tutan sesler.

Şair, 2015 yılında yayımlanan “gelecek günlerin şarabı” adlı kitabındaki “menuet” şiirinde şöyle diyordu:

müzik ansızın biter ve nasılsa

içindeki dans sürer hâlâ.

ansızın yaz”ın dansının çok uzun süreler devam edeceği konusunda en ufak bir kuşkum yok. Bu kitabı ve şairin daha önce yayımlanmış kitaplarını ziyaret ettikçe, Tuğrul Tanyol’un edebiyat tarihimizde ne tür açılımlara öncü olacağını ve hangi yönelimleri mümkün kılacağını düşünmeden edemiyorum.