Fuat Sevimay: 'Tarihî olmayan ama tarihte geçen bir roman'

Fuat Sevimay, çevirmen kimliği ile çok mühim işlere imza atan, yazar kimliğiyle ise kendini özleten bir kalem. 2015 yılında, henüz yayımlanmadan Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödül kazanan son kitabı “Kapalıçarşı” nihayet okuruyla buluştu.

Google Haberlere Abone ol

Sevimay’ın “Tarihî olmayan ama tarihte geçen bir roman” olarak özetlediği “Kapalıçarşı”, tarihi arkasına alan romanlarda pek alışık olmadığımız bir şekilde oldukça muzip anlatısıyla dikkat çekiyor. 500 yılı aşkın süredir İstanbul’un kalbinde yer alan Kapalıçarşı’nın öyküsünü anlatan kitap, yaratılan kurgusal karakterler, baştan yazılmış tanıdık hikayeler ve ilk kez anlatılan hayret verici öykülerle zenginleşiyor.

Tarihlerin birbirine karıştığı, karakterlerin karman çorman soy ağaçlarından sıyrılıp kavuştuğu, taşların aşka geldiği bu romanda Sevimay, okuruna zihnindeki oyun alanlarını aralıyor ve onları oyuna dahil ediyor. “Kapalıçarşı”da okuru Uzun İhsan Efendi de bekliyor, Kristof Kolomb da, Leonardo da Vinci de. Bu kitabı okuyan okur, nice atasözünün doğuşuna da şahit oluyor Amerika’nın keşfine de. Sevimay, çok bilindik ve tanıdık onca öğeyi kendi kaleminin ve hayal gücünün yaldızlarına bulayıp yepyeni bir öykünün temeline döşüyor.

Tarihin çok gerisinden bakarak bugüne dair leziz hicivleriyle de dikkat çeken “Kapalıçarşı”, renkli anlatısının yanında hırslarımıza, kirli düşüncelerimize, sapkınlıklarımıza ve şaşkınlıklarımıza dair bir an durup düşünme fırsatı yaratıyor.

Fuat Sevimay’la çok kafası karışık bir Perşembe’nin öğleden sonrasında, Kapalıçarşı’daki Şark Kahvesi’nde buluştuk. Romandaki ahalinin ‘son akşam yemeği’ni yediği bu mekanda, Leonardo’nun paletinde kalan son boyalar da ziyan olmasın diye çiziktirdiği ikonaların altında söyleştik.

'KAPALIÇARŞI BENİM AŞIK OLDUĞUM MEKAN'

Ben öncelikle Kapalıçarşı'nın sizin hayatınızdaki yerini dinlemek istiyorum.

Bu hikaye romanın ilk başında babama yaptığım ithaftan başlar. Babam, ben orta birinci sınıfın sonundayken ve 'yaz tatili geliyor sokakta oynayacağım' diye heveslenirken, elimden tutup Kapalıçarşı'ya getirirdi. Burada tanıdığımız bir ayakkabıcının dükkanında 12-13 yaşlarındayken yaz aylarında tezgahtarlık yapmaya başladım. Kışın, liseye devam ediyordum. İlk başlarda ufacık çocuktum, sudan çıkmış balık gibiydim. Nasıl gideceğimi, nasıl geleceğimi bile bilmiyorum. Birkaç gün böyle devam etti.

Sonra Çarşı’nın sokaklarında kaybolmak, o büyü ve sağdan soldan duyduğum binlerce dil… Binbir Gece Masalları’nın dilleri gibiydi, oradan Sırpça duyuluyor, bu taraftan Farsça geliyor, bir tarafta birileri Macarca konuşuyor. O, insanları tanıma ve bu 500-600 yılın büyünün sindiği sokaklarda dolaşma hissine bayıldım. Sonra profesyonel hayat devam etti. Hiç aklımda yazmak, yazarlık vesaire yoktu. Bir şekilde yazmaya başladığım zaman da ilk öyküm Kapalıçarşı üzerineydi. Gene Kapalıçarşı ile temasımın devam etmesini istedim. Yazılacak bir mekan varsa, mekan olarak ön plana çıkartılacak bir yer varsa, o benim için herhalde en fazla Kapalıçarşı’ydı. Herkesin aşık olduğu mekanlar vardır ya, benim aşık olduğum mekan diyebilirim Kapalıçarşı için.

Sizin bir de Haydarpaşa Garı ile alakalı bir kitabınız vardı.

O bir çocuk kitabı. Onun da ucu Kapalıçarşı’ya dokunuyor. Oradaki hikaye şu: malum bütün kentler, İstanbul en başta olmak üzere, müthiş bir rant ekonomisiyle dönüyor. Her yer yağmalanacak ve satılacak alanlar gibi görülüyor. Ben de bir çocuğun gözünden Haydarpaşa’nın ne kadar kıymetli olduğunu ve onun ortak paydamız olduğunu, bütün İstanbullulara ait olduğunu anlatmak istedim.

Zannediyorum benim mekanla ve edebiyatla bir şekilde bir derdim var. Çünkü mekan benim için, birey olmaktan çıkıp toplumun bir parçası olduğumuzu hissettiğimiz yerler. Ve sadece tarihi mekanlar, sadece değerli ve kıymetli mekanlar değil, kıymetli derken ekonomik anlamda, bir gecekondu mahallesi de benim için mekan olarak edebiyatta çok önemli bir unsur. Bir fabrika da çok önemli bir unsur. Çünkü o mekanlar bir takım insanları ortak bir paydada topluyor. Oralarda herhalde toplum olmayı öğrenmemiz gerekir diye düşünüyorum. O yüzden mekanın üzerinden anlatmaya devam ediyorum.

“Kapalıçarşı”da az önce bahsettiğiniz gibi, mekanlar kadar objeler de bir şeyler anlatıyor. Bu kitabın temelinde siz iki tane taşın birbirine aşkını anlatıyorsunuz. Bu bana, aslında tarihi duyumsamak için yazılı metinlere ihtiyacımız olmadığını düşündürdü. Yanıldım mı bilmiyorum.

Kapalıçarşı / Fuat Sevimay / Hep Kitap Kapalıçarşı / Fuat Sevimay / Hep Kitap

Tabii tabii. Ben “Kapalıçarşı”yla ilgili “Bu bir tarihi roman değil, tarihle bugünü buluşturan, dünle bugünü iç içe geçirmeye çalışan bir roman” diyorum. Çünkü burada o iki tane mermer levha, bir sürü başka nesne, belki 500 yıl önce bir araya geldi. Üzerinde yürüdüğümüz, sokaklar sütunlar, tepedeki kiremitler, esnafların dükkanlarındaki bir sürü eşya, zamanın bir dilimi içinde bir şekilde bir araya geldi.

Fakat onları biz üç yüzyıl öncesinden, bir yüzyıl öncesinden, 30 yıl öncesinden aynı hisle hissetmeye devam ediyoruz. O nedenle Kapalıçarşı, 2017 yılındayız ve gelip şu anda oturduğumuz mekanda olmakla birlikte, bütün o 600 yılın sesini, kokusunu, ışığını barındıran mekan benim için. Ve evet, o mermerler ancak böyle büyülü bir ortamda aşık olabilirlerdi birbirlerine.

Romanın cümlelerinden biri, “iki taş aşka gelmişken, insanların taş kesilmesine hayret ettiler”. Derdim biraz öyle. Eşyanın, nesnenin ruhu vardır ya, ona inanan bir insanım. O yüzden nesneler bile aşık olabilir, mutlu olabilir, dertlenebilirlerken, belki bütün o büyüyü ruhlarında taşıyabilirlerken bizim insan olarak ondan uzaklaşmamamız lazım.

'BU ÇARŞI DA BU MEMLEKET DE BİR SÜRÜ ŞEYİ ATLATIR, GERİYE BİZ KALIRIZ' 

Zaten siz “Kapalıçarşı”da bir yerde geçmişten bugünü anlatıyorsunuz. Yani bugünkü rantiye kültüründen, insanların kopmuş ilişkilerine dek birçok hicivle karşılaşıyoruz kitapta. Bu çarpıklığı geçmişten bakarak anlatmak, bugünün insanına daha sağlam bir tokat mı atıyor?

Herkesin siyasi görüşü farklıdır ama bence son 10-15 yıldır memleket, çok keyifli yıllar yaşamıyor. Ben, Kapalıçarşı’nın özelinde, Türkiye’nin biraz pörsüdüğünü düşünüyorum. Bugün Çarşı’da işler baya az, esnaf ciddi şekilde mutsuz, sadece Çarşı’da değil, sadece ekonomik anlamda da değil, bir yerlerde iş hacminin düşmesinin ötesinde, o ortak paydaları yaşayan insanlar olarak biz daralıyorsak bu memlekette, bunun arketipinin çok uzun zamana yayıldığını düşünüyorum.

3 yıllık, 10 yıllık, şu iktidar bu dönem meselesinin ötesinde, tam tersi güzel şeylerin de hepsinin bir arketipten geldiğini, yüzlerce yıldan süzüldüğünü, bir takım şeyleri olumlu şekilde biriktirdiğimizi, bazı şeyleri de maalesef olumsuz şekilde biriktirdiğimizi düşünürüm. O nedenle biz, 500 yıllık bir mekanı hatırlarken bugünkü dertleri daha sağlıklı görürüz, bugünden sonrasına da daha umutla bakarız diye düşünüyorum.

Çünkü metinde geçer gene, bu çarşı işgali de yaşamış. Bu çarşı yangını da yaşamış. Bu çarşı bir sürü felaketi bir şekilde yaşamış. Bu çarşı onları atlatır, bu memleket de bir sürü şeyi atlatır. Geriye Kapalıçarşı kalır, geriye biz kalırız. Bizim keyfimiz kalır, buradaki büyü kalır.

Kitapta Uzun İhsan Efendi’yle de karşılaşıyoruz, Baba İlyas’la karşılaşıyoruz. Bunlar bizim aslında tanıdığımız karakterler. Bunlar, sizi bu kitabın niyetine sokan karakterler miydi?

Çok öyle değil. Uzun İhsan özelinde benim bir önceki romanımın adı Anarşık’tır. Anarşık olmasının sebebi, anarşizmin bazen, her zaman değil, şık bir şey olabileceğini anlatmaya çalışmaktı. Çünkü çok biat kültürüyle yaşayan bir toplumuz. Biraz ondan sıyrılmamız lazım. Bir şeylere başkaldırmak, isyan etmek her zaman kötü değildir. O nedenle o romanın adı ve anlatısı o yöndedir. Ama biraz da o ad, İhsan Oktay Anar’şıktır.

“Çok şık bir adamsın sen İhsan Abi!” İhsan Oktay Anar benim için bir sürü başka isimle beraber, Türk edebiyatındaki efsane isimlerden biri. O nedenle “Kapalıçarşı”ya da zaman zaman siner Uzun İhsan Efendi. Baba İlyas keza öyle, Bedrettin keza öyle. Fakat oradaki karakterlerin hiçbiri de bizim bildiğimiz gibi, gerçek hayattaki isimler değildir. Romanın hemen başındaki epigraf gibi, “masal bu ya…”

Romanın hepsi biraz masal, bolca benim hayal gücüm, bolca kurgu olması gibi oradaki karakterlerin hiçbiri, gerçek, bizim bildiğimiz Baba İlyas, Şeyh Bedrettin değil. Hatta onların torunları, fakat o bildiğimiz formatta onları temsil eden insanlar da değil.

Bazılarının hayata bakışı, yaşam tarzı çok değişmiş, bazıları aynen öyle kalmış. İşte Leonardo geçer, Fatih geçer en fazla, onlardan çok fazlası halk geçer. Biz o insanların torunlarıyız ve bir şekilde o beraber yaşama kültürünü barındırmamız lazım. O nedenle o isimler siniyor ama dediğim gibi, hepsi kurgusal karakterler aslında.

Kapalıçarşı Kapalıçarşı

Ben bu kitabı okurken çok eğlendim ama bu bir tarihi romanı okurken alışık olduğumuz bir duygu değil. Biz tarihi çok mu ciddiye alıyoruz acaba?

Bir kere, edebiyat çerçevesinden bakarsak gerçek bir kesiti, gerçek bir zaman dilimini, çoğu zaman gerçek bir karakteri merkeze alan, tarihi roman diye anabileceğimiz bir takım metinler vardır. Güzel, keyifli metinlerdir. “Kapalıçarşı” pek öyle bir metin değil. Demin söylediğim gibi, tarihte geçen, tarihî olmayan bir roman yazmaya çalıştım. Belki o nedenle biraz daha eğlenceli, keyifli olmuştur.

Tarihî romanlar çok harika ve keyifli romanlardır ama “Evet, bana güzel bir roman anlatılmış, evet biraz kurgu da var ama ben oradaki karakterleri, bazen bir şehzadeyi, bazen bir prensi zaten biliyorum. Bunu okumak çok keyifli ama bildiğim mevzu.” dedirtir. Burada çok onu yapmamaya çalıştım ben. Bu, yüzde 95 Kapalıçarşı’nın mekan olarak gerçek olması dışında zamanlar zamana karıştığı, insanlar insanlara karıştığı için, büyük oranda benim hayal gücüm olduğu için eğlenceli gelmiş olabilir.

Bir de bence edebiyatın mutlaka bir derdinin olması gerekir ama edebiyatın dertli olması gerekmez. Dertli olmakla derdinin olması çok ayrı bir şeydir. Ben ironik edebiyatı çok seviyorum. İroniyle edebiyat yapmanın, bazı tezatları gösterip o derdi öyle anlatmanın çok güzel bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

Ahmet Hamdi’nin Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar derdini güzel anlatan roman, Türk edebiyatında, hatta dünya edebiyatında sayılıdır. Ben o yolu tutturmaya çalışıyorum. O nedenle de belki çok kasvetin girmediği, çok “ah ne kadar dertliyiz, memleket de ne hale geldi”den ziyade, böyle de anlatılabilir diye yazdığım için keyifli geçmiş olabilir.

'BENİM SÖYLEDİKLERİMİN DOĞRU OLMADIĞINI NEREDEN BİLİYORUZ?'

Tabii aynı zamanda bizim çok kutsadığımız, çok önemsediğimiz, ilahlaştırdığımız bazı hikâyeleri ve bazı gelenekleri de birer fıkraymış gibi yeniden anlatıyorsunuz. Hatta Amerika’yı yeniden keşfediyorsunuz. Böyle yaparak, her şeyi fazla kutsama merakımıza mı biraz iğnelemede bulunmak istediniz?

Deniz Hanım’ı (Yüce Başarır) teşekkürlerimle anayım. Hep Kitap’ın genel yayın yönetmeni Deniz Hanım’la ilk romanı konuşurken tam da bunu söyledi, “Ya bazı şeyler gerçek değil, doğru mu, gerçekliğe bağlamak gerekir mi” dedi. Tamam, tarihî değil ama bir şekilde tarihte geçen bir metin. Ona söylediğim şey şuydu: Benim yazdığım metnin ana derdi değil ama küçük dertlerinden biri, resmi tarih diye bir şey vardır ya, bize hep öğretilen…

O resmi tarihin sıkıcılığından, bunaltıcılığından sıyrılmak için ben bunu fıkralaştırmak istedim. Tabii ki Kristof’un ağabeyi İstanbul’a gelmiyor, tabii ki Leonardo gelip burada resim yapmıyor. Tabii ki Fatih gelip atını sürüp buraları dolaşmıyor ama neden olmasın? Benim hayal gücüm bu.

Ve Nietzsche’nin şu lafını çok severim: Doğru dediğimiz şey doğrunun bir yanılsama olduğunu unutanların yanılsamasıdır belki de. Nereden biliyoruz benim söylediklerimin doğru olmadığını ya da doğruyu neden önemseyelim? Böyle çok tatlı değil mi? Ben öyle hayal ettim, ben keyif aldım. Okur da keyif alırsa bence hiç sorun yok.

fs Fuat Sevimay

Mirza ile Civan’ın gerçekten dost ve yoldaş oldukları o bölümde ciddi bir kırmızı hâkimiyeti var. Bunun sebebi neydi, Hurufilik’te kırmızının özel bir yeri mi vardı?

Büyük usta Orhan Pamuk’u anlamak lazım. Benim Adım Kırmızı romanında sadece kırmızı değil, bir sürü rengin imge olarak kullanımı vardır. Ben, kırmızı eşittir şu, yeşil eşittir bu, demeyi sevmiyorum. Ben evet, bir imge olarak kullandım. Fakat bunu Ayşe başka türlü okusun, Nida başka türlü okusun, Ahmet “aa bana şunu çağrıştırdı” desin, ondan büyük keyif alırım. O renkleri, kokuları kullanmayı seviyorum. Fakat kime ne çağrıştırırsa öyle olsun istiyorum. Bunun o bölüme denk gelmesi Civan’dan çok Mirza için.

Biz eşik bir coğrafyayızdır. Avrupa değilizdir, Ortadoğulu değilizdir, biraz çağdaşızdır, Doğulu toplum biraz öyleyizdir, din anlamında biraz öyleyizdir, biraz böyleyizdir. Romanın içinde Batı’dan gelen karakterler de var ama Mirza da bunu dengeleyen Doğu’dan gelen ve taa dedelerinden itibaren birtakım çileler çekerek gelmiş bir karakter. O nedenle, herkes onu iki taraflı görüyor. Bazıları çok güleryüzlü harika bir insan olarak görürken bazıları çivi gözlü yılan bakışlı bir adam olarak görüyor.

Özellikle öyle bir karakter olsun istedim. Birisini çok kolay berbat, rezil bir insan olarak yargılayabiliriz, hikayesini bilmek lazım. Hikayesini bildiğimizde ya da gerçekten bir dost sohbetine oturduğumuzda muhteşem bir insan çıkabilir. Ben Mirza dahil bütün karakterlerin güzel ruhuna inanıyorum. Biraz onu yansıtmaya çalıştım. Kitapta en sevdiğim karakterlerden de biridir bu arada.

Siz aynı zamanda Joyce ve Svevo gibi isimleri de Türkçe’ye çeviriyorsunuz ve bunlar aslında zor kalemler. O süreç sizin için nasıl gelişiyor, sizin yazarlığınızı nasıl etkiliyor?

Aslında hem Svevo’dan hem Joyce’tan dolayı insanlardan çok fazla duyduğum bir temenni diyebilirim: Sen bu büyük yazarların bir şekilde zihninde dolaştın, onun kelimeleriyle cümleleriyle vesaire uğraştın. Dolayısıyla bundan sonra bu senin yazarlığına olumlu etki edebilir, diyorlar. İlk bakışta doğru bir cümle gibi geliyor fakat çok öyle değil. Çünkü çeviri yapmak çok keyifli bir şey, ben çevirdiğim isimlerden de çok memnunum. Hepsini çok severek çevirdim. Fakat sizin özgün bir kaleminiz var. O yazar gibi düşünmemeniz gerekiyor.

Ben tarihte Joyce olmak istemem. Olamam da. O, bence dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarı. Svevo olmak istemem. Svevo’ya bayılıyorum, çevirmiş olmaktan dolayı çok mutlu ve keyifliyim. O nedenle bir yerden sonra o kelimeler, o anlatım biçimi vesaire sizin kaleminizi hakimiyet altına almaya başlayabiliyor. Bunu çok arzu etmiyorum.

Evet, çeviri yaparken edebiyatla çok güzel bir zihin alışverişinde bulunuyorsunuz, fakat anlattığım risk de var. O nedenle ben onu biraz dengeli tutmaya çalışıyorum.