Sait Faik'in İstanbul'u...

Sait Faik’in İstanbul’u yaşayan İstanbul’dur. Bir nostalji veya daüssıla şehri değildir.

Google Haberlere Abone ol

Erdal Güven

Bir yazısını anımsıyorum Hakkı Devrim’in, “Sait Faik İstanbul’u benim için yeniden yaratan adamdır” diye başlayan… Bana da İstanbul’u öğreten adamdır Sait Faik…Henüz İstanbul’a ayak basmamış İzmirli yeniyetme bir liseliyken, üniversiteyi İstanbul’da okuyacağım kesinleşince rahmetli babam, “Al sana İstanbul” dercesine önüme koyuvermişti kütüphanesindeki Abasıyanık külliyatını. O yaz tatilini İstanbul’da geçirdim. Sait Faik elimden tutmuş Beyoğlu’ndan Burgazada’ya, Rumeli Hisarı’ndan Edirnekapı’ya bir bir dolaştırmıştı beni. ‘Beleş Plaj’ın girişi hala ezberimdedir: “İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandıkla dolar.” Ya da ‘Çiçek Pazarı’nda Bir Gezinti’nin: “Hristaki Pasajı Beyoğlu’nun en meşhur yerlerinden biridir. Orada alkolle çiçek, karidesle portakal, pavurya ile mandalina birbirleriyle anlaşmasa bile beraber bulunmaya mecburdurlar.”

Ben İstanbul’a geldiğimde ‘Beleş Plaj’ kalmamıştı, Hristaki çoktan ‘Çiçek’ olmuştu. Ama Sait Faik’in sayesinde az insan ve mekânla haşır neşir olmamıştım kısa sürede. Yazar, çizer, kumarbaz, balıkçı, kahveci, külhanbeyi, seyyar satıcı… Hele o ‘Son Kuşlar’ın kötü adamı Konstantin yok muydu…Bedri Rahmi Eyüboğlu’na göre İstanbul denince akla gelendir Sait Faik. ‘İstanbul Hikâyecisi’dir o.

İLK GÖZ AĞRISI ŞEHZADEBAŞI

1906 doğumlu Mehmet Sait (adını sonradan kendisi değiştirecek, soyadı ‘Abasıyanık’ı da o seçecektir) taşrada ‘haşarı bir burjuva çocuğu’ olarak geçen yılların ardından 1924 yılında adım atar İstanbul’a. Ailece taşındıkları şehirde Sait Faik’in ilk göz ağrısı Süleymaniye’dir. Şehzadebaşı’ndaki Kirazlı Mescit Sokağı’nda otururlar. ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ hikâyesinde anlatacağı bir hatırayla sonlanır o yıllar. Okuduğu İstanbul Lisesi’ne ev sahipliği yapan Münir Paşa Konağı’nda yangın çıkmıştır. “Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren anılar yanmıştır.”

İlk İstanbul seferi uzun sürmez. Bir haylazlıktan ötürü (öğretmen sandalyesine iğne koyma) okuldan atılınca liseyi Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlar. İlk öyküsünü (İpekli Mendil) Bursa’da yazar. Daha o zamandan bellidir mizacı. Hakkı Süha Gezgin’in ifadesiyle, “Sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız”dı. (Varlık Dergisi, Haziran 1954)

'FETİH' DÖNEMİ

BB45 .

1928 yılında başlayan ikinci İstanbul seferi de uzun soluklu değildir. Ama hikâyeci olarak artık bilinen bir isimdir. Şehri keşfe de bu yıllarda başlar. Keşif, üç yıl süren bir ‘Fransa talimi’ nedeniyle kesintiye uğrar. 1934’te bir daha ayrılmamak üzere İstanbul’a döndüğünde ailesi Şişli’ye taşınmıştır. Sait Faik’in hiç bitmeyecek ‘fetih dönemi’ o yıllarda başlar.

Esat Siyavuşgil’ten başlayayım Sait Faik’in İstanbul’unu ya da İstanbul’un Sait Faik’ini anlatmaya: “İstanbul sokaklarının gece yarısından sonraki manzarası ve insanları, balıkçı kahveleri, tavşan satan ihtiyar kadın dekorunun arkasında, iki eli ceplerinde caddeleri arşınlayan, köprüde durup vapurlara bakan, sıra kahvelerine dalıp çıkan, bitmeyen, avunmayan, gözünü kapamayan, sıkıntısını, huzursuzluğunu ve tiksintisini boynunda lale gibi taşıyarak sokak sokak dolaşan bir şehir hayaleti var.” Şehir hayaleti… Hüzünlü, mesafeli, soğuk ama bir o kadar da isabetli bir benzetme…

SEMT SEMT İSTANBUL 

En çok da Beyoğlu’nda görülür Sait Faik. İstiklal Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı dolaşmak ‘yaşamının anlamı’dır onun için. “Beyoğlu bir alemdir (…) İnsanlar yarına burada hızlanır. Uyuyan koca şehrin ortasında iki üç yüz metre içinde geceleri atan bir tek yüreği vardır, İstanbul’un. Sıkın, Sarıyer’de patlak versin. Çıkarın ölüversin.” (Beyoğlu)

‘Arka sokaklar’ı da ihmal etmez. İsmine bayıldığı ‘Dolapdere’den girer ‘acayiplerin yokuşu’ dediği ‘Yüksekkaldırım’dan çıkar. Akşamı Galata’nın meyhanelerinde eder. Soluğu Millet Bahçesi’nde alır. ‘Ölümler diyarı’ Yedikule’den zor atar kendini. Haliç ve Edirnekapı fakirliğiyle hüzün verir ona. Kasımpaşa külhanbeylerin, bıçkınların semtidir. Kumkapı’nın ‘beleş plaj’ı ünlüdür. Şehzadebaşı’nı sinemaları ve kıraathaneleriyle anlatır.

‘Surdışı’na çıkınca, Silivrikapı, Mevlanakapı ve Topkapı’nın kozmopolitliğini sever: “Bu mahallelerde yaşayan insanlar milliyet ve din ayırımına çok fazla önem vermezler. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi bir arada yaşarlar ve bundan herhangi bir rahatsızlık duymak da akıllarına gelmez (…) Bu mahallelerden şehrin merkezine gitmek, İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelmekten zordur (…) Bazen bir sarı Apostol, bir sulu Avram’a Yahudice sataşır; bazen bir Barbunya Ahmet, Zargana Agop’a dert yanardı (…) Kendi aralarında din farkı gözetmeksizin kız bile alıp veren insanların başlıca düşmanı, daha doğrusu sevgilisi bir tepeye çıkıldığı zaman görülen şehrin merkezidir. Orada kapkaranlık, soğuk geceleri ısıtan bir aydınlık vardır.” (Kalorifer ve Bahar)

Babıâli İstanbul’un en zalim yokuşudur Sait Faik’e göre: “(…) oranın insanları boğuşa boğuşa, didine didine ekmek paralarını çıkarırlar. Yokuşa ayağınızı bastınız mı altınızdaki karpuz kabuğuna dikkat etmezseniz kaydığınız gündür. Burası öyle bir yokuştur ki kimler inmiş, kimler çıkmıştır. Ne Eşekanırtan yokuşu, ne de Kumbaracıbaşı yokuşu, bu yokuş kadar zalim değildir.” (Açık Hava Oteli)

Haydarpaşa Anadolu insanın gözlemlemek için özel olarak gittiği adrestir üstadın. Üsküdar’ı ‘kendine has’ ama “İstanbul’a Diyarbakır kadar uzak” bulur. Kartal bedbaht bir kaza merkezi, Alemdağ ise ‘İstanbul’un kargaşasından ve bozulmuşluğundan kendini kurtarabilmiş istisnai bir yer’dir. Enfes paragraflarından birini nedense pek uğramadığı Boğaz semtlerinden birinde yazmıştır Sait Faik: “Rumelihisarı’ndaki bir balıkçı kahvesinde oturmuş, bir yıldızdan seni istemiştim. Şimdi her şeyi istiyorum, seni de yıldızları da. Ama önce balık gibi, İstinye gibi, Kandilli, Anadoluhisarı… Boğaziçi iskelelerinden bir tanesi gibi akıntısı tatlı, rüzgârı lale bahçesi, çiçekli bir dünya istiyorum.” (16.15)

'KÖY'DE İNZİVA

Orhan Kemal’in cümleleriyle Sait Faik: “Kimi günlerde alessabah, İstanbul’u fellik fellik dolaşmaya çıkar (…) ne bileyim bir dükkânda ya da İstanbul’un en kıyıda köşede kalmış bir yerinde rastladığı insanları da kolundan tutup öykülerine sokuştururdu. Cumartesi ve Pazarları ise adacığına sığınırdı. Kendi köyünü (…) anlatırdı.” O köy Burgazada’dır. İlk olarak yazdıklarından ötürü başına türlü işler açıldığı, ‘yaşamış’lıktan yorgun düştüğü dönemde çekilir Sait Faik adaya (Yazarın ailesiyle birlikte yaşadığı köşk halen bir müze).

‘Haritada Bir Nokta’dan: “İşte çocukluğumun ve ilk gençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü (…) İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş, gittiğim motorla geri dönmüştüm. Şimdi namuslu insanların arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu, kötülüğü göz kırpışından anlayınca canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir halde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrünün sonunu, burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim (…) Artık bütün günümü gecemi burada geçirecektim (…) Niyetim yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü cigarası içecektim (…) Yazmayacaktım (…) Burada namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim.”

Ama yapamaz. Öykünün son satırlarında şöyle anlatır dönüşünü: “Yapamadım. Koştum tütüncüyü, kâğıt kalem aldım. Oturdum (…) Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Şehir ve hayatla arasını düzeltip yeniden yazmaya başladığında da Burgazada bir sığınaktır Sait Faik için. Aynı zamanda insanıyla, doğasıyla, martılarıyla yeni bir ilham kaynağı…

AĞIR HÜKÜM

İstanbul’dan hep ‘aşk’la söz etmez yazar. Tiksindiği, nefret ettiği de olmuştur. Özellikle de yaşının ve hastalığının ilerlediği son yıllarında. “Sabahleyin bitlerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, istismar edenin, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafın azgın, zenginin deli, haris, egoist, gaddar; fakirinin kayıtsız, sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz, oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum.” (Büyük Hayaller Kuralım) “Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir.” (Söylendim Durdum)

Dahası var: “İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil. Güzel değil. Başka günlerde köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokakları dardır (…) Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.” (Alemdağ’da Var Bir Yılan). İstanbul hakkındaki en ağır hükümlerden birini de İstanbul sevdalısı Sait Faik verir yine. Hepimizin malumu, “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey” cümlesini pek bilinmeyen şu cümle izler: “Burada bir insanı sevmekle bitiyor her şey.” (Alemdağ’da Var Bir Yılan)

Son söz Mahmut Alptekin’in ‘Sait Faik’ adlı kitabından: “Hiçbir yazarımız İstanbul’u Sait Faik gibi anlatmamıştır. Çünkü Sait Faik İstanbul’u kanında, damarında, canında duymuştur.” Alptekin’in ifadesiyle Sait Faik’in İstanbul’u yaşayan İstanbul’dur, bir nostalji veya daüssıla şehri değildir; bir ‘sergüzeşt tombalası’dır, o gün şansına ne çıkacağını, başına ne geleceğini kestiremez; tablo güzelliğinde bir İstanbul değildir Sait Faik’inki, uzaktan seyredilmez…

Not: Onca yıl sonra İstanbul gibi bir şehri, Sait Faik gibi bir yazarın gözünden aktarmaya soyununca soğuk terler dökmedim değil. Neyse ki kitaplığı karıştırırken geçenlerde aldığım o şaheser kitabı gördüm de derin bir nefes aldım. Yeşim Özdemir’in İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları’ndan çıkmış ‘Sait Faik’in İstanbul’u’ gerçekten dört dörtlük bir kitap. Yazarın İstanbul’u fethini milat alan kitap, İstanbul’un ‘fetih’ öncesi Türk edebiyatındaki yerinden giriyor söze. Sonra dönemin İstanbul’undan nefis siyah beyaz kareler eşliğinde Sait Faik’in şehri fethediş hikâyesini anlatıyor. Semtler, mekânlar, insanlar derken seçme öykülerle sona eriyor kitap. (Kaynak: Postseyyah)