Alper Canıgüz: 'Bir dirhem bal için bir çeki odun çiğniyoruz!'

Alper Canıgüz'ün son romanı "Kan ve Gül" April Yayıncılık etiketiyle okuyucuyla buluştu. Canıgüz ile son romanını ve polisiyeyi konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Aslı Tohumcu [email protected]

alper736 Alper Canıgüz

Cehennem Çiçeği’nden tam dört yıl sonra, herkes belki bir başka Alper Kamu romanı beklerken senden, zamanda yolculuk eden aşk romanları çevirmeni Aziz’in ve “Türkiye’nin” romanıyla karşımızdasın. Üstelik sadece roman kahramanın değil yeni olan.

Bu kez işlenmemiş bir cinayetin failinin peşine düşerek nanik yapıyorsun, polisiye deyince aklına ilk Sherlock Holmes gelenlerin. Yeni bir polisiye yazıyorsun. Buradan başlasak sohbete…

Arka arkaya iki Alper Kamu romanı yazmayı ruh sağlığım açısından biraz sakıncalı buluyorum doğrusu. Bir de şu var ki, bütün cazibesine rağmen bir Alper Kamu hikayesi kendi sınırlarıyla birlikte geliyor; anlatıcı, çevresi ve hikayenin kendi gerçekliğini belirleyen tüm diğer unsurlar açısından. Farklı dünyaları olan hikayeler anlatmayı da seviyor ve özlüyorum.

Karakterlerinin espri patlatmasından öte, polisiyenin kendisiyle dalga geçen ama onu küçümsemeyen bir üslup da yaratıyorsun romanlarında. Kan ve Gül’de iyice belirginleşmiş bu sanki. Bu da yeni polisiyenin unsurlarından mı?

Böyle bir durum var, evet. Belki ülkemizde fazla örneği yok ama dünyada uzun süredir polisiye türü içinde bu türden ciddi arayışlar, farklılaşmalar var. Ben de çok alışılageldik bir polisiye yazmayı çok da istemem açıkçası. Polisiye yapının kurallarına uyarken onu yeniden kurgulamak, üzerinde düşünmek, dramatik anlamda da hikayeye katkıda bulunan bir iş diye düşünüyorum.

Kendimi tekrar etmiş olacağım ama polisiye denince hâlâ akla ilk Sherlock Holmes’un geldiği bir ülkede yaratıcı yazarlık yapmak, Kan ve Gül’deki zaman yolculuğu gibi kurgusal veya beş yaşındaki Alper Kamu gibi karaktersel buluşların peşinden koşmak nasıl bir duygu?

Nasreddin Hoca’nın keçiboynuzu tarifi gibi bir şey herhalde: Bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnemek. Yine de, başka hiçbir şeye benzemeyen bir tadı olduğundan, vazgeçemiyor insan.

Nasılsa herkes soracak, benim neyim eksik… Sen de Aziz’le birlikte mi düştün katilin peşine yoksa başından beri biliyor muydun cinayeti kimin işleyeceğini?

Ben bütün romanlarımı baştan kurgularım, yol üstünde baştan görmediğim sokaklara girip çıktığım olur ama omurga her zaman bellidir. Açıkçası, dur bakalım hele biraz yazayım da, bakalım katil kim çıkacak diye polisiye yazılabileceğini, en azından iyi bir polisiye yazılabileceğini pek aklım almıyor. Neticede bu, okur ile yazar arasında centilmenlik anlaşmasına dayalı bir oyundur. Katilin ya da peşine düşülen şey ne ise onun, okur tarafından da keşfedilebileceği ipuçları koymalısınız hikayeye. Sonunu siz bilmeden, nasıl yapacaksınız ki o işi? Yani işin mantığına bütün bütüne ters öylesi.

0001696783001-1 Alper Canıgüz, Kan ve Gül, April Yayınları, 2017.

Oğullar ve Rencide Ruhlar’da Alper Kamu’ydu yanılmıyorsam… "İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?" demişti. Kan ve Gül’de de bir aşkın otopsisini yapmaya mı yaradı cinayeti çözmek? Ya da neye yaradı Allah aşkına, çünkü pek hazindi romanın sonu…

Kan ve Gül’deki aşk otopsisi bir amaç değil bir araç aslında. Mesele ne olursa olsun, yüzleşme olmadan hellalleşemiyorsunuz, bunu yapamadığınız zaman da yalanlar üstüne kurulu yarım yamalak bir hayat yaşamaktan başka çareniz kalmıyor. Bu romandaki temel dert, bununla ilgilidir daha ziyade.

Aziz geçmişe gidince, onun hafızası üzerinden, yakın dönem siyasi tarihimizde hızlı bir geçiş yapıyoruz. Aziz o tarihi bilen biri olarak bir an aklından vatanı kurtarmayı geçirse de o enerjiyi bulamıyor kendinde ve hemen vazgeçiyor. Bizim, yani X kuşağının sorunu biraz da bu mu?

Galiba öyle. Kendine en ufak bir hayrı olmayan pek çok kişinin, ilk iş vatanı kurtarmaya sıvandığı düşünülürse o kadar da fena olmayabilir ama bu durum.

'KENDİMİZ İÇİNDEYKEN KAFAMIZ DIŞINDA KALDI'

X kuşağı demişken… Bu kadar fena durumda mıyız yahu? Bütün ideallerimizi değişik kademe yöneticiliklere mi sattık?

Hayır, tam olarak öyle yapmadık. Murathan Mungan’ın “Çember” şiirinde çok önceden tespit ettiği gibi, kendimiz içindeyken kafamız dışında kaldı. Sonra ne olacağı da yine aynı şiirde güzelce anlatılmıştır. Yeni Türkü çok güzel şarkılaştırmıştır “Çember”i, mâlum; demek biz de biraz farkındaymışız meselenin ki, doksanlı yıllarda yakın arkadaş çevremde bir marş gibi söyler dururduk.

Aziz 1994 yılına dönüyor romanda ve yerel seçimler sonrası İslamcı gençler, Boğaziçi Üniversitesi’nin bahçesinde kutlama yaparken, o kanattan arkadaşı Nurettin'e, “Kendini hiçbir zaman güçlü hissetmemiş birinin hasbelkader kavuştuğu güçten vazgeçmesini bekleyemezsin,” diyor. Referandum sonrası bu cümlenin daha bir anlam ve değer kazandığını söyleyebiliriz sanırım. Sen ne dersin? Üstelik bu defa iktidar sadece tepedekilerin elinde olan bir şey değil de, halkın “bir” kısmına da ait bir şey gibi mi?

Sadece bize has ve siyasi güç için geçerli değil bu durum bence. İktidar kime ya da kimlere ait olursa olsun her türden muktedirin elindeki güçle ilişkisi aynı biçimde gelişip nihayetinde kaçınılmaz biçimde zehirli bir hal alıyor. Gelişmiş demorkrasi diye adlandırdığımız toplumlar bunu fark edip, toplumsal ve siyasi yapılanmaları içinde mümkün mertebe bunun önlemini almış, kontrol mekanizmalarını geliştirmiş olanlar. Gerçek patoloji, hayatı bütün bütüne bir iktidar ilişkisi olarak anlamlandırmaktan kaynaklanıyor aslında. Güce bağımlılık arttıkça tatmin verici bir hayat sürdürme ihtimali azalıyor. Neticede, mutlak iktidar sadece bir vehimden ibarettir.

Halk demişken, maktul Abdül’ün belediye otobüsünde Aziz’e söyledikleri de çok çarpıcı: “Şunlara bak. Hayvanlardan ne farkları var, söyler misin? Yerler, içerler, labada labada düzüşürler...” Sonra insanları suaygırlarına benzetir Abdül: “Suaygırının dilemmasını bilir misin? Gönlünce götünü yayıp miskinlik etmek dışında hiçbir derdi tasası olmayan bu hayvanlar, hayatları boyunca tek bir soruya yanıt vermek zorunda kalır. Ölmeden önce karar vermeleri gerekmektedir: Sudaki timsaha mı yem olayım, karadaki aslanlara mı?” Halk böyle bir şey mi gerçekten, kendini ve beni de ayrı tutmayarak….

Romanlarımdaki karakterlerin düşünceleri, benim düşüncelerim değildir; dahası bazen onların gerçek düşünceleri bile değildir. Gerçek hayat, teorik olandan çok farklı işliyor. Bir roman karakteri de yalan söyleyebilir, abartabilir, kendini kandırabilir… Mühim olan, söz konusu karakterin “serimlemesini” dürüstçe ve derinliğine yapabilmek. Bu manada benim ne düşündüğümün çok önemi yok ama söyleyeyim: Halkın ne çok abartılacak, ne de çok hafife alınacak bir “varlık” olduğunu düşünüyorum. Aynı şey sen ve ben için de geçerli.

Aziz geçmişi değiştirdiği için mi bu geleceği yaşadı yoksa her durumda… of, kafam karışıyor. Seninki karışmıyor mu?

Geleceğin geçmişi belirlediği bir hikayenin biraz kafa karıştırması beklenir ve iyi bir şey bence. Benim bakış açımdan, Aziz hiçbir şeyi değiştirmedi, yaşadığı yüzleşme, hayata bakışını ve ona atfettiği anlamı değiştirdi sadece. Ancak bir başkası bunu bambaşka da yorumlayabilir elbette; buna sevinirim de.

Şunu sorayım son olarak, kitabı okurken kendime de sordum bu soruyu: şimdiki aklınla geçmişi tekrar yaşama şansın olsa aynı hataları yapar mıydın, yaşadıysan aynı felaketleri yeniden yaşamak ister miydin?

İstemezdim herhalde. Yaşamak için herkesin bir nebze kendini kandırması gerekiyor galiba ama benimki daha mazoşizm seviyesine ulaşmadı diye ummaktayım.