Okan Çil: Arabeski alaya almam!

Senarist Okan Çil'in "Onu da Sonra Anlatırım" adlı öykü kitabı çıktı. Çil, projelerini paylaştı.

Google Haberlere Abone ol

Okan Çil, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı ve Yazarlık Bölümü mezunu… Geçtiğimiz günlerde "Onu da Sonra Anlatırım" isimli ilk öykü kitabı yayınlanan Çil ile ilk kitabını, zamanının büyük çoğunluğunu geçirdiği İzmir’i ve edebiyatta fanteziyi konuştuk.

"Frankenstein canavarı başta olmak üzere, B filmlerin o devasa, vandal yaratıklarına hayranlık besliyorum ve bunu kimse ciddiye almıyor." sözleriyle sinemada absürt sevgisini dile getiren Çil’i dinliyoruz.

Kitapta göze çarpan ilk şey; absürdü biçimsel olarak öykülerinize yerleştirme başarınız… Size göre kitabınızın biçimsel ve içerik olarak tutarlılığını sağlayan şey nedir?

Bence her öykü kendi estetiğine sahip olmalı, genel olarak bunun üzerine kafa yoruyorum. Tabii bunu ne kadar hayata geçirebildim, bilmiyorum, ama biçimi zorlamak, onu yormak, hatta yer yer alaya almak öyküye çoğu zaman soluk aldırır. Kaldı ki estetiği dert etmeye başladığınızda, biçimle olan mücadeleniz kendiliğinden ortaya çıkar. Bu sadece öyküye has değil, hemen her sanatsal disiplin için geçerlidir.

Diğer taraftan absürdün kendisi, kaba tabirle şımarmanıza daha çok olanak tanır. Dolayısıyla çarpıştığınız her tür konu, zaman ve mekân plastik olmaktan çıkıp darmadağın edeceğiniz bir eve dönüşebilir. En azından bana işin bu kısmı baştan çıkarıcı geliyor.

"Onu da Sonra Anlatırım" isimli öykü kitabınız, kıyıda köşede kalmış kent insanın çıkışsızlık halini resmediyor gibi… Modern insan, moderniteyi alaya alarak mı var olabilir sizce?

Evet.

"Aşk Fiillerinin Unutulmaz Nesnesi" isimli öykünüzü okurken Godard’ın bir sözü geldi aklıma: Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok.

Baudrillard’ın simülakr dediği de böyle bir şey zaten. Aşkı, aşk yapan göstergelerimiz mevcutsa, duygulara ihtiyacımız yok. Dahası aşkın varlık sorununu, yok-duyguyu gizleyen / onun yerine geçen şey göstergelerin kendisidir.

Öyküdeki eleştiri ne sosyal medya düşmanlığını, ne de eskiye yönelik nostaljik bir özlemi kapsıyor aslında. Bu bir eleştiri midir, ondan bile emin değilim. Belki de yapmaya çalıştığım şey sadece durum tespitidir, ortaya hin bir soru atmaktır, saçmanın kahkahasına erişebilmektir. Tabii yanılıyor da olabilirim, evlendikten sonra, webcam vasıtasıyla görüşüp gerdeğe girmek ilginç bir fantezi olabilir.

Öykülerinizin genelinde bir İzmir güzellemesi yaptığınız görülüyor. Sizi İzmir’e ile bağlayan dönem üniversitede okuyan süreç sanırım. "İzmir’de yaşamamış olsam bu kitap eksik kalırdı" dediğiniz oluyor mu hiç?

İzmir’de doğup büyüdüğüm için, şehirle olan bağım üniversitenin ötesinde aslında. Bu yüzden, karakterlerimi bildiğim sokaklarda gezdirmek istedim. Her gün aynı yolda yürüyen biri, ayağının nereye takılacağını iyi bilir. Belki kolayıma geldi, belki de İzmir bana daha bakir göründü. Ama neresi olursa olsun mekânın öyküyle olan ilişkisini kurcalamak eğlencelidir.…

kitapçil

"Bir Kulunu Çok Sevdim" isimli öykünüzde arabeski alaya aldığınız görülüyor. Veysel özelinde, hepimizin muzdarip olduğu çocukluk aşkının itiraf edilmemesi sorununa eğilmeye nasıl karar verdiniz?

Arabeski alaya aldığımı düşünmüyorum, bilakis sever ve sayarım kendisini. Öyküye bu ismi koymak istememin sebebi, hem parçanın eski olması, hem de anlatmaya çalıştığım şeyi karşıladığına inanmam.

Bir de platonik olanın itiraf edilememesi, sadece çocuklukta değil, neredeyse her yaş grubunda gördüğümüz bir eylemsizlik hali. Hatta bu durum neredeyse hortlak hikâyeleri kadar evrensel... İlgimi çeken kısım da buydu işte. Onu eşelemek bir öykü yarattığı gibi, günah çıkarmayı da beraberinde getiriyor çünkü. Veysel olmak, Veysel’liğin hakkını vermekten geçiyor sanırım.

Lisans eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı ve Yazarlık Bölümü’nde tamamlamış olmanız yazarlığınıza ne kattı sizce?

Yazmayı, yazıyla olan mesaimi okul öncesinden beri sürdüğüm için bende büyük bir kırılma yarattı, diyemem. Tabii bunu öykü özelinde söylüyorum. Yazmayı, yazarak öğrenirsiniz çünkü kıra döke öğrenirsiniz. Diğer taraftan film estetiğini, senaryo matematiğini hazmetme noktasında okulun katkısı olduğu yadsınamaz.

Öykü yazarlığının dışında dizi film ve sinema filmi yazarlığı da yapıyorsunuz. Bu durum öykü yazarlığınızı besliyor mu sizce?

Senaryo yazmakla öykü yazmak birbirinden çok farklı aslında… Birinde duyguyu görünür bir şey haline getirirken, diğerinde kelimeyi dert etmeniz gerekiyor. İkisiyle de uğraşanlar bilir, belli bir yerden sonra etkileşim kaçınılmaz oluyor. Bunun bendeki yansıması, öykülerin içine yerleştirdiğim senaryosal parantezler şeklinde açığa çıktı. Gündönümleri, müzik altı sekansları, zaman atlamaları… Tabii bunlar daha çok form bozmaya yönelik girişimler.

Hazırladığınız yeni bir öykü kitabı var mı?

Hali hazırda Alakarga’nın gençlik serisi için çalıştığım bir roman var. Tezer Özlü üzerine… Onun dışında öyküyle olan arkadaşlığım devam ediyor.