Hastanın şifa kaynağı

Olan’dan sonra sadra şifa bir şey kaldı mı elimizde ona bakmalı. Sofi Huriler olmalı hayatımızda, retorik lafları olanlar değil.

Google Haberlere Abone ol

Kişi kendindeki bir eksiği göstermeye çalışırken son derece başarılı olabilir. Bir fazlalık yaratır, atamadığı yükü başkalarına devreder. Ziyadesi olmayanlar arasından çıkar böyleleri, o anlamın atfedildiği kişilerden. Dostluk üzerine yazdıklarıyla kalburüstü insanlara derinden tesir eden bir yazar tanımıştım. Yazmaya, hiç dostu olmadığını fark edince başladığını anlatmıştı. Hayli ileri yaştaydı. Etraftan hürmet görüyor, retorik cümleleri sadık tebaasının dilinden düşmüyordu.

samiha Sâmiha Ayverdi, Mektuplar, Kubbealtı.

İki yetişkin kızı vardı. Güzel ve zeki idiler. Ama onların bahsi, bilinen bu iki çarpıcı özellikleri ile hiç geçmez babalarındaki mistik dostluk hassasiyetinin özneleri kabul edilirlerdi. Tahminimin aksine, herhangi bir teşebbüste bulunmadığım, böyle bir maksadım katiyen olmadığı halde onları da yeterince tanıma fırsatı buldum. İkisi de dostluk duygusundan mahrum yaratılmışlardı. Güzel konuşuyorlar, zekice şeyler söylüyorlardı. Söz sanatı ve natıka bir meziyet, belki de bir kabiliyet. Ama kızların o taraflarına kimse aldırmıyordu. Kimin çocukları olduklarına bakıyorlardı. Onlarda dostluktan anlaşılması gerekenin babadan mevrus idealini gördüler, onlara öyle muamele ettiler.

Baba açlık çektiği iyi insan olma ihtiyacını başkaları üzerinden karşılamıştı. Kelamına kudret vehmeden birkaç zengin vaktiyle bir araya gelmiş bir vakıf kurmuş, idaresini ona teklif ettiklerinde lütfen kabul buyurmuştu. Büyük dostun aynı zamanda emsalsiz bir hamiyetpervere dönüşmesi öyle başlamıştı. Efsane oldu, menkabeleri yayıldı. Öyle yukarıdaydı ki biyografisini yazmaya kimse cesaret edemedi. Tasvirde aciz kalacakları endişesindeydiler. (Bizde biyografi yazımının önündeki arkasındaki engel böyle bir şeydir.) Şifahi alana havale ettiler. O gerekeni nasıl olsa yapardı. Nitekim laf pek geniş bir sahada hükmünü icra etti. Sözün uzun düşüş çağında dahi unutulmadı -Jacques Ellul’ü de anmış olalım. Hakkında her vesile ile defalarca konuşma yapıldı. Söz adamı sözde kaldı.

Çocuklarını emanet görenler onlara hak etmedikleri ne varsa verdiler. Asıl istedikleri vermekse, neyseler onu vermek, hiçbirine makul gelmedi. İkisine de herhangi bir kurumun idaresi verilemezdi. Güven telkin etmiyorlardı. İyilik etme ihtiyacından mahrumdular. Herhangi bir kişinin onlar muhtaç olması ona aptal demelerine yetiyordu. Aralarında üç yaş olmasına rağmen ruhsuzluğun ikiz tezahürüydüler. Baba hatırına akla gelen her nevi tahsisat verildikten sonra unutuldular. Ama bugün de önemli kişilere bir telefon etseler mutlaka öncelikle itibara alınırlar. Güzel ve zeki olmalarını görünmezleştiren tuhaf kişilikleriyle yalnız yaşayıp gittikleri duyuyorum. Anne hakkında hiç bir şey bilinmemesi tek değerli kişinin o olduğunu gösteriyor. Diğer üçü tedaviyi red ettikleri zor bir hayat yaşamış olmalılar. Ya da biz merhamet ve adaletin anlamını bilmiyoruz. Çocuklarına ne olduğunu hâlâ merak etmek can sıkmaktan başka işe yaramaz.

ŞİMDİ TANIDIM

Büyük sanatçıların, değerli insanların adlarını ve eserlerini duymadıklarımız yahut isimlerini nadiren işittiklerimiz arasında yaşadığını değerli kişiye tesadüf ettiğimizde fark ederiz, talihimiz yaver gitmişse. Vuku bulduğundan kendinin bile haberi olmaksızın bir sürpriz çıkıvermezse izlerini aramak meşakkatlidir. Fakat müsmir de bir çabadır. Çünkü iyi insan, dost kişi onlara benzer.

O insanları görmek ihtiyacıyla göstermek gayretine girenleri takdir etmek icap eder. Sâmiha Uluant Ataman bir bilinmez dost kişinin peşine düşmekle ne iyi etmiş. 1897’de Halep’te doğan bir kadın. Kendi ifadesiyle “Mütedeyyin Arap Hıristiyan bir ailenin, bir reis-i rûhâninin kızı olarak dünyaya gelmiş”.

O aile sonra Antep’e göçmüş. Antep Amerikan Koleji, Cambridge’de edebiyat tahsili, İstanbul’a dönüş... Diller dişler, kitaplar çeviriler, memuriyetler, tekrar İngiltere, Birmingham’da felsefe ve ilahiyat... Bugün için, o vakte göre, baş döndüren bir hayat. Mühim olan, onun işin esası gördüğü şey, değerli insanların ona dokunuşları. Emsalsiz bir tevazu ile onun dokundukları. Bu hayatı öğrenmeye ne kadar ihtiyacım varmış. Şimdi Sofi Huri’yi daha da çok seviyorum.

BİR HÜZÜN

"Seni bir daha götüreceğim" dedi. İlk götürdüğünde mahvetmişti. Ancak yurtdışına gidince kurtulmuştum. Yalan. Çok ağladım arkasından. “Ağlarım Hatıra Geldikçe Gülüşlerimiz”. Sonra unuttum. Elde kalan hüzünle yaşayıp gidiyordum işte.

Dönmeyeceğini, geri gelmeyeceğini bilmenin hüznü. Ne işi var o zaman? Neden çıkıp gelmiş gibi yapıyor? Başa çıkamadığı hangi hüznün tesellisini arıyor bende. Ayrılık kopmaktır. Hiç bir gönül alma bağlamaya yetmez, izi kalır. Bir imkânsız takas. Mümkünün muhal olduğu münhal koltuk, zurnanın zırt dediği yer.

Hastanın şifa kaynağının siz olduğunuzu düşünerek gelişi, buna gerçekten inanışı ama ardından sizi de hasta ederek gidişi. Öyle olmasa, deriz ama olur. Olan’dan sonra sadra şifa bir şey kaldı mı elimizde ona bakmalı. Sofi Huriler olmalı hayatımızda, retorik lafları olanlar değil.