Çehov’dan Berger’e ODTÜ direniyor

ODTÜ Tarih Direniyor Yalçın Bürkev'in "Neden ODTÜ Tarihi? ODTÜ 60 yıllık bir kurum ve daima muhalif. Peki ama neden ODTÜ daima muhalif?" gibi sorulara yanıtlar aradığı bir tarih çalışması. Bürkev, bu sözlü tarih çalışmasında, sadece kişisel anılara yer vermek yerine, anlatımı dönemlere tanıklık eden birçok fotoğrafla da güçlendiriyor.

Google Haberlere Abone ol

Birkan Bayındır

Çehov okuyorum. 604 sayfalık ODTÜ Tarih Direniyor kitabından sonra bir çeşit eve dönüş gibi; türlerin birbirini besleyen bir yanı var. Bir öykücü olan Çehov, yazarın yapması gerekeni, "bir durumu en gerçekçi şekilde anlatmaktır; öyle ki okur göz ardı edemesin artık onu…" diyerek kendince bir tanımlamayla girişmesini John Berger şöyle sürdürüyor, "Bu anlamda bizler, siyaset mekanizmasının silmeye çalıştığı tarihi tecrübelerimizin hem okuru hem de yazarı olmak zorundayız bugün… Bunu başarmak elimizdedir."

Bir sözlü tarih derlemesi sayılabilecek, kurulduğu günden bugüne kadar ODTÜ’nün serüvenine bir bakış sunun kitap, bunu başarmanın bir göstergesi olarak okuduğum kitaplar arasında yerini alıyor.

Tarih olarak adlandırılan geçmişin kitaptaki sunuluşu kendi içinde dört bölüme ayrılmış. Bölümleri belirleyen duraklar çoğun maalesef ki kendiliğinden, doğallığında oluşmuş duraklar değil. Dışarıdan dayatılan müdahalelerin bir sonucu örneğin ikinci bölümün başlığı "12 Mart’tan 12 Eylül’e" adını taşıyor. Aslında kitabın yapmaya çalıştığı da kendini kuşaklar olarak kümelendirebilecek bir kesintiler toplamında, bu kesintilerin görünmez kıldığı bir bütünü aydınlatma çabası olarak algılanabilir.

Kuşaklar gelip geçerken kitabın anlatıcıları değişse de bir bütünlük içindeki çeşitlilik, daha iyinin arayışında kendi duruşunu yaratmaya çalışmış insanların anılarını okurla buluşturuyor.

odtüü ODTÜ Tarih Direniyor / Yalçın Bürkev / Nota Bene Yayınları

Paylaşılan sadece kişisel anılar değil; aynı zamanda fotoğraflar da anlatıları destekler nitelikte kitabın içindeki anekdotlar olarak varlık buluyor. Böylece Başkaldırıyoruz’un her harfini bir kişinin tuttuğu fotoğrafı gördüğümde bu fotoğrafın çekildiği tarihin üstünden (5 Ocak 2011) altı yıl geçtiğini hayretle fark ediyorum. Bu fark edişten sonra fotoğraf benimle yeniden konuşmaya başlıyor. Bu konuşmanın iki boyutu var.

Birincisi belleğimdeki bir şarkının nakaratına yaptığı gönderme, ikincisiyse John Berger’in "Başkaldıran artık itaatkâr olmaktan çok, başına buyruk."3 diyen sözleri oluyor. Bu başına buyrukluğun bir biçimini "Gezi"yi hatırladığımızda görebileceğimizi düşünüyorum ve aynı kitabında Berger’in değindiği başka bir şeye geçmek istiyorum: "Bizlerin insanca yaşaması ve ölmesi için şeylerin adının doğru konulması gerekiyor. Sözcüklerimizi yeniden sahiplenelim."4 Kastettiği sözcüklerden biri demokrasi olmalı ki aynı yazısında bir tanım olarak da okunabilecek şunu yazmış.

"Demokrasi, karar almak için (ki gerçekleştiği ender görülür) bir öneride bulunmaktadır; seçim kampanyalarıyla pek bir ilişkisi yoktur. Demokrasi, siyasi kararların yönetilenlere danışıldıktan ve onların fikri alındıktan sonra verileceği vaadinde bulunur. Bunun gerçekleşmesi için yönetilenlerin, söz konusu meseleler hakkında yeterince bilgilendirilmesi, karar mercilerinin onları can kulağıyla dinleyecek ve önerilerini dikkate alacak yetenekte olması gerekmektedir. Demokrasi, iki seçenek arasında tercihte bulunma "özgürlüğü", kamuoyu araştırmalarının yayınlanması ya da insanların istatistiklere tıkıştırılması ile karıştırılmamalıdır. Bunlar demokrasilerin sahte göstergeleridir."

Sanırım ODTÜ Tarih Direniyor kitabındaki anlatıların ekseni tam da buradan geçiyor. Özellikle ODTÜ tarihine nüfuz etmiş ÖTK, aslında üniversitede demokrasiye dair önemli bir deneyim aktarımı olarak okunabilir. Üstelik Berger’in "sözcüklerimizi yeniden sahiplenelim" önerisinden hareketle, günümüze dönersem demokrasinin aslında sahiplenilmeyi en çok hak eden sözcüklerden birisi olduğu olduğunu görüyorum.

Bu gerçeğe bakarken; renklerin çoğulluğuna rağmen iki renge indirgenmeye çalışılan günümüz çoğulculuğunda bir yönetilen olarak gündemin getirdiklerinin sonucu artık iyice soğuduğum için yeterince ilgilenmediğim ama hayatımı etkileyecek olan önemli gelişmelerle ilgili bilgilere yeniden nasıl açık hale gelebilirim, diye kendime soruyorum. Üstelik bu soruya başka sorular da ekleniyor. 'Bilgi' adı altında sunulan propaganda ve bilgi kirliliğinden fazlası yönetilenlere nasıl ulaşır? Karşılıklı güvenle birlikte, yönetenlerin yönetilenleri can kulağıyla dinleyecek ve önerilerini dikkate alacak yetenekte davranması nasıl gerçekleşir?

Sanırım cevapları hemen verilebilecek sorular değil bunlar, ama bu soruları ilgi çekici bulan herkese söyleyecek bir şeyleri var ODTÜ Tarih Direniyor kitabının. Mesela Yakup Kepenek’in anlatımında geçen: Cahit (Arf) Bey’in söylediği bir şey vardır: "ODTÜ kendi gücünü falanca siyasete yaklaşarak, filanca partiye göz kırparak değil, yaptığı işi yaparak ve ne yaptığını insanlara anlatarak sağlar. Yaptığı iş nedir? İyi insan yetiştirmek. İyi araştırma yapmak." sözleri gibi kitaptaki birçok anlatının bu soruların cevabına yaklaştıran şeyler sunduğunu söyleyebilirim.

Tıpkı; "Bu arada, kitlelerin kazasız belasız hayatlarını sürdürebilmek için buldukları çarelerde, sınırlara meydan okumalarında, duvarlarda gedikler aramalarında, çocuklara duydukları sonsuz sevgide, gerektiğinde şahadete hazır olmalarında, sürekliliğe inanmalarında, hayatın armağanlarının küçük ama değerli olduğunu görmelerinde pek çok cevap yatıyor."

"Duvara Karşı Olmanın On Yolu," adlı yazısında Berger’in bakılmasını işaret ettiği yerler gibi diyebilirim.

"Yoksullar da varsıllar kadar çok seçimde bulunur, hatta belki daha bile fazla ama her seçim birbirinden çetindir. Yüz yetmiş değişik renk tonu arasından bir seçim yapmak gibi lüksleri olmadığı için birbirlerine yakın iki seçenekten birinde karar kılmak zorundadır yoksullar. –ya şu ya da bu."

ODTÜ Tarih Direniyor da içinde barındırdığı anlatılarla lükse özendiren bir kitap; 'yüz yetmiş renk tonunun bereketi ve zenginliğinin lüksü' diyorum ben buna. Dizilerde sunulan ve hayranlıkla izlenmesi beklenen zenginliğe benzemiyor, ama daha varsıl hissettirdiği kesin.