Dağlarca’nın sarkacı

Dağlarca laiklikten yanadır, ama ateist değildir. Aydınlanma ilkelerine bağlı bir subaydır, belki o nedenle siyasi bir şair de değildir ama ideolojik bir şairdir.

Google Haberlere Abone ol

Türkçeyi kendisine ses bayrağı olarak seçen ve deyim yerindeyse şairlik yaşamını onu taşımaya adamış biridir Fazıl Hüsnü Dağlarca. O meşhur dizenin yer aldığı şiirin adı “Türkçe Katında Yaşamak”tır. Şiirin tamamını okuyalım:

Seslenir seni bana “sonsuz”

Der ki çoğal,

Der ki uzan mutluluğuna

Usun, iyiliğin, doğruluğun,

Bir bilinmeyenden bir bilinene dek

Türkçe, varolduğumuz..

Türkçe, nice desem seni,

Onca güzelim.

Görünmek, derinleşmek,

Dolmak;

Seni düşünürüm, düşünürüm, yarı karanlıklarda, dal,

Anlarım onca.

Bir bölü beş, bir bölü dokuz,

Bir bölü bin üç!

Ayrılık anlamların öylesine azar azar dağılır,

Ta doğudaki balık,

Duyar kokusunu

Ta batıdaki yoncanın.

Seslenir seni bana yakın uzak,

Yeryüzü mavisinden gökyüzü yeşiline,

Tutsak uluslar var ya, geceler boyu

Onlar için,

Yitik özgürlükler için,

Türkçe haykırmak..

O süre yaradılış dar iken

Düz iken, yassı iken,

Daha'lar,

Daha'lar,

Daha'lar daha'lara karışmış,

Sınırsızlığın getirmiş yarınları.

Konuşamaz iken, o yusyuvarlakta,

Diyemez iken,

Artısı eksisi almış götürmüş

Toprağın bitkilerden arta kalan sağlığını,

Sıcak uzun

Bir kişiler geleceğine.

Seslenir seni bana bir duru su,

İçinde masallar, uygarlıklar saklayan,

Eski ozanlar kazımış ilk yazıları ilk anıtlara,

Yankılanır

Alandan alana, uçsuz bucaksız,

Evrenden akınlarının uğultusu.

Ama bağışla beni, unutmuşum,

Yıldızını, güneşini, ayını, utanmadan..

Öyle köksüz günlerim gelmiş bozkır çadırlarında çırılçıplak,

Unutmuşum ana demesini bile,

Öykünmüşüm türküsünü ellerin,

Ağzıma bir kara düşmüş, bağışla beni.

İşte and içiyorum,

Bütün ölüler adına,

Bütün gençler, bütün doğacak çocuklar adına,

Varacağım deyişine gündüz gündüz,

Varacağım Tanrı'ya dek,

Soluğumda soluğun..

Seslenir seni bana "ova"m, "dağ"ım,

Nere gitsem bulur beni arınmış.

Bir çağ ki akar ötelere,

Bir ak.. ki yüce atalar, bir al.. ki ulu oğullar,

Türkçem, benim ses bayrağım...

123

Şiir okuruna Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinin ilk buluşmada verdiği izlenimle daha sonra, yeni ve yeniden okumalarla düşündürdüğü farklılaşır. Bu birçok şairde böyledir. Ancak başka birçok şairde olduğundan farklı olan Dağlarca şiirinin ilk izlenimde aslında şiir okurunu ikna etmeye yetecek duygu ve düşünceyi yansıttığı halde bir gereksinimin okurda oluşmasıdır. Dağlarca şiiri okurun daha fazlasına dönük beklentisini kışkırtır. Onun şiiri okurunda genişleyen bir şiirdir; okura da duygusal ve düşünsel esneklik kazandırır o nedenle...

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın kendisi için bir evren oluşturduğu söylenebilir. “Çıkamaz çocukluğundan dışarı” dizesi de bu evreni işaret eder aslında. “Dört Yapraklı Çiçek”te dile getirilen şairin kendisini içine yerleştirdiği evreni somutlaştırmasından başka nedir ki…

Çıkamaz çocukluğundan dışarı

Kimse.

Oynamamız bundandır.

Kara toprakla binlerce yıl.

Çıkamaz çocukluğundan dışarı

Kimse.

Bundandır sevmemiz

kiraz ağaçlarını.

Çıkamaz çocukluğundan dışarı

Kimse.

Kardeşliğimiz bundandır

Mavi sularla binlerce yıl.

Çıkamaz çocukluğundan dışarı

Kimse

Bundandır inanmamamız

Kocaman bombalara.

Dağlarca’yla ilgili yazılmış onlarca yazı, kitap varken yeni ne söylenebilir?.. Söz dönüp dolaşıp ona duyulan hayranlığa gelmez mi?. Hele de Dağlarca bir inceleme değil de benim yaptığım gibi sohbet konusuysa... Dağlarca’ya bir şair olarak hayran olmamak mümkün mü? Öyle bir şairdir Dağlarca... Kendisine hayran ve kendisine hayran bırakan bir şair… Kendisini yalnız bırakacak kadar çok seven bir şairdir. Yoksa başka kim kendi fotoğrafının önünde fotoğraf çektirir…

İlk kitabı “Havaya Çizilen Dünya”yla (1935) dikkatleri çeker Fazıl Hüsnü Dağlarca. İkinci kitabıyla hilafeti kaldırmış cumhuriyetin laiklik uygulamasının nasıl olması gerektiği sorusuna yanıt olarak yazıldığını düşündürten “Çocuk ve Allah”ın (1940) şairi olarak çıkar şiir okurunun karşısına. Özellikle kitapta yer alan “Ağır Hasta” başlıkla şiir bu yöndeki çağrışımıyla dikkat çeker.

Üfleme bana anneciğim korkuyorum

Dua edip edip, geceleri.

Haytayım ama ne kadar güzel

Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.

Niçin böyle örtmüşler üstümü

Çok muntazam, ki bana hüzün verir.

Ağarırken uzak rüzgarlar içinde

Oyuncaklar gibi şehir.

Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum

Ağlıyorsun, nur gibi.

Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha

Duvardaki resimlerle, nasibi.

Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,

Büyüyor göllerde kamış.

Fakat değnekten atım nerde

Kardeşim su versin ona, susamış.

Ancak “Çocuk ve Allah”ın yayımlandığı zamanda olduğu kadar sonraki, şairin kendi sözcüğüyle ifade edersek, “sürez”de şiir okurunu ve şiir çevresini etkileyen tek şiir bu değildir. Kitabın oluşturduğu sorunsalla bağdaşık, şiir okurlarını çarpmış bir başka şiir de “Çocuklar Korkunç” adını taşır…

Çocuklar korkunç Allah'ım,

Elleri,yüzleri,saçları.

Uyurlar bütün gece

Yok sana ihtiyaçları.

Çocuklar korkunç Allah'ım,

Bebek yaparlar haçları.

Aşina değiller hatıramıza

Severken aynı ağaçları.

'LAİK DİNDAR'

Dağlarca laiklikten yanadır, ama ateist değildir. Aydınlanma ilkelerine bağlı bir subaydır, belki o nedenle siyasi bir şair de değildir. Ama ideolojik bir şairdir. İnşa olunan ulusçuluk ideolojisinin, en genel anlamıyla aydınlanma ideolojisinin şairidir. Dağlarca'yı anlatırken aslında Türkiye'nin cumhuriyetle yürüttüğü modernleşme projesinin, onun kültüre yön veren anlayışının şiirdeki yansımasına da değinilir ister istemez...

Dağlarca’nın ulusalcılığını, örneğin Attilâ İlhan’ın solcu ulusalcılığından ayırmak gerekir. Aradaki farkı, Dağlarca’nın ulusalcılığının önüne ya da sonuna herhangi bir niteleme sözcüğünün getirilmezliği oluşturur diyebiliriz. Yani onunki “saf ulusalcılık”(!) olarak tanımlanabilir. “Mustafa Kemal'in Kağnısı” başlıklı şiirini, belki demek istediğimi açıklamak için örnek verebilirim… Tezimi dayanak olacak daha birçok şiiri var elbette…

Yediyordu Elif kağnısını,

Kara geceden geceden.

Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,

Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,

İnliyordu dağın ardı, yasla,

Her bir heceden heceden.

Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına

Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.

Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,

Nam salmıştı asker içinde.

Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,

Doğrulmuştu yola önceden önceden.

Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,

Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,

Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,

Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,

Gecenin ulu ağırlığına karşı,

Hafifletir, inceden inceden.

İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında

Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,

Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;

Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.

Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,

Niceden, niceden.

Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,

Nazar mı değdi göklerden, ne?

Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez,

Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur

Nasıl dururdu Mustafa Kemal'in kağnısı.

Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden

Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,

Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.

Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,

Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.

Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,

Düşerim gerilere, iyceden iyceden.

Kocabaş yığıldı çamura,

Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,

Örtüldü gözleri örtüldü hep.

Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı, bacım,

Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,

Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.

Her güçlü şair kendi şiirini oluştururken başka şairleri okur, ama asıl başkalarını okurken kendi şiirinin potansiyellerini düşünür. Dağlarca da öyle yapmıştır.

Her şeye temas eden, temas ettiği her şeyi şiirin içinden düşünen ve şiire dönüştüren şair olarak dikkat çeker...

Dili dille kurcalayan, dilin duygu ve düşünsel yelpazesini açmayı şiiri için başat sorun haline getiren bir şair olmuştur. Dille düşünmenin deneyimini aktarmıştır. Dil onda kurucu unsur olarak öne çıkar. Çünkü hayali cemaatlerin en somut bağı dildir ve Dağlarca da hayali bir cemaatle birlikte bir dilin inşası sürecinde şiire başlamıştır.

Dağlarca’nın şiiri bir okuldur... Hiçbir öğreticilik iddiasında olmadan çok şeyi en çok büyük şairlerin şiirleri öğretir. Nedir büyük şair? Zaman üstü kalmış olmaktır, yarına kalmış olmaktır. Edip Cansever’in “Gül Kokuyorsun” şiirinde dile getirdiğidir:

“Ve odur ki büyüklük

Şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse

O zaman ölünce de şiirler yazar insan

Ölünce de yazdıklarını okutur elbet”

cyu .

Dağlarca’nın şiir okulunda şiir öğrenilir... Dil öğrenilir... Yani Türkçe öğrenilir... Kimseye benzememek öğrenilir... Yalnız kalmaktan korkmamak öğrenilir.

Dağlarca’yla anısı olan birçok şair vardır. Benim de bir anım var… Bir gün Engin Turgut aradı. Kadıköy’de olduğunu, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yla birlikte, kahvede oturduklarını söyledi ve “Gel, seni tanıştırayım” dedi… Yıl 1995; ben Cumhuriyet gazetesinde gece, düzeltmen olarak çalışıyorum. Akşam işe gideceğim. Hazırlandım ve çıktım evden. Yolda, Ocak (1995) ayının Gösteri dergisini aldım. Dergide benim de bir şiirim var. (Kül ve Sükûn) Kahveye gittim. Engin Turgut beni tanıştırdı. 1993’te e Yayınları’ndan çıkan kitabımdan söz etti. Dağlarca, bana kitabımın adının neden “Yakamoz ve Tebessüm” olduğunu, “tebessüm” sözcüğü yerine niye “gülümseme”yi kullanmadığımı sordu… “Gülümseme, tebessümün anlamını karşılamıyor” dedim. “Paltonun düğmesi düşüyor” dedi. Üzerimdeki paltonun düğmelerinden biri hafif sallanıyordu. “Önemli değil, düşerse dikerim” dedim. Kocaman soru işareti olan bir bakışla dikildi gözleri üstüme. Paltomun yakasının arkasındaki iğneyi ve ipliği gösterdim. Şaşırdı. Çünkü, sanırım benden ya da “genç” olarak gördüklerinden beklemediği bir karşılık olmuştu bu. O an karşımdakinin gerçekten eski bir asker olduğunu hissettim. Adeta buyruk verircesine, “Sen şiir yazmaya devam et” dedi…

DAĞLARCA'NIN KADIKÖY SEVDASI...

Dağlarca’nın Kadıköy’de ününü bilmeyen şair yoktur. Birçok şairi bastonuyla kovaladığı bilinir. Dağlarca silahlı kuvvetlerden emekli olduktan sonra şiirin askeri olarak sürdürmüştür yaşamını… Sınırda nöbet tutan asker edasıyla Kadıköy’de şiir nöbeti tutmuştur…

Dağlarca'nın eski, yeni tüm şiirlerini Orhan Koçak’ın düşürdüğü ışığın altında okuyarak düşünmek daha doğruymuş gibi geliyor bana:

“Özneden dünyaya yayılan, dünyayı ışıtırken öznenin kendisini de kamaştıran bir hayranlık. Psikanalitik deyimiyle, bir narsistik coşku, genişleme ve hafifleme (elation) hali ki, Freud’un değindiği o “okyanussal duygu”da olduğu gibi özneyi dünya içinde eritmekten çok, öznenin dünyaya değmesine, ona hazla sürtünmesine işaret etmektedir.” Orhan Koçak’ın “Kopuk Zincir” (Metis Yay.) adlı kitabından yaptığımız alıntıyı sürdürelim: “Dağlarca’nın ilk iki kitabında ‘değme’ ve ‘yanma’ sözlerinin sürekli tekrarlanması da bununla ilgilidir. (…) Bütün gövde, bütün zihin ‘deri’ye dönüşmüş, dokunma duyusunun organı haline gelmiştir. Öznenin böyle başlı başına bir “sensorium” halini almasına daha önce sadece Fransız şiirinde Rimbaud’da rastlanır, sonrasındaysa belki sadece Cemal Süreya ve Edip Cansever’de. Tekrarlayacağım: bir erime ve kaynaşma hali değildir bu, ya da henüz değildir. Özne kendini kuşatan dünya içinde eriyecek gibi olduğu anda, dokunma duyusunun yanında, asgari mesafeyi sağlayan görme duyusu da devreye girer…” Bu saptamalar, Dağlarca şiirinin temel sorunsalını çözümlemekle kalmıyor, onun şiirinin ve “yalnızlığının” nasıl değerlendirilip kavranabileceğine de ışık tutuyor.

Yapı Kredi Yayınları, Dağlarca’nın ölümünden sonra kitaplarına girmemiş şiirleri arasından seçilerek hazırlanmış “Üç Okumalı Dizeler Göründüğüm” adıyla yeni bir kitabını yayımladı. Yayınevinin kitaptaki notunda şu açıklama yer alıyor: Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünün ardından, kitaplarına girmemiş dosyalar dolusu şiir bulundu. Yapı Kredi Yayınları, bu şiirleri “Kaçaklar” üst başlığıyla yayımlamaya başlamıştır. Bu “kaçak” şiirlerden kimileri dergilerde yayımlanıp unutulmuş şiirlerdir, kimileri bildiğimiz kadarıyla daha önce hiç gün yüzü görmemiş şiirleridir. Aralarında başka şiirlerden bağımsız şiirler olduğu gibi, başka şiirlerle bir bütün oluşturacak biçimde yazılmış şiirler de vardır. İşte “Kaçaklar” dizisinin ilk cildi olan “Üç Okumalı Dizeler - Göründüğüm”, bildiğimiz kadarıyla daha önce gün yüzü görmemiş, ancak kitap oluşturacak halde bulunan şiirlerden oluşmaktadır.

Dağlarca’nın yayımlanan son kitabında yer alan şiirlerin hangi zaman diliminde, hangi süreçte yazıldığı bilgisi de paylaşılsaydı keşke. Anlaşıldığı kadarıyla kitapta yer alan “son şiirler” değil… Bu şiirlerin tek belirleyici özelliği daha önce hiç yayımlanmamış olmaları.

Zaten şiirlere bakınca da Dağlarca’nın şiir sarkacının salınımında bir değişiklik olmadığı görülüyor. Belki sarkacın ölümle yaşam arasındaki git-gel çizgisinin doğrusal yönünün dairesel bir hareket oluşturacak biçimde değiştiği söylenebilir. Ancak Dağlarca’nın şiirsel salınımı, kitapta yer alan yapıtlarında da yaşamın sonsuz süreklilik düşüncesini sürdürüyor…

“Göründüğüm”deki şiirler için geniş bir coğrafya, o coğrafyanın değişik mitsel karakter ve anlatılarına “sürtünen” bir evren kurguluyor diyebiliriz:

“Dizeler neden tek soluklu olsun / daha uzun değil mi Gobi çölü, Sibirya

Ey yeryüzüsel gök, Mezopotamya / sür kemik yapılarını ötelere ötelere” (shf. 9)

Şairin sonsuzluk ve sonsuzlaşma düşüncesi kitapta ifadesini, sanırım en çarpıcı biçimde “Küçük Asya” adlı şiirin şu dizelerinde buluyor:

Orada bir “öteki” var / Isımızdan belli

Onu yaşatır buradan oraya giden birey / Isısından belli

O döner geriye başka birey ulaşır oraya / Yıllarımızla saydığımız

Sürüp gider karşıdan karşıya görünmelerimiz / Tanrıl

Ey ışığın çocukluğu, Zeus / Gölgen bendedir

Ey suyun çocukluğu Arkhimedes / Denizlerin bende

Ey toprağın çocukluğu, Shakespeare / Oyunların bendedir

El ele olduğumuz Sokrates ey / Bütün usun bende

Yazıda şairin biyografik bilgilerine bilerek yer vermedim. Dağlarca’nın sonsuzdan gelip varlığının sonsuzlukta süreceği düşüncesine saygı duyuyorum. Onun “Ölü” başlıklı şiirinin sesinde, duygusunda, düşüncesinde bu beklenti yer alıyor kanımca:

Hangi mahallede imam yok,

Ben orada öleceğim.

Kimse görmesin ne kadar güzel,

Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.

Ölüler namına, azade ve temiz,

Meçhul denizlerde balık;

Müslüman değil miyim, haşa,

Fakat istemiyorum, kalabalık.

Beyaz kefenler giydirmesinler,

Sızlamasın karanlığım havada.

Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,

Ki bütün azalarım hülyada.

Hiçbir dua yerine getiremez,

Benim kainatlardan uzaklığımı.

Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,

Çılgınca seviyorum sıcaklığımı…

Şiir okurları ve şiir dostları gibi ben de artık şairin “Kaçaklar” dizisinden çıkacak diğer kitaplarını bekliyorum…

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Hayaletin bıraktığı boşluk

Şiirde ısrar eden yayınevlerinden biri de Artshop. Uzunca bir süredir yayımladığı şiir kitaplarının yanı sıra önayak olduğu şiir etkinlikleriyle de dikkat çekiyor Artshop yayınevi. En son Cemal Süreya’nın ölüm yıldönümünde düzenlenen anma etkinliğine öncülük etmesiyle gündemdeydi. Yayınevinden bu ay içinde çıkan şiir kitaplarından biri Volkan Hacıoğlu'na ait. Artshop, Hacıoğlu’nun beşinci şiir kitabı, "Şehri Terk Eden Hayalet"i şiir okuruyla buluşturdu. Kitap "Kanatlı Bir At," "Hiçlik Çiçekleri," "Kimsesizlik Uçurumu," "Güneş ve Gökkuşağı" ve "Ars Poetika" olmak üzere beş bölümden oluşuyor. Her bölümde, poetik aurayı tamamlayan tematik resimlere yer veriliyor.

Kitap, girişindeki Austin Osman Spare'in "Hakikati hayal gücüyle kucaklayın!" sözüyle başlıyor diyebiliriz. Çünkü ilk sayfada yer alan bu alıntı adeta kitabın kurucu sözü olmuş. Şiirlerin üzerinde bir orkestra şefi gibi etkili olduğu izlenimi uyandırıyor.

Kitabın adını benim gibi dil sürçmesiyle “şiiri terk eden hayalet” diye okuyacak okurlar çıkar mı bilmiyorum. Olursa bunu şiirin bir oyunu değil, şiir dilinin sebep sonuç ilişkisiyle anlamaya çalışmalarını öneririm. Sürç-i lisan ya da dilsel kamaşma, kitaptaki şiirlere yönelik merakı arttırıcı bir etken olarak da düşünülebilir. Şiir okurları ve şiir dostları “şehri terk eden hayalet”in peşinden de gidebilirler, hayaletin terk ettiği şehirde neler olduğuna da bakabilirler. Her şiir kitabı aynı zamanda bize şiir dilinin her zaman açık olduğu mesajını iletiyor… Açıklık iyidir; baş döndürür, sarhoş eder, ama düşürmez…

SÖYLEŞİ… ETKİNLİK…

Modern Türkçe şiirin önemli şairlerinden biri olan Gülten Akın için doğum günü kutlaması düzenlendi. 23 Ocak Cumartesi günü Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen etkinliğe Haydar Ergülen, Şükrü Erbaş, Metin Celâl, Mehmet Can Doğan ve Ömer Erdem konuşmacı olarak katıldılar… Etkinlikte ayrıca müzik ve şiir dinletisi de yer aldı.

Biz de şairin doğum gününü çok sevilen “İlkyaz” başlıklı şiirini paylaşarak kutluyoruz…

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı

Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz

sisin dere ağızlarından sokulup akşamları

Fındıklarımızı basıyor

Neyleriz kararan tomurcukları

Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz

Tecimenlere yalvarıyoruz:

Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz

Bir banka az çiziniz bir yalvarma

Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim-

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye

Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet

Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş

Toprağa tutku, kendinden dolayı

Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para

Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga

Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga

Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.

Sonra kasabanın cezaevinde

Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz

Günlerimiz iterek genişletiyoruz

Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye

Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Okulların kadın öğretmencikleri

Tatil günlerini çoğaltsalar da

Kutsal nemiz varsa onun adına

Gözlerimiz için bağlar dokusalar da

Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide

Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz

UNUTULMAYAN DİZELER 

hh

'hayır, hayır, hayır!'

Bu defa unutulmayan dizelere Pablo Neruda’nın sait madenin Türkçeye çevirdiği “Bu Şiir İstemeye İstemeye Kabul Ettiğimiz Şeyle İlgili” başlıklı şiirini aldım. Şiiri kısaltmaya elim varmadı, tamamını paylaşıyorum… Şiirin yer aldığı kitap Çekirdek Yayınları’ndan “Kara Ada Şiirleri” adıyla yayımlanmıştır…

Ah ne imrenilecek şey hayır demek,

hayır hayır hep hayır,

nice bir yaşam

yaşadık

ya da yitirdi

evet

evet

evet,

çamura inmekteydik bir keresinde

ve düştüğümüz vakit yıldızdan

biraz daha, arasına mandaların

ki çıtırdarlardı

ateşli boğalar gibi

ya da ancak ne ileri gidebildiğimiz

ne de geri çekilebildiğimiz zaman, tam da o

ağır asitten adımlarıyla

aşındırıcı izlenimler ânında,

kısacası her yerde

istemiyorduk

ve kalakaldık orada ne sağ ne ölü.

Her zaman söz konusudur çünkü

Pedro'nun acı çekmediği, anacığının da

ve bu ölçüyle

metreye vurdular

bütün yaşamımızda bizi

gözlerden topuklara varıncaya dek

ve bu anlayışla

buyruk verildi bizlere

ve derken, duyulmadan en ufak saygı

bağrımızdan neleri

kurban etmemiz gerekececeği

söylendi bizlere,

hangi kemikleri

hangi dişleri, hangi damarları

yok edilebilirdi tam bir yücelikle

bitkin iskeletlerimizin.

O perşembe öylece geçti,

derken kayalar arasında

bir de baktık yok, artık ayaklarımız, bir de baktık

yok artık dilimiz,

farkına varmadan harcamıştık bunları,

evet diyorduk nasıl olduğunu bilmeden

ve bu evetler şu evetler arasında

kalakaldık yaşayanlar ortasında yaşamsız

ve herkes bize bakıyor, ölü sanıyordu bizi.

Bizse bilmiyorduk

ne olup biteceğini çünkü başkaları

anlaşmış gibiydi sağ kalma konusunda

ve oradaydık biz

hiçbir şey diyemeden hayırdan başka

hayır hayır

belki hayır, asladan başka her zaman hayır

hayır

hayır

hayır.