Seray Şahiner: Özgürüm, çünkü kabullenmiyorum

Seray Şahiner'le deneme yazılarından oluşan son kitabı 'Reklamı Atla'yı konuştuk. 'Dert edindiklerini' kaleme alan yazara göre ''Faşizmi öğrenmeye daha ilkokul sıralarında başlıyoruz.''

Google Haberlere Abone ol

Yazar Seray Şahiner ile yeni kitabı ''Reklamı Atla''yı, sinemayı, tiyatroyu, kentsel dönüşümü, feminizmi, geçmişi ve bugünü konuştuk. Yer yer geleceği konuştuğumuz da oldu. ''Kabullenmediğim için özgürüm'' diyen Şahiner, ''Ah, n’apalım sistem de böyle!'' deyip kenara çekildiğimiz noktada özgürlüğümüzden feragat edeceğiz.'' diyerek özgürlük konusundaki görüşlerini de paylaştı.

Bir deneme kitabı yazma fikri nereden çıktı?

Reklamı Atla; kurgu edebiyat dışında, içinden geçtiğimiz döneme dair yazılarımdan oluşuyor. Kurgunun verdiği, yazıyı demleme lüksü var; ama güncel yazılarda da o can havlini daha taze bir duyguyla yansıtma imkânı var. Reklamı Atla’daki yazılar, o can havlinin ürünü. Bu anlamda bana en çok benzeyen kitabım diyebilirim. Biraz da, Özal kuşağı tabir edilen neslin büyüme hikâyesi gibi… Bu kitabı hazırlama fikri Can Yayınları Genel Koordinatörü Sırma Köksal’ın.

Başta ''Erken mi, bana düşer mi?'' gibi tereddütlerim de oldu. Sonra şunu hatırladım, rahmetli Hulki Aktunç bir gün bana ''Çağımıza tanık olmak gibi bir sorumluluğumuz var.''demişti. Bu yazılar da gündemin içinden geçen yazılardı. Bu yüzden de, derkenar notu olarak kalsa dahi bu kitabı yayınlamanın iyi olacağını düşündüm.

Bir yazınızda kapitalizmi kötülüyorsunuz, bir yazınızda feminizm güzelliyorsunuz, bir yazınızda komünizm savunuyorsunuz, bir yazınızda demokrasiden dem vuruyorsunuz. Seray Şahiner kimdir?

Cem Karaca bir röportajında ''hem kurdu seveyim, hem ateşten atlayayım, diye bir dünya yok!'' demişti. Zaten bir insan hem kadın hareketini savunup hem de faşizmden yana olamaz. Mesela ilk kitabım çıktığında ''ben neden sadece kadın öyküleri yazmışım?'' diye bir soru yoktu kafamda. Bana normali oymuş gibi geliyordu.

Sonra, dışarıdan bana sorular geldikçe fark ettim. Önceden daha canhıraş bir şekilde, daha refleksif olarak masaya oturuyordum… Bu da şu manaya geliyor; benim derdim ideolojime dönüştü. Dertlendiğim, kafa yorduğum, içimi ağrıtan şeyler hayat görüşümü de belirledi.Bunun kitaplardan öte, yaşamdan beslenerek şekil alması da daha doğru bence… İdeolojinin bu temelden oluşması bana daha sağlıklı geliyor. Bende durum böyle olduğu için söylüyorum. Belki de ben yanlış yoldayım.

Bir yazar acı çektiği şeyleri mi yazar?

Sırf acı çektiği demeyelim, dert edindiği diyelim… Dert edinmenin de birkaç çeşidi var. İlki, dert edinmek ve konunun çözümüyle ilgili bir şeyler yapmaya çalışmak. İkincisi, başkalarının derdini kullanışlı hale getirmek… İşte görüyoruz, dünyada haksızlık var, ''vah vah, ne yazık!'' deyip geçtiğimizde, bu bize şunu sağlıyor: “Vay be ben de duyarlı bir insanım, buna da üzüldüm, görevimi yaptım.” Vicdanlı bir insan… Ama asıl mesele orada kalıp o derdin çözülmesi için bir şeyler yapmaya çalışmak bence.

serayk Seray Şahiner - Reklamı Atla, Can Yayınları

Bunu yapmadığın zaman, o dert üzerinden bir sömürü de sen yapmış oluyorsun. Başkasının derdinden iyi insanlık vasfı sağıyorsun. ''Vah vah''lanmak değil gerçekten dert edinmek gerek. Aksi halde başkalarının acılarını kullanışlı hale getirmek de bir tür acımasızlık…

Kitapta bahsettiğiniz birkaç nokta var ki, daha çocukken tanımlamamız gereken: Kimlik, devlet, şiddet… Böyle böyle mi büyüyoruz?

Faşizmi öğrenmeye daha ilkokul sıralarında başlıyoruz. Bazı çocuklar arkada, bazı çocuklar önde oturuyorlar… Annelerimiz bile bunun bir parçası bence. O ıspanağı yememiz için ''bak Somali’deki çocuklar ne kadar da aç!'' diyerek, o acıyı kullanışlı hale getirdiler. 90’larda ben ilkokuldaydım ve sınıfa zorunlu göçle gelen çocuklar vardı. Biz onların zorunlu göçle geldiğini bilmiyorduk.

Normalde sınıfa bir öğrenci geldiğinde öğretmen ''Hande arkadaşınızla oturmak isteyen var mı?'' diye sorar. Ama zorunlu göçle gelenler için, bu sorular sorulmaz, direkt en arka sıraya gönderilirler. O dönemlerde şöyle de bir şey yapılırdı; ''çocuklar gazete okusun!'' denilerek hepimizden seçtiğimiz bir haberi sınıfta okumamız istenirdi. 90’lardaki ana akım medyayı da düşündüğünde, üç aşağı beş yukarı sınıfta arka sıralarda oturan arkadaşlarımızın yüzüne hangi manşetleri okuduğumuzu, onların yarasını bilmeden nasıl deştiğimizi tahmin edersin. 7-8 yaşında çocuklarken bile, sistemin dayattığı faşizmi bir de bizim vasıtamızla sürdürdüler.

Kitapta kentsel dönüşüm meselesine dair de pek çok gösterge kullanıyorsunuz.

Benim ofisim Tarlabaşı’nda, evim Samatya’da… Evden ya da ofisten dışarı çıktığımda, kendimi dev bir şantiyenin içine girmiş gibi hissediyorum. Hani filmlerde olur ya, kadın, esas adam için film boyunca hazırlanır, güzel konuşma dersi alır, sofra adabı öğrenir, kuaföre filan gider, sonra da esas adamın karşısına çıkar.

Aslında bu hikâyede biraz öyle... Mahallelerimiz orijinal halinden çıkarılıp, finaldeki o esas adama sunulmak için ruhuna uygun olmayan hızarlardan geçiriliyor. Bizim olan semtlerin önüne paravan çekiliyor ve “geleneksel değerlerle yeni bir yaşam’’ diye tabelalar asılıyor. Diyorlar ki “buralar çok kıymetlenecek!’’ yani? ''Siz gideceksiniz ve sizden kıymetlisi gelecek!''

Kitabı okuyunca son birkaç yıla dair güçlü bir belgesel izlediğimi düşündüm. Hemen hemen toplumsal muhalefete dair her olayı yazmışsınız. Çok mu şey yaşadık/yaşıyoruz?

Kitap, son dönemle ilgili yazılardan oluşuyor. O sürede bizim başımıza gelenler ve bunu iyi manada söylüyorum; bizim yarattığımız süreçler var. Evet, çok şey yaşadık. Çok umutlandık, çok üzüldük, hayal kırıklığına uğradık… Baskının, zulmün her çeşidini yaşadık. Çok umutlu dönemler de yaşadık. Bence şu çok önemli: hala şaşırmaya devam ediyoruz.

Her seferinde ''bu kadarı da olmaz!'' diyoruz. Bu bizim masumiyetimizle ilgili bir şey. Çünkü şaşırmak çocuksulukla da alakalı… Bence umut noktası da orası… O yüzden biraz da şaşırmaya da dayalı yazılar bunlar. Yoksa ''ay ben de bunları şöyle analiz ettim'' diyebileceğim yazılar değil.

Analiz etmeye çalışmadığınız halde de olsa, tarihe not düşme amacıyla yazılmış yazılar olduğu söylenebilir mi?

Bu sadece yazınla ilgili değil bence. Bu çağın hem zabıt kâtibiyiz, hem sadece olanları not düşmek değil, hayal ettiklerimizi de dillendirip oldurmak niyetindeyiz. Duvara yazı yazan arkadaş da aynı şekilde, slogan atan arkadaş da aynı şekilde, kitap yazan da, türkü söyleyen de… Bununla da mükellefiz.

Çünkü bir hafıza oluşturmak ve o hafızayı korumak gibi bir sorumluluğumuz var. Biz nasıl ki parka giyen kuşağın parka giden çocukları olarak bu dönemden geçiyorsak, şimdi de bizim bir bellek bırakmamız gerekiyor. Çünkü sistem bunları unutturmak üzerine kurulu… Marquez’in ''Yüzyıllık Yalnızlık'' kitabında bir tren garı sahnesi var. Bir katliam oluyor ve sonraki gün hiç kimse hatırlamıyor. Sistem bu unutma halini sabit kılmak üzerine kurulu olduğu için, bizim aralara girip “Bak bunu hatırlıyoruz!’’ dememiz gerekiyor. Çünkü hatırlamak itham etmektir.

Birkaç koldan üretime devam ediyorsunuz. Öykü, tiyatro, deneme, dizi… Çıldırmamak için ürettiğiniz söylenebilir mi?

Bunun cevabı verilmiş benden önce: ''Yazmasam çıldıracaktım.'' demiş üstat. Hepimizin bir ifade aracına ihtiyacı var. Ben kendimi yazarken daha özgür hissettiğim için bunları yaptığım söylenebilir. Ama yazmamanın da yazmanın da çıldırtıcı yanları var.

serrrra .

Şu an kendinizi özgür hissediyor musun peki?

Evet, çünkü kabullenmiyorum. Kötülük şu değil artık: Biri gelecek ve sana vuracak! Kötülük ve tahakküm arzusu, radyasyon bulutu gibi… Çok yerden çıkıyor ve bütün atmosfere yayılıyor. ''Ah, n’apalım sistem de böyle!'' deyip kenara çekildiğimiz noktada özgürlüğümüzden feragat edeceğiz asıl.

Kendinizi sözle anlatamıyor olsaydınız, ne yapardınız?

Darbuka çalardım. Dans ederdim. Coşkunun ve kederin akacağı her alan mubahtır.

Yazılarınızda anlatımınız çok sinemasal duruyor. Sinemada yüksek lisans da yapmışsınız. İçerik olarak da sinemaya sık sık atıf yapıyorsunuz. Hazırladığınız bir film senaryosu var mı?

Bir işçi filmi yazmak istiyorum. Uzun zamandır hazırlandığım bir hikâyem de var. Şöyle bir handikabı var durumun: Zaten seçtiğiniz konu sizin tuttuğunuz tarafla ilgili bir şeydir ama onun ötesinde; mevzu işçiler olduğu zaman, ürettiğim şeyin bir kurgu olduğunu unutup karakterlerle ilgili biraz fazla korumacı davranabiliyorum. Bunu aşabilirsem, senaryonun yazımını tamamlayacağım.

Çekmeyi düşünüyor musunuz?

Yok. İyi bir yönetmenle işbirliği yapmayı tercih ederim.

Hikâyeyi anlatabilir misiniz?

Kazova Direnişi ile ilgili bir film. O direnişte aylarca bulundum. İşçilerin fabrikayı işgal ettiği süreçte fabrikada da kaldım. Sadece sanatsal açıdan bakmıyorum, Kazova Direnişi, sınıfsal açıdan da çok ilham verici.

Son zamanlarda kadın yönetmenlerin yaptığı, kadın işçi filmleri de çıktı. Takip edebildiniz mi onları?

Takip ediyorum. Ve bu tür filmlerin artışını çok heyecan verici buluyorum. Türkülere bile baktığında kadın ağzıyla söylenmiş erkek türküleri vardır ya, kamusal alanda o sesi duyuran erkekler olduğu için… Şimdi, bizim kendi türkülerimizi kendimiz söylüyor olmamız sevindirici.

Dizi yazarlığının öykü yazma üzerine bir etkisi var mı sizce?

Dizi yazarken her sahnenin belli bir matematiği var. ''Burada güldürücem, burada ağlatıcam, burda sinirlendiricem…'' Tekniği var dizi yazmanın. Çünkü mutfağa giden, televizyona bakarken telefonuyla konuşan seyirciyi de hikâyeye bağlamak durumundasın. Dizi yazarken; edebiyatta atmamam gereken çengelleri öğrendim. Çünkü çok farklı iki alımlamaya hitap eden iki farklı tür.

Gelin Başı, Hanımların Dikkatine ve Antabus kitaplarınız, tiyatroya da uyarlandı. Reklamı Atla ile de ilgili böyle bir düşünceniz var mı?

Kitaptaki metinler eşliğinde bir kurgu yaparak; toplumsal cinsiyet üzerinden bir büyüme hikâyesi anlatan bir oyun üzerinde çalışıyorum. Hem biraz faşizmle cebelleşen bir durumu var metnin, hem de sinemadaki, reklamlardaki ''kadın olma'' öğretilerine dair bir oyun yazıyorum.

Tiyatroyla organik bir ilişkiniz var gibi gözüküyor.

''Gelin Başı'' tiyatroya uyarlandığında gördüm ki: Benim dertlenerek yazdığım o kitaptaki öyküler sahnelendiğinde, insanlar mizahi bulup güldüler. O zaman anladım aslında, meğer neye gülüyorsak derdimiz oradaymış. Bir şeyi hicvederek beraber reaksiyon göstermek, büyük bir tartışmaya açma alanı.

Şaşırarak gülüyorsun, o şaşırma refleksi ve o gülme hali öfkeye dönüşüp seni harekete de geçirebilir. Temel derdim şu: Tartışalım istiyorum bu meseleleri. Ve mevzu tiyatroya taşınınca; her gece fazladan 200 kişiyle tartışabiliyorsun.

Sizin için ''hep kadın yazıyor'' diye bir görüş var. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Bu konudaki fikrim şu: O kadar çok kadın hikâyesi yazılsın ki bunun haber değeri olmasın artık. ''Neden?'' sorusuna gerek kalmayacak kadar hem de. Şimdiye dek yazılmış erkek karakter hikâyelerini ciltlemeye çalışsan dünyadaki zamk biter. Ve kimse de kimseye sormuyor hiç ''Neden erkek yazıyorsun?'' diye. Aklına bile gelmez kimsenin.

Edebiyatta da, kamusal alanda da olmamızın haber değeri kalmasın artık. Çünkü doğal olan bizim her yerde olmamız.

Yeni kitap var mı?

Var. Mart ayında çıkmasını planlıyoruz. Roman. Sınıf meselesi üzerinden ilerliyor. Evet, yine kadın hikâyesi… Eh, bizim derdimiz hep uzun hikâye…