Ermeni edebiyatından önemli bir tanıklık

Antranik Dzarugyan’ın ilk kez 1955’te Beyrut’ta Ermenice olarak yayımlanan Çocukluğu Olmayan Adamlar Aras Yayınları'ndan çıktı. Kitapta, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni yetimlerin yaşadıkları anlatılıyor. 

Google Haberlere Abone ol

1915’te Anadolu’dan Suriye çöllerine sürülen Ermeniler ve onların çocukları, 1930’lardan itibaren edebi faaliyetlerini artırmaya başlamışlar. Onlardan birisi de Antranik Dzarugyan, kendisi hem yazarlığı hem de yaşam öyküsüyle bu kuşağın önemli temsilcilerinden sayılıyor. Dzarugyan, 1913’te Sivas’a bağlı Gürün’de doğuyor, ailesi 1915’te tehcir haberi ile sahip olduklarını kümeslerine gömüp, Suriye çöllerine doğru yola düşüyor. Dzarugyan’ın annesi dışında ailesinin neredeyse tüm fertleri katledilmiş. Annesi çalışmak zorunda olduğu için Antranik’i yetimhaneye bırakıyor. Dzarugyan’ı konu etmemize sebep olan da bu yetimhanede yaşadıklarını anlattığı kitabı “Çocukluğu Olmayan Adamlar”. Kitap ilk kez 1955 yılında basılıyor. Birçok Ermeni’nin yaşadığı yetimliğin konu olarak seçilmesi kitabın oldukça ilgi görmesine neden oluyor. cocuklugu-olmayan-adamlar_1477466802

“Çocukluğu Olmayan Adamlar” geçtiğimiz günlerde Aras Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırıldı. Kitap bahsettiğimiz gibi Dzarugyan’ın yetimhane günlerine, orada bulunan çocukların yaşadıkları sıkıntılara odaklanıyor. Yazar, 1915 sonrası Ermeni yetimlerin acılarını kendi tanıklıkları üzerinden etkileyici bir dil ile anlatısı içerisine yerleştirmiş. Onun diline yansıyan bir diğer özellik ise haklı bir sitem duygusu; “çocukluğumuz olmadı, çünkü Ermeni’ydik ve yetimdik. Soğuğun yağmurun ortasında, kaldırımların üzerindeki yarı çıplak ve yalınayak, sersefil varlığımız çocukluk muydu? Mahrumiyet, açlık, gözyaşı, yabancıların umursamazlığı, bizden olanların acımasızlığı mıydı çocukluk?” bu cümlelerde de hissedildiği gibi, Dzarugyan o dönemde hem Ermeni hem yetim olmanın acısını sonuna kadar yaşamış bir isim. Yetimhane günleri ise bir insanın yaşam belleğinin en unutulmaz kısmını, çocukluğunu oluşturduğundan, yaşamında geçmeyen izler bırakmış. Kimsesiz onlarca çocuk, hayatlarının tek anlamı dağıtılan ekmek, çalan yemek zili… Terk edilmişlik, yalnızlık, neredeyse hiç şefkat görmeden verilen varlık çabası. Kendilerince oyunlar geliştirerek, birbirlerine tutunarak hayatta kalmaya çalışan küçük insanlar. Böyle bir çocukluk elbette insanın yaşam boyu üzerinde etkisini sürdürür. Ki Dzarugyan’ın kitabı bize, o yaşananların hüznünü içimizin en derininde hissettiriyor ve çocukluğunun onda bıraktığı izlere dokunmamızı sağlıyor.

Dzarugyan’ın anlatısından fark ediyoruz ki, 1915 sonrası yetimhanelerde kalmak zorunda olan çocuklar daha o yaşta başlıyorlar “iyi”nin ve “kötü”nün ne olduğu sorgulamaya. Aileleri gözlerinin önünde katledilen çocuklar onlar. Dünyanın en büyük acısını daha çocuk bile olmadan yaşamak zorunda kalanlar. İşte kitabın adı da burada anlam kazanıyor “Çocukluğu Olmayan Adamlar” çünkü küçücükken “iyi”nin, “kötü”nün anlamını kavramak zorunda kalıp, varoluş savaşı vermeye başlıyorlar. Daha anaokulu yaşlarında derin bir “hiç”liğin içine düşüyorlar ve o “hiçlik” boyunlarına asılmış, ömür boyu taşımak zorunda kaldıkları bir kolyeye dönüşüyor. Dzarugyan’ın şu cümlelerle ifade etmeye çalıştığı gibi: “Sadece yetim değildik. Yüzümüzde yetimlere has mahzun ve kavruk ifadeden eser yoktu. İyiliğin ve şefkatin yokluğunu hissetmiyorduk. Ortak bir çehreydi bizimki, kaba haşin ve kötü. İnsanlardan nefret ediyorduk, birbirimizden nefret ediyorduk. Silahlarımız yalan, iki yüzlülük ve sahtekârlıktı. Sevgi içi boş bir kelime, arkadaşlık ise yabancısı olduğumuz bir duyguydu. Bizim arkadaşımız da dostumuz da sevgimiz de ekmekti.” Dünyaya ve insana dair tüm umutlarını belki de yakınlarını kaybettikleri an da terk etmiş çocuklar onlar bu nedenle iyiye, sevgiye, güzelliğe dair ellerinde hiçbir şey kalmamış. Onlar için önemli olan, birbirlerinin ekmeğini ele geçirmek, sıraya bir şekilde tekrar katılıp ikinci bir ekmek alabilmek… Başarısız olurlarsa ellerindeki ekmekten de olup, görevlilerden yedikleri dayakla karınlarını doyurmak zorunda kalmak. Hastaneye gidip güzel yemekler yemenin hayaliyle hasta numarasına yatmak, gerçekten hasta olduğunda numara yaptığı düşünülüp yediği dayaktan ölmek, yaşamın Ermeni yetimlere sundukları, böyle bir yaşamdan sevgiden, şefkatten çok sitem ve hınç çıkması da doğal değil mi?

Dzarugyan, tüm bu olumsuz yaşanmışlıklara karşı çocuklara özgü neşeyi de ihmal etmemiş anlatısında. Her şey çok kötü ama uçurtmanın göklere süzülmesinin anlamı sanırım her çocuk için aynı derece mutluluk sebebi ki, yetimhanede başlayan uçurtma modasını yazar anlatısı içerisine yerleştirerek, o günlerin bu küçük mutluluklarını da taşımış kitabına. Bazen hediye gönderilip dağıtılan lokum, bazen hafta sonları bir günlüğüne kendilerini evlerine misafir eden aileler, kalbi kırık bu çocukların o günlerde yaşamlarına anlam katan küçük mutluluk sebepleri olarak çıkıyor karşımıza. Böylece her şeye rağmen bir çocuk neşesi duyuruyor yazar, umutsuzluğun ortasından. Çünkü çocukluk biraz da her olumsuz koşulda gülümseme yaratabilme becerisi sanırım.

İnsanın kurtulamadığı varlığını inkâr edemediği tek şey zaman diye düşünürüm. Zaman bir şekilde akıyormuş gibi görünse de bize, aslında yaşananlar belleğin kuyusunda bir yerde küçük bir çağrışımla ayaklanmayı bekler gibidir. İnsan şimdinin gerçekliğine inanır çoğu zaman ancak şimdi geçmişin gölgesinde var olabilir ancak. Geçmişin yükü altında ezilen bir bellek için ise geleceğin ifadesi belki Kierkegaard’ın şu cümlelerinde olduğu gibidir; “Gelecek ne getirecek? Bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. Bir örümcek sabit bir noktadan hedefinin içine doğru seğirtirken, önünde daimi bir boşluk görür, ayak basacak yer bulamadığı bir boşluk, ne kadar çırpınırsa çırpınsın. Ben de bu durumdayım; önümde daimi bir boşluk, beni ileriye doğru güdüleyen şey, arkamda yatan bir netice, bu hayat geriye dönük ve korkunç, tahammül edilir gibi değil.” Dzarugyan ve yetimhanede günlerini paylaştığı arkadaşları için de çocukluk belleğinin anlamı böyle ifade edilebilir sanıyorum. Geriye dönük bir yaşam geleceği belirsizleştirir, hele ki bu yaşam acının en soğuk izlerini taşıyorsa, boşluk duygusunun hiç alt edilemediği bir hayatın karşılığı olur. Yazarın şu ifadesi geçmişe dönük olumsuz durumun yani onun özelinde olumsuz bir çocukluğa yüklenen hayatın göstergesi gibi; “Biliyorum, tüm yürekler çocukluğa takılıp kalır ve tüm gözler zaman içinde yitip giden o çocuğun ardından gizli yaşlarla dolup şefkatle bakar.”

yenicikanlar YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Dzarugyan’ın “Çocukluğu Olmayan Adamlar” kitabı bana kalırsa tanıklığın edebiyat içerisine yerleştirildiği önemli bir metin. Tanıklık edebiyatı önemli çünkü bizi tarihin sayılı verili resmiyetinden kurtararak yüzleşme sağlayan bir yanı var. Duygusuz öylesine bir anlatı içerisinde yer eden insana, topluma, yaşanmışlıklara dair anlatılar bizi gerçeklerden koparıp, sıkıcı bir metnin sayfalarına hapsedebiliyor. Oysa Dzarugyan’ın kendi tanıklıklarını anlattığı ve edebi bir dille aktardığı bu metni okuyucuyu “resmi hizmete mahsus” tarihten kurtarabilir bir özelliğe sahip. Bu anlamda bizim gibi tarihinde yüzleşilememiş sayısız acı olan bir toplum için tanıklık edebiyatının önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bugünden bakıldığında geçmişin belleğiyle yüzleşmeye daha uzun bir zaman var gibi görünse de Dzarugyan’ın kitabı vesilesiyle belki bir gün diyerek umudumuzu bir yerlerde diri tutmamız gerekiyor gibi geliyor bana.