Gündüz Vassaf: Devletin ciddiyeti kalmadı

Gündüz Vassaf, son kitabı “Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar”da mutsuzluğumuza teşhis koyuyor ve gerçekçi reçeteler öneriyor. Vassaf, “Dünyayı havaya uçurmazsak bir hayat bayramı bekliyor bizi” diyor.

Google Haberlere Abone ol

Nida Dinçtürk  [email protected]

İletişim Yayınları onu “Düş gücünün avukatı” olarak tanımlıyor. Ne doğru ifade! Zira her şeyin bizim düşlerimizle başlayıp bitebileceğini ispat eden, bir avukatın olması gerektiği kadar dürüstçe doğruyu da yanlışı da işaret eden bir dimağ var karşımızda: Gündüz Vassaf. Yeni kitabı “Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar”, tam da temmuzun ardından, akıl ve ruh sağlığımızla muhasebemizi kapatma noktasına geldiğimiz bugünlerde imdada yetişiyor. Kimseye mucize vaat etmiyor, gerçekçi davranıyor ve mutsuzluğumuzun, umutsuzluğumun, çözümsüzlüğümüzün müsebbibiyle tanıştırıyor bizleri. Düşmekte olduğumuzu sandığımız o dipsiz kuyuda bir boşluk aralıyor, sızan ışığın peşinden gitmemizi, gitmemiz gerektiğini fısıldıyor, yüzeye çıkmanın, yükleri atıp hafiflemenin tarifini veriyor.

Kitabın önsözünde kötümserliğe kapıldıkça değişimin ertelendiğini söylüyorsunuz. Sizce bu bizdeki değişim gücünü zayıflatan, baskılayan, bizi bu kötümserliğe iten o habis hastalık ne?

Galiba David Hume’un sözü: Aslında tarih boyunca bütün güç, hep yönetilende olmuş, diyor. Çünkü çoğunluk onlar. İster işçi, ister köylü, ister kadın, ister çocuk... Fakat şiddet kullanma hakkı her zaman yönetende. Karşı gelememek, karşı gelmemiş olmak bizi kötümser kılıyor. Değiştirmeye çalışanların başına gelene bak. İşte son örneği Türkiye’de, Gezi’de. Bir de bu haksızlığa isyan öncelikle çocuklardan geliyor. 4 - 5 yaşındaki çocuk görüyor haksızlığı. Haksızlığa karşı bir pazarlığı, bir çıkarı da yok. Uykusu yok, annesi yat, diyor. E bu haksızlık, uykum yoksa niçin yatıyorum? Ama çocuktaki o isyan da annesi babası tarafından bastırılıyor. İlk önce anneye babaya uyum sağlasın diye bastırılıyor, ondan sonra mahalleye, öğretmene, polise, devlet başkanına… hep o değiştirme dürtüsü bastırılıyor. “Bak başına ne gelir? Kurt seni kapar.” Dolayısıyla, haktan yana çıkarsam başıma hep iyi şeyler değil, kötü şeyler gelebilir düşüncesiyle türümüz hep böyle gelmiş, gitmiş. O da bizi kötümserliğe itiyor. Kötümser insan dünyayı hiçbir zaman değiştiremez. İsyan edebilir belki ama o kötümserlikle yeni bir dünya asla kuramaz çünkü isyanı öfke, intikam üzerine kurulmuştur. Yunus Emre, “Düşmanımız kindir bizim,” der.

Ne yapmalıyız, sorusuna çoğunlukla alışmayacağız, bir parçası olmayacağız, karşısında duracağız gibi yanıtlar veriyorsunuz. Zaten temel sorunlardan biri bu enerjiye sahip olmayışımız değil mi? Bu enerjiyi biz nasıl bulacağız?

En kolayı şikayet etmeyerek. Şikayetle yetinene, ne yapabilirim diye vicdanını yoklamayana sus diyerek. Neye karşı şikayet ettiğimizi biliyoruz zaten. Şikayet eksiltiyor insanı. Vücudun metabolizmasını değiştiriyor, insanın uykusunu kaçırıyor, arkadaşlarıyla kavga ettiriyor, iştahını kapatıyor. İçinden bir şey gelmez oluyor. Bir tür hastalık şikayet etmek. Vurdumduymaz bile olmak şikayetçi olmaktan bin kat daha iyi özgürlük için.

'DEVLETİN BİR CİDDİYETİ KALMADI'

Bu kabulleniş, tüm dünya toplumlarında hâkim bir duygu mu?

Bence dünya kabuk değiştiriyor ve bir geçiş dönemi yaşıyoruz. İnsan türü ortaya çıktığından beri dünyanın kabuk değiştirmelerinin zirvesi bu belki. Bir; dine inanç vardı, yeryüzündeki bütün toplumlar dinle ve inançla yönetiliyordu. O bitti. Artık dinle siyaset yapılamaz. Birçok ülkede artık Tanrı’ya inanmayanlar o ülkenin yüzde 90’ını oluşturuyor. İki; insanı iyimser yapabilen, güzel bir gelecek düşündüren şey, 1500’lerde aydınlanmaydı. O da sarsıldı çünkü bilimin, Leonardo’nun büyük düşlerini -ki silah sanayiine de Leonardo yardım ediyordu- kötüye kullanabileceğini hepimiz biliyoruz. Onun da doruk noktası zaten Hiroşima’ydı. Aydınlanmaya da inanç bitti. Artık devletin bir ciddiyeti kalmadı, hiçbir yerde güvenilmiyor. Anketler bunu gösteriyor. Benden sonra tufancı kapitalizmin denetlenememesi demokrasi adına inandırıldığımız kurumların iflasının ifadesi. Bütün bunlar olunca, dünyaya tabii ki kötümserlik egemen oluyor. Çünkü tutunacak dal kalmadı. Tutunacak dal kalmayınca ne oluyor? Tarihin küllerinde kıvılcım arıyoruz. O zaman dinlere bir dönüş var tekrar. Diktatörlere dönüş var. Ama öbür taraftan da bakarsanız, bu kötümserliğin dışında, başka dünyalar yaratan, müzikle, keşiflerle, yeni teknolojilerle geleceğe bakan insanlar var. Yeni kuşakların dünyayı kavrayışları yepeyeni ahlaki ve evrensel ilkeler üzerine kurulu. Tüm boyutlarıyla hayatı keşfetmenin bir heyecanı var. Küreyi koruma duygusu ve dürtüsü başladı. Çünkü seviyoruz bu dünyayı. Bunlar hep iyimser ve aynı zamanda gerçekçi şeyler. Çevreyi pisleten devletler bile uygulamayacakları anlaşmalara hiç olmazsa imza atmaya başladılar.

gunduz vassaf2

'SOKAĞA ÇIKMAMAK OLGUNLUK GÖSTERGESİ'

Geçtiğimiz günlerde cumhurbaşkanı bir kez daha Topçu Kışlası’nı inşa etmekten söz etti. Gel gelelim, 2013 Haziran’ında Gezi Parkı’ndaki ‘direniş’e katılan birçok insan, tekrar sokağa çıkmayı düşünmüyor. Gezi hareketi de ‘kötümserliğe’ mi kapılıyor acaba?

Hiç. Asla. Bu, bir olgunluğun göstergesi. Çünkü devlet şiddet kullanabilir. Kendi halkına karşı şiddet kullanmaya mecbur kaldığını hisseden devlet, zaten devletin en zayıf hali. Çünkü son çaresi, kendi vatandaşına karşı silahla yürümek, onu öldürmek, kör etmek. Onu da kullanmazsa, iktidarı kalmadı demektir. Silah kullanmak, iktidarsızlığın, iktidarın inandırıcılığını yitirdiğinin ifadesi. E şimdi devletin şiddet kullanacağı belli, kullanmış bir defa ve inat ediyor. Ben devlete karşı değil, kimseye karşı şiddet kullanmak istemiyorum. Gezi’nin felsefesi, şiddet değil, ilk önce ağaç sevgisi üzerine kuruluydu. O zaman sokağa çıkmamakla sevgiyi korumuş oluyor. Siyasetten veya Gezi’yi korumuş olmaktan vazgeçmiş olmuyor. Sokağa çıkmamak çok olgun bir karar. Yenilgiyi kabul etmek değil, sevgiyi yaşatabileceği alanları kollamak demek. Yoksa küresel bir hareket olan Gezi bitmedi. Bilakis, daha nerelerden, ne çok farklı yerlerden çıkacak…

Gerici rejimlere biz mi paye veriyoruz?

Türkiye bir korku toplumu, bu bir. Birkaç nedenle. Sadece devletin elinde silah olduğu için değil, her devletin elinde silah var. Fakat kurumların çalışmadığı, hukukun çalışmadığı, torpilin çalıştığı bir toplum. Onun için kiminle tanışırsak tanışalım, “Bu insana benim ihtiyacım olabilir, bir çıkarım olabilir, en azından beni ihbar etmez” diye düşünüyoruz. İlkeler sıfır, sevgi sıfır. Çıkarcı ve faydacı ilişkiler silsilesi içindeyiz. Onun için de “bu örgüt mensubuymuş, bu falancanın falancasıymış bana faydası da olabilir” diyoruz. O örgütü başka bir örgüt yıkıyorsa o zaman tabii ki ben bu yeni örgütten yana olup bu örgüte karşı çıkacağım. Bu, korkumdan. Güvensiz bir toplumda yaşadığımdan, ilkesiz olmam ve çıkarcı olmamdan ötürü. Niçin ilkesiz ve çıkarcıyım? Çünkü işimi kaybetmekten korkuyorum, çocuklarımın başına bir şey gelmesinden korkuyorum. İlkelerimle öne fırlarsam, adım bir şeye çıkarsa okuldaki çocuğun öğretmeni de o çocuğu sınıfta bırakacak. Bunlar oldu çünkü Türkiye’de. Demokrat Parti devrildiğinde o partiye mensup olduğu bilinen çocuklar okullarda çok acı çektiler. Bu topraklarda kimi Türklerden önce geçmişi olanların ana dillerini konuşmaktan korktukları bir toplumda yaşıyoruz. Korku toplumunda bunlar doğal şeyler.

”Ne Yapabilirim?”de, ‘bu düzene çomak sokmak’ için bazı şeyleri aslında fark ettiriyorsunuz. Mesela ‘markaları tüketme, bu çarka dahil olma’ gibi bazı önerilerde bulunuyorsunuz. Ama bir taraftan da sosyal uyumla hayatta kalıyoruz. Buna karşı koymak çok güç. Siz bunun için ne öneriyorsunuz?

Arkadaşımız yeni bir gömlek aldığında ve o gömleği bir marka olduğunda, onu belki tartışmaya açmak. “Yakışıyor”, demek “kaça aldın, nereden aldın” sözleriyle yetinmek yerine “niçin bu markaları giyiyoruz acaba şuradaki semt pazarında da bunun Hindistan’dan, Çin’den gelmişi, hiç marka olmayanı onda bir fiyatına var. Niçin acaba semt pazarından almıyoruz?” “Niçin ikinci el kazak giymiyoruz?” diye de bir tartışma açabiliriz. Onu yapmıyoruz. Aslında artık markaların bizi reklamlarla nasıl kalebentleştirdiğini anlamayacak kadar da aptal değiliz. Bunu aşmak çok zor değil. Yeter ki riyakar olmayalım.

'DİRENME GÜCÜNÜ UNTTURUYORLAR'

Kitapta şöyle bir cümle var: Vicdan susturmak için dostlar alışverişte görsün türünden imza kampanyaları eylem gücünü iğdiş eder. Bir yandan da sosyal medyanın gençleri dünya vatandaşlığına götüren bir tür ipek yolu olduğunu söylüyorsunuz. Ama bu ‘dostlar alışverişte görsün’ türü aktivistlik aslında biraz da sosyal medya ile yükselen bir davranış kalıbı. Siz bu denklemi nasıl yorumluyorsunuz?

Basit cevabı: bıçakla adam da öldürebilirsin, elma da soyabilirsin. Fakat sosyal medya üzerinden bir eylem tüketimi, bir vicdan temizliği var. Mesela Kosova’da, Bosna’da Müslümanlara yapılan katliamlar, toplu mezarlar, ırza geçmeler üzerine filmler yapılıyor. Onları seyredenler kendilerini suçlu hissediyor. Dünyada kötü şeyler olduğunu zaten biz biliyoruz. Artık daha yeni filmlere mi ihtiyacım var, bunları öğrenmek için? Ama bu insan hakları sanayiinde - hatta “vicdan sanayii” diyebilirim- insanın insana yaptığı kötülükleri anlatmakla yetiniyoruz. O filmden bir şey çıkacaksa, hiç olmazsa direnenlerin filmi de çıksın. Irzına geçilirken de direnenden söz edilsin ki bileyim ben bunu. Bu gücün kendimde olduğunu göreyim. Ama direnme gücünü unutturuyor, bize düşmanın gücünü gösteriyorlar. Düşman propagandasına dönüşüyor. Dünyanın ne kadar kötü olduğunu birbirimize anlatarak, ağlayarak, dertleşerek edilgenleştiriyoruz kendimizi. O zaman bizi öldürmek isteyenler, ezmek isteyenlerin, düşüncelerimizi susturmak isteyenlerin silaha da ihtiyacı yok. Biz o işi zaten yapıyoruz.

Geleceğe Kartpostalları bir gün geriye bakıp “Vay be biz neler yaşadık, neleri atlattık” diyebilmemiz için mi attınız?

Teknolojinin geleceğini pek kestirmiyorum ama şu kesin: türümüzün son temsilcileriyiz. Bildiğimiz anlamda son insanız, birçok nedenden ötürü. Yapay zekayla beynimiz birleşiyor. Vücudumuz değişiyor, parçalar takıyoruz. Pistorius olimpiyatlarda yapay bacakla koştu. Yapay organlarla vücut değişiyor. Bir de gen mühendisliği var. Türümüzün evrimine artık biz karar vereceğiz. Onun için bugünün sorunlarına, belki 100-200 yıl sonrasından bakıldığında türümüzün ilkel dönemlerinin ifadesi olarak bakılacak. Yeter ki elimizdeki silahlarla dünyayı uçurmayalım bu arada! Bu dönemi atlatırsak bir bahar, hayat bayramı bekliyor bizi.

Genç nesil, dünyanın geleceğinden yana o kadar ümitsiz ki henüz doğurmadıkları çocuklara karşı vicdan azabı duyuyor. Çünkü denizler kirleniyor, temiz su bulmak zorlaşıyor, kıtlık başlayacak vesaire. Bu gibi sebeplerle genç nesilden birçok çiftin çocuk yapmayı reddettiğini gözlemliyoruz. Sizce haklılar mı?

Bir tek böyle düşünen insanların çocuk yapması lazım. Çünkü bunlar gelecek kuşaklara iyi rehber olacak insanlar demektir. Bu tedirginliği, bu hassasiyeti yaşadıkları için. Böyle düşünenler, benim bayraklı topraklarımın daha çok insanı olsun ki daha çok insanı yensin diye, devlet istiyor diye çocuk yapmayacak. Düzene daha çok asker, işçi olsun demiyorlar. Başkalarının nüfusu azalırken benimki artsın da onları da yeneyim demiyorlar. Bugün çocuk yapmaktan çekinenlerin tedirginliği özde çocuk sevgisinden ve sorumluluğundan kaynaklanıyor.. Asıl onlar geleceğimizin anne ve babaları.

'ASLI ERDOĞAN SEVGİDEN GÜÇ ALACAK'

Maalesef Aslı Erdoğan’ın tutuklu olduğu günlerde yapıyoruz bu görüşmeyi. Aslı Erdoğan için ne yapabiliriz? Ne yapmalıyız?

“Sen onu suçlu görüyorsan ben de onun kadar suçluyum” diye yazdıklarına imza atan ortak bir çıkış gündemde. Başka bir yolu da ona, ailesine mümkün olduğu kadar mesaj ulaştırmak: “Seni düşünüyoruz.” Mesele tanımadığı insanlardan o sevgiyi, ilgiyi görmesi. Düşünce özgürlüğünü savunmaktan öte. Her şeyden önce sevgiden güç alacak çünkü. Eylem yapmak, yürüyüş yapmak kolay. Zor olan o sevgiyi yaşatabilmek. Aslı sevildiği için, düşünceleriyle ürettiği için ona sahip çıkılıyor. İnsanlara daha çok odaklanmamız lazım. Soyut kavramlarla çok uğraşıyoruz. Şu anda sadece zaman zaman düşüncelerimi ifade etme mücadelesindeyiz ki, o da düşünceleri ihlal eden iktidarlara pek zarar vermiyor. Demokrasinin parçasıdır, olsun, diyorlar. İşte Bush Irak’a saldırıyor, bombalar atıyorlar. O da Londra’da Blair’i ziyaret ediyor. Orada 500 kişi – 1000 kişi ellerinde “özgürlük, emperyalizme hayır” filan dövizleriyle. Blair basına demeç veriyor, “Bakın,” diyor, “Bizim ülkede demokrasi var, Irak’a da böyle bir demokrasi gelsin, onun için savaşıyoruz.” Bir defalık İstiklal Caddesi yürüyüşleri de sanki özgürlük varmış gibi iktidarın işine yarıyor. Özellikle gençlerin anlık infialleri hüsranla sonuçlanıyor. Gelecek, Gezi’de başlangıcını gördüğümüz, gençlerle yetişkinlerin birlikteliklerinin uzun nefesli gücünde.

kartpostallar