YAZARLAR

Kısmen özgür bir ülkenin mutena kurumları

Adı üstünde, ceza infaz kurumu. Çiçek gibi. Patates mi sandınız? Patates olsaydı zaten çoktan dağıtılmıştı hepsi. Esas patates çıkan yerler “üniversiteler” oldu.

Sebahattin sen yine de ülkemizi o kadar küçümseme... Sosyal medya sayesinde fenomen haline gelen cümlelerin bence en unutulmaz olanı bu. Ekşi sözlüğe çılgın bir katkı yapmış bir cümle olarak derhal tespit ve tasnif edilmişti ama şimdilerde benden başka hatırlayan yok. Zaten nereye küçümsüyorsun ülkeyi, her gün bu kadar büyük büyük olaylar olurken...

Sabah uyanıyorsun ve kadrolu bir troll’ün üst düzey bir makama (diyeyim ben size) getirildiğiyle çalkalanıyor ortalık. Bir gün önce de yine en yüksek makamında olduğu bir kuruma, özel şirketinden, yüklü meblağlarda dezenfektan satışı yapan başka bir isim hakkındaki haberlerle hop oturup hop kalkmışız zaten. Başka da bir şey yapabildiğimiz yok. O gitmiş bu gelmiş, şu satmış bu yemiş. Bildiğin gündelik işler... O yüzden de dezenfektan satışı olayının pek bir haber değeri de yok aslında. Esas değer metafor düzeyinde açığa çıkıyor. Yolsuzluk yapacaksan “dezenfektan” üzerinden yapacaksın ki mecazi anlamlar köpürüp gerçekliği kapatsın. Dezenfektan bu, “kirli” bir iş diyebilir miyiz?

Detay veremiyorum anlayacağınız, uzun zamandır hepimiz zaten sadece “kısmen özgür” olduğumuz için özgürlüğümüzün bu “kısmen” kısmına gözümüz gibi bakıyoruz. Öyle langır lungur konuşmuyoruz. Şükür ki ihtiyatlı olmak bakımından, İngiliz kraliyet ailesinin üyeleri hayatlarıyla olduğu kadar ölümleriyle de iyi bir malzeme sağlıyor bana. God save the queen. Yine de inanın olanlara benim de içim çok sıkılıyor. Eskiden içim sıkıldığında arada çıkıp dolaşır, Ankara’ya bahar gelmişse yol üstünde açan leylakların, erguvanların, parklardaki Japon kirazlarının filan fotoğrafını çekerdim. Yorulunca bir yerlerde oturur, bir şeyler içerdim filan. “Kısmen özgür” ülkede başka ne yapacaksın? Fakat pandemi süreci bu “kısmen”i de aldı elimizden. “Yarı açık hapishanede gibiyiz” diyeceğim ama o da gerçek mahpuslara haksızlık...

Haksızlık olması bir yana, zaten konsept değişti. Tam bu satırları yazarken aklıma geldi de arayıp buldum. Arada İngiliz monarşisinin debdebesine gıcık kapınca, Meclis TV’ye, ya da TBMM web sitesine gidip komisyon tutanaklarına filan bakıyorum. Türk tipi monarşimizin göremediğimiz kısımlarında neler olduğunu bu tutanakları inceleyerek anlamaya çalışıyorum. Şu aşağıda gördüklerinizi de son bir iki aydır fava atmış bekliyordum. Zamanı gelmişken paylaşayım sizlerle. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Tutanak Dergisinde buldum bunları. Birincisi 17 Şubat 2021 tarihli cezaevleri alt komisyonu toplantısının tutanağı. Bir bakın Allah aşkına... Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Yunus Alkaç konuşuyor:

“Modern bir hukuk devletinin gereği olarak biz ‘mahpushane’ konseptinden ‘Ceza İnfaz Kurumu’ konseptine geçtik. Maalesef hâlen, çok üzülüyorum, bazen üzerinde durulmadığı için bazen bilinçli olarak o kavram kullanılmaya devam ediliyor. ‘Gardiyan’ konseptinden ‘infaz koruma memuru’ konseptine geçtik. Buna yönelik olarak çok ciddi yatırımlar yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Bundan sonraki aşamada, inşallah, bunlar çok daha güçlü bir şekilde devam edecek, tamamlanacak.”

Gardiyan konseptini değiştirmek için ciddi yatırımlar! Öyle ya, bu işler parmak şaklatarak olmuyor. Konsepti temizlemek için çevre dostu, bitki esanslı kaç kamyon dezenfektan döktüler kim bilir? Yoksa siz hâlâ annenizin dezenfektan konseptini mi kullanıyorsunuz? Hepinizin bir ayağı çukurda, bugün yarın düşeceğiniz damın daha adını bile bilmiyorsunuz. Yok mahpushane, yok hapishane, yok dam... Bunlar bitti. Adı üstünde, ceza infaz kurumu. Çiçek gibi. Patates mi sandınız? Patates olsaydı zaten çoktan dağıtılmıştı hepsi. Oysa ne oldu bu kurumlar mutenalaştırıldı. Her biri ayrı bir “kampüs" içine alındı. Esas patates çıkan yerler “üniversiteler” oldu biliyorsunuz. O yüzden de kamyon kamyon dağıtıp bitirdiler.

Hasılı bu ülkede “kampüs” deyince artık aklınıza ceza infaz kurumlarının mutena binalarını içine alan kampüsler gelmeli. Kampüs zaten kelime olarak “yerleşke” manasına gelir ve üniversite ile içsel, kökensel ya da özel hiçbir bağı yoktur. Kampüs görmek istiyorsan, çoktan seçmeli YKS mi MKS mi neyse artık, o insansız sınav sistemlerinden birinden geçmene de hiç gerek yok. Üzerinde, “128 milyar dolar nerede?” veya “Onca dezenfektanla neyi temizlediniz?” gibi sorular yazılı birer pankartı balkondan aşağı sarkıtıyorsunuz yetiyor. Ben şimdilik asmayı düşünmüyorum. Ama yine de şu kampüsleri bir inceleyeyim dedim. Çok zor olmadı. Bu ayki Meclis komisyon tutanaklarında yine bu konu var. Az evvel adını verdiğim komisyonun 8 Nisan 2021 tarihli tutanağının 17. sayfasında ceza infaz kurumları konsept mutenalaştırma genel müdürü kaldığı yerden konuşmaya devam ediyor:

“Bununla sınırlı kalmadık Sayın Başkanım. Daha yakın zamanda, geçen ay, Mart ayının 29’unda, yine, Kültür Turizm Bakanlığıyla bir protokol daha imzaladık. Bu protokolün içeriği nedir? Malumunuz, bizim kampüs cezaevlerimiz var ve bunlar gerçekten gerek nüfus olarak gerek alan itibarıyla çok geniş alanlar. Çoğunlukla da bulundukları il ya da ilçenin belirli ölçüde dışında olan alanlar. Her ne kadar mesafeden dolayı, yoğunluktan dolayı kitapların gelmesi, gitmesi belirli bir zaman alıyordu. Bu konuda ne yapabiliriz, dedik. Kampüs cezaevlerine doğrudan halk kütüphanesi açıyoruz. Bunu biz açmıyoruz, biz yerini temin ediyoruz, altyapısını hazırlıyoruz, Kültür Turizm Bakanlığı artık bizim kampüs cezaevlerimizde birer halk kütüphanesi açıyor.”

Ülkemizi o kadar küçümsemeyin... Bizim giremediğimiz kampüslerdeki kütüphaneler yavaş yavaş bu mutenalaştırılmış ceza infaz kurumlarının kütüphanelerine taşınmış olabilir yani. Oralarda halk kütüphaneleri kurulmuş ve bizi bekliyor olabilir! Kütüphane nerede, halk orada zaten. Bütün halkı ceza infaz kurumlarına mı yerleştirecek, ne yapacak bunlar? Troller ve yolsuzlar makamlara akın edince vatandaşa başka yer kalmamış anlaşılan...

Siz en iyisi “son erguvanlar” açtığında iyice bir tadını çıkarın. Koparıp yiyin hatta. Özümseyin. Bir kez dama düşünce çıkmak en hafifinden dört buçuk yıl sürüyor çünkü. Ahmet Altan’ı hatırlayın. Yeni konsept geliştirme çabaları çerçevesinde tanımlanmış, fantastik bir suçtan dolayı tam dört buçuk yıl yattı. Verdiği subliminal mesajdan haberi yok. Yatacak tabii. Zaten kimse kendi bilinçdışını bilemez, bilse zaten orası bilinçdışı olmaz. Dünya üzerinde en karşı olduğun şey, bilinçdışında sukulent gibi beslenmiş olabilir. Sonra da olmadık zamanda kabak çiçeği gibi ortaya dökülür. Bilemezsin.

Neyse ki Ahmet Altan tahliye oldu. Kısacası kısmen özgür bir ülkede şu sıra en sevindiğim şeylerden biri de bu...

Ahmet Altan dedim de geçen yıl pandeminin ilk aylarında, ceza infaz kurumundan, Washington Post’a bir yazı yazmıştı. Ara ara döndüm ve o yazıyı yeniden okudum. Onunla tamamlayayım sözlerimi. Ahmet Altan’ı hatasıyla sevabıyla severim zaten. Belki de Türkiye’nin “normal” ve özgür bir ülke olmasına ve bunun o henüz hayattayken olmasına ne kadar derin bir arzu duymuş olabileceğini çok iyi anladığım içindir, bilmiyorum. Böyle bir ülkeye kavuşamadığı halde, o yaşta bile “eğlenceli” olabilmeyi başardığı için... Belki babası Çetin Altan gibi o da arı duru, çiçek gibi yazdığı için. Belki de o bir tek yazı için... 1995 yılında, o ceberut dönemde, o yazıyı yazabildiği ve eleştirel düşünme yetisinden uzak, çifte standart ile malul ve hakkaniyetsiz kabullere, o kadar sade bir akıl yürütmeyle meydan okuyabildiği için.

Kısacası Ahmet Altan’ın bir hafta evvel o mutena kurumdan ve kampüsten tahliye olmasına epeyce sevindim. On ay evvel bu dünyadan göçüp giden kardeşimin yerine de sevindim. Ahmet Altan’ı ve asla boyun eğmeyişini çok severdi. Keşke tahliyesini görebilseydi.

Bazen düşünüyorum da kim bilir neleri hiç göremeden gideceğiz bizler de... Normal ve özgür bir ülkede yaşadığımızı mesela, görebilecek miyiz? Neyse... Ahmet Altan’ın yukarıda sözünü ettiğim Washington Post makalesinde söylediği gibi, umutsuzluğa kapılmayalım: “Tarihin, hayatın kendisini sarsan devasa bir fay hattı boyunca kırılmasına tanıklık etmekteyiz. Bu kırılma bize umut dolu bir gelecek vaat ediyor.” Ahmet Altan o yazıda pandemiyle ilgili sözlerine şöyle devam ediyordu: “Eğer kendinizi korumak istiyorsanız, başkalarını da korumanız gerekir. Bencilce davranışlar sizi öldürür. İnsanlar belki de ilk defa böylesine net bir bilinçle, insanlık adı verilen büyük bir akıntının parçası olduklarının farkına vardı.”

Umarım öyle olmuştur Sebahattin. Hasılı sen yine de ülkemizi küçümseme. Umudu kesme.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.