Kemal Varol: Babamı kaybettiğim dönemdi ve meselemi yazıda sınamak istiyordum

Kemal Varol'un, ‘Ucunda Ölüm Var’la başlayıp ‘Âşıklar Bayramı’yla devam ettiği üçlemenin son romanı ‘Babamın Bağlaması’ okurla buluştu. Varol'la babaları, oğulları ve yazmanın hallerini konuştuk.

Fotoğraf: Cebrail Özmen
Google Haberlere Abone ol

Özlem Karahan

DUVAR- Kemal Varol'un 2019 yılında yayımlanan romanı 'Âşıklar Bayramı', Özcan Alper yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı ve Netflix’te izleyicilerle buluştu. Bu sırada da Varol'un yeni romanı 'Babamın Bağlaması', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. 

‘Babamın Bağlaması’, yazarın 2016 yılında yayımlanan ‘Ucunda Ölüm Var’la başladığı ve  ‘Âşıklar Bayramı’yla devam ettiği üçleme serisinin son halkası. ‘Ucunda Ölüm Var’da saz âşığı Heves Ali’nin aşkıyla bir ömür yasa bürünen Ağıtçı Kadın’ı, ‘Âşıklar Bayramı’nda bir baba-oğulun, Heves Ali’yle Yusuf’un hesaplaşmasını anlatmıştı bize Varol. Yeni romanında ise merkeze Yusuf’u alıyor.

Kemal Varol’la ‘Babamın Bağlaması’nı, babaları ve oğullarını, yolları konuştuk.

Üçlemenizin üçüncü halkası ‘Babamın Bağlaması’ okurla buluştu. ‘Ucunda Ölüm Var’da Heves Ali’nin aşkıyla bir ömür yasa bürünen Ağıtçı Kadın’ı, ‘Âşıklar Bayramı’nda bir baba-oğulun, Heves Ali’yle Yusuf’un hesaplaşmasını okumuştuk. Okurlar bu kez nasıl bir hikâyeyle tanışacak?

'Âşıklar Bayramı’, babanın ölmeden önce Yusuf’a teslim ettiği bağlamayla sona ermişti. ‘Babamın Bağlaması’, tam da bu noktadan devam ediyor ama bu kez Yusuf’a odaklanmaya çalışıyor roman. Yusuf’u düştüğü kuyudan çıkarmak, hem onu hem onun hayatındaki insanları daha serinkanlı bir bölgeye çekmekti derdim bu romanda. Yusuf, hem babasıyla, hem geride bıraktığı aşklarıyla hem de geçmişiyle yüzleşsin istedim bu uzun yolculukta. ‘Âşıklar Bayramı’nı yazarken, romanda bile isteye çok fazla boşluk bırakmıştım ama senaryoyu yazdığım dönemde mecburen hikâyeye geri döndüm ve Yusuf’un hikâyesini kapatma ihtiyacı duydum. Üç romandır takip ettiğim yol da böylece tamamen sona ermiş oldu.

Yusuf, babası Heves Ali’nin vasiyeti üzerine onun tabutunu Arguvan’a götürmek için yola düşüyor. Bu yalnız yolculuk için kendisiyle, çocukluğundan bugüne taşıdığı yaralarla yüzleştiği, iyileşmek için adım attığı bir yolculuk diyebilir miyiz?

Yusuf’un, babasıyla geçirdiği son üç gün ona yetmiyor sanırım. O yüzden onunla biraz daha vakit geçirmeye çalışıyor ‘Babamın Bağlaması’nda. Lakin yol boyunca yaşadığı muhasebe, hiç ummadığı bir anda gelen konuğu onun hayatında yeni bir pencere açıyor. Kendi yarasıyla o zaman yüzleşiyor galiba. O da iyileşmek istiyor. Babası gibi ölürken değil, yaşarken istiyor bunu bir bakıma.

'İNSAN KENDİSİNİ DE YOLDA TANIR'

Yol ve yolculuk sadece bu romanın değil, üçlemenin tüm romanlarının merkezinde yer alıyor. Sizin için neyi temsil ediyor bu kavramlar?

'Babamın Bağlaması’nın bir yerinde, Kul Yakup; “İnsan insanı yolda tanır,” diyor. Bana kalırsa insan kendisini de yolda tanır. Bütün kimliklerimden, dünya telaşından soyunduğum, sadece içime baktığım bir yerdir benim için yol. Geçmişin ve geleceğin eşitlendiği yegâne çizgi.

'YUSUF, BUGÜNÜN TEMSİLİ'

Gelelim ana karakterlere… Heves Ali ve Yusuf nasıl ortaya çıktı? İlham kaynaklarınız neler oldu?

Babamın Bağlaması, Kemal Varol, Everest Yayınları, 212 S, 2022

Heves Ali, ‘Ucunda Ölüm Var’ romanından doğdu. Orada tıpkı roman kahramanı olan Ağıtçı Kadın gibi, hayatımızdan yavaş yavaş çekilen bir saz aşığına odaklanmaya çalıştım ama bu romanda Heves Ali’nin sadece adı vardır, kendisi yoktur. Onun büyük aşklarından biri olan Ağıtçı Kadın’ın gözünden takip ederiz bütün hikâyeyi. Doğrusu bu romanı yazdıktan sonra ben de Heves Ali’nin nasıl bir hayat sürdüğünü merak ettim. ‘Ucunda Ölüm Var’daki Heves Ali acaba nasıl bir hayat yaşadı, Ağıtçı Kadın’a neden bir kez olsun yüzünü göstermedi, nerelerde çalıp söyledi, dere tepe, köy köy gezerken acaba içinden neler geçti diye sordukça Heves Ali ve oğlu Yusuf yan yana gelmeye başladı zihnimde. Geçmiş ve bugünü, aynı roman içinde düşündükçe de baba oğul ete kemiğe büründü.

Tam da babamı kaybettiğim dönemdi ve galiba kendi meselemi de yazıda sınamak istiyordum. Bir de şairlik yıllarımdan beri halk edebiyatına özel bir ilgim oldu hep. Halk âşıkları, dengbêjler başucu kaynaklarımdı. Büyük bir zenginlik olan bu topraklardaki farklı kültürlerin sözlü kültür ürünlerine odaklandım yıllarca. Şairken asıl derdim, bu kültürü günümüze nasıl taşıyabileceğim, onu şiirde nasıl dönüştürebileceğimdi. Ama bir roman yazarı olarak başka türlü bir dönüşümün kapısını aralamam gerekiyordu. Bu yüzden bu çağın gürültüsü arasında sesleri pek duyulmayan bu eski zaman ustalarını düzyazıya çekmeye çalıştım. Heves Ali tam da bunun temsiliydi benim için. Yusuf ise, onun tam zıddı: Bugünün temsili.

Baba-oğul ilişkisi metinlerinizde yer tutan konular arasında. Hem bir oğul hem de bir baba olarak, bu ilişkiye dair neler söylersiniz?

Aslında birbirinin devamı olan iki roman ve uzun bir şiir dışında baba-oğul meselesi bütün dünyamı kaplamadı ama yine de en çok oradan fark edildim galiba. Bana kalırsa baba-kız ya da anneyle kurulan gerilimler de baba-oğul ilişkisinden geri kalır değildir. Son romanımın epigrafı olarak Kafka’nın şu sözünü kullandım: “Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu.” Hepimiz ister ailelerimizden, ister toplumsal hayatın başka sahnelerinden aldığımız yaralar, hatıralar ve anlarla sarmalanmış durumdayız.

Büyük ya da küçük, fark etmiyor. O yarayı nasıl dönüştüreceğimiz, nasıl iyileştireceğimiz, kapanmaya yüz tutmuş bir yarayı sonraki kuşaklara nasıl teslim edeceğimizdir önemli olan. O geçmişten nasıl bir gelecek çıkaracağımız… Ben de kendi deneyimimde bunu yapmaya çalışıyorum sanırım.

Yusuf yol boyunca çocukluğunda açılan ve bugün de hayatını çıkmazlara sokan yaralarıyla yüzleşiyor, onları iyileştirmeye çalışıyor. Çocukluktan kalan yaralarla nasıl bir yakınlığınız, bir meseleniz var?

Yirmi yıldır çocuklarla iç içe olduğum bir işte çalışıyorum: Onların ruhlarındaki kırılmaları, heyecanları, mutluluk ve kederleri çok yakından gördüğüm bir meslek bu. Onlara yol göstermeye çalışıyorum elimden geldiğince. Biliyorum çünkü; yürüyecekleri yolda çok fazla taş, çok fazla engel, çok fazla gönül kırgınlığı, çok fazla mutsuzluk var. Yollarındaki engelleri bir nebze olsun temizlemeye çalışıyorum kendimce. Belki de çocukluk üzerine bu kadar düşünmemin bir nedeni de budur. Şimdi avutulursa, yarına kalmazsa daha çabuk kapanır bazı yaralar. Meselem bu sanırım.

'OLANLA DEĞİL OLMAMIŞLA İLGİLİYİM'

Hikâyenin merkezinde bir de aşk, ama kavuşulamayan, mutlu sona varmayan aşk var. Tıpkı üçlemenin önceki iki romanında olduğu gibi. Neden kavuşamıyor âşıklar sizin romanlarınızda?

Kavuşamadıkları için aşk oluyor bunun adı belki de. Ben de mutlu sonla biten aşkları yazmak isterdim şüphesiz. Ama ben olanla değil olamamışla, kavuşanla değil kavuşamamışla, varılanla değil kursakta kalanla ilgiliyim ve itiraf etmeliyim ki bunu yazmak bana her zaman daha büyülü geliyor.

'BUGÜNDEN GEÇMİŞE BAKMAK BENİ MUTLU EDİYOR'

Roman kahramanlarınızın meslekleri hiçbir zaman çok da sıradan, popüler meslekler olmuyor. ‘Babamın Bağlaması’na gelirsek de Âşıklık geleneği ve saz âşıklarıyla ilgili birçok bilgi aktarıyor roman. Türküler her an her yerden hikâyeye eşlik ediyor, güç katıyor. Âşıklık geleneğiyle ve müzikle ilişkinizi oldukça merak ediyorum.

Birçok romanımda değişik mesleklerden kahramanlarım vardır. Ağıtçı bir kadın, bir saç tüccarı, saz aşığı, bir mayın arama köpeği… Özellikle seçerim bu mesleklerle kahramanları. Bilmediğim bir dünyada gezinmek, onların ne yaptığını anlamaya çalışmak heyecanlandırır beni. Ama okuyanlar fark etmişlerdir: Bu mesleklerle ilgili bilgileri hep yüzeyde tutarım. O meslekten çok oradaki ruhla ilgiliyim ben. Âşıklık geleneğiyle ilgili bilgi verirken de aynı yolu izliyorum bir bakıma. Geleneğin teferruatlı bir bilgisinden ziyade, bana bir roman yazarı olduğumu unutturmayacak bir ruh arıyorum o kahramanların dünyasında.

Hayatının farklı dönemlerinde karşısına çıkmış, hepsini zihninde güzel tutmuş, onlarda güzel kalmış, bu dünyadan ayrılırken hepsiyle vedalaşmaya çıkmış bir saz aşığının dünyası bana büyülü geldi ilk andan beri. Bir de bugünden geçmişe bakmak beni hep mutlu ediyor. Bütün seslerin birbirine karıştığı bu çağda, bir zamanlar dere tepe dolaşan, dağ bayır gezen âşıkların, dengbêjlerin, dünya malına tamah etmeyen, sesleri ve sözleriyle dünyada iz bırakmaya çalışan bu gönül erbaplarının sesini işitmek istiyordum bir bakıma. Yazarken tek gayem buydu.

Müzikle ilişkime gelince… Ben tüm hikâyelerin müzikle anlatıldığı güçlü bir kültürden geliyorum. İyi söylemek zorundaydı o hikâye anlatıcıları. Hikâyeleri güçlü olmalıydı. Dinleyicilerini günler geceler boyunca yanı başlarında tutmak için merakta bırakmalıydılar. Sesleri yanık yanık olmalıydı. Ne yaparsam yapayım hep bir ritim başucumda…

Metaforlardan oldukça yoğun beslenen bir roman ‘Babamın Bağlaması’. Romandaki güçlü metaforik nesnelerin başında Heves Âli’nin Yusuf’a emanet ettiği, Yusuf’un kime vereceğini, ne yapacağını bilemediği bağlaması geliyor. Bu bağlamadan, temsil ettiklerinden bahseder misiniz?

‘Âşıklar Bayramı’nın sonunda babanın Yusuf’a teslim ettiği bağlama, ‘Babamın Bağlaması’nda bir metafora dönüşüyor, evet. İlk elden şunu düşünüyoruz: Yusuf o bağlamayı alıp çalabilir her an. Çalmalı da belki. Bir yerde buna niyet de ediyor. Ama o zaman babasına yenilmiş olur bana kalırsa. Oysa babasıyla olan sorununu çözüp kendi olmak istiyor Yusuf galiba. O, bugünün insanını temsil ediyor. Bugünün dertleriyle sarmalanmış durumda. Ama babanın özelinde geçmişin ağırlığı da var omuzlarında ve o yükten kurtulmaktan ziyade yükünü hafifletmek istiyor bir bakıma. Bağlamadan hem kurtulmak istiyor hem de yanında dursun istiyor. Bir çıkış yolu arıyor sanırım. Roman boyunca elden ele dolaşan bağlama sonunda asıl sahibini bulunca Yusuf da rahatlıyor kanımca.

Romanlarınızda her ne anlatıyor olursanız olun, ülke ve dünya dertleri bir şekilde metinlerde, hikâyede kendini gösteriyor. Covid-19, göç, mülteciler… Bir de bu romanda giderek dijitalleşen dünyada insanın ve davranışlarının değişimine de dikkat çekiyorsunuz. Bu “dijital çağ”ı nasıl gözlemliyor, bu çağda nasıl yaşıyorsunuz?

Her romanımda ne yazarsam yazayım başka dertlerim oldu ve itiraf etmeliyim ki ana hikâyenin zemininde tuttuğum bu dertler benim için hep daha önemli oldu. Saf bir hikâye yazmayı ben de istedim hep. Ama bu ülkede bizi çepeçevre saran sorunlar dururken hikâyeci yanıma fısıldamam gereken başka gerçekler de oldu hep. Bahsettiğiniz kimi hususlar, henüz güncelliğini koruyan meseleler. Geçer ya da geçmez, bilemeyiz. Ama pandemi döneminin yaraları, bütün dünyayı çepeçevre saran göç krizlerinden muaf tutamazdım hikâyemi. Ama ‘Babamın Bağlaması’nda dijital çağ’a ayrı bir yer ayırmam gerekiyordu. Heves Ali ne kadar geçmişse, Yusuf o kadar bugündür romanda.

Heves Ali bağlamasına, Yusuf telefonuna sarılır en zor zamanlarda. Fakat bu dijital çağ bir yerden sonra Yusuf’u da rahatsız etmeye başlıyor sanırım. Herkesin kendisiyle olan meselesini hep halının altına süpürdüğü, görülme isteğinin bu denli öne çıktığı, sahteliğin bunca değer kazandığı, bütün seslerin birbirine karıştığı bu çağla benim de dertlerim var. Bu çağın bir parçasıyım ve şimdi sorunuza cevap verirken arada bir telefonuma bakıyorum. Anlatmaya çalıştığım biraz da bu işte. Bu sahteliği konuşalım istiyorum.

Romanda oldukça güçlü betimlemeler yapıyor, gündelik dille şiirsel anlatımı incelikle yan yana getiriyorsunuz. Romanın dilini kurarken nasıl tercihleriniz, mücadeleleriniz oldu?

Bu durum sadece bana özgü değil kanımca. Her yazar, hikâyeden önce dilin sularında yüzdüğünü bilir ve o suyun akacağı uygun bir yatak arar. Bir zamanlar şiirle fazlasıyla hemhal olmanın faydasını görüyorum yazarken, tek farkım bu belki de. Birçok yerde söyledim ama sanırım tekrar etmem gerekiyor: Şairlikten gelen bir alışkanlıkla zihnim ve kalbim kadar, kulağımı da ikna etmem gerekiyor yazarken.

Bir yandan üçlemenizin final kitabı ‘Babamın Bağlaması’ okurla buluştu, diğer yandan üçlemenin bir önceki kitabı ‘Âşıklar Bayramı’, Özcan Alper yönetmenliğinde sinema filmi olarak Netflix’te yerini aldı. Nasıl hissediyorsunuz?

Tuhaf bir dönem benim için. Kendi köşemde sessiz sedasız yaşarken yapıtlarımın bu sıralar bunca konuşulması rahatsız ediyor beni, tüm kalbimle itiraf etmeliyim. Ama diğer yandan fazlasıyla içime sinen film için mutluyum. İki kez çekimleri izleme şansım oldu. İzleyemedim daha doğrusu. Kötü oldum. Özcan, galiba bu deneyimi yaşamam için çekimler esnasında sürekli yanında oturmamı istedi ama yapamadım. Kahramanlarımın ete kemiğe bürünmesi, romandaki o cümlelerin hayat bulması garip ve kederli geldi bana. Filmi izlediğimde hissettiğim tek duygu keder oldu bu yüzden. Bunun şüphesiz şahsi nedenleri de var. ‘Âşıklar Bayramı’ filmi, yeniden saz âşıklarını hatırlattığı, baba-oğul arasındaki o meseleye yeni bir ışık düşürdüğü, Anadolu’nun renklerini tüm gücüyle gösterdiği, Anadolu’nun o ıssızlığını vurguladığı için mutluyum da ayrıca.