YAZARLAR

Kavala ‘davası’: Kafkaesk metamorfozun ekonomi-politiği

Vladimir Putin’in Rusya’sı Ukrayna’ya doğru genişlerken, Erdoğan Türkiyesi’nin cephenin hangi tarafına düşeceği merak konusu. Erdoğan’ın gönlündekinin ne olduğu kadar, bu çatışma sürecinde oluşması muhtemel uluslararası otorite boşluğunu fırsat bilerek ‘kendine ait burjuvazi’nin savaşını tırmandırma ihtimali de önemlidir.

"Maskaralığa dönüşen bu yargılama sürecinde dönen sayısız hukuk hilesinden sonuncusuna tanık oldum: Gezi davasının akıl dışı birleşmesinden sonra bu defa da, hâkim davada dosyaları yeniden ayırmaya karar verdi."
(Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Nacho Sánchez Amor.)

Osman Kavala davasının seyri, iç ve dış hukukçuları çileden çıkarmayı sürdürürken bu davanın siyasi niteliği sıklıkla vurgulandı. Nitekim ‘sanık’ da bu nedenle bir süredir duruşmalara çıkmama kararını açıklamış bulunuyor. Siyasi keyfîlik, davanın niteliğini büyük ölçüde açıklamakla birlikte, karanlıkta kalmayı sürdüren bir dizi tuhaf olgunun izahı için edebiyata başvurmak son çare olabilir. Davanın bu aşamada bir dosya birleştirme/ayırma, hatta fotokopi makinesine sahip olup olmama gibi absürt bürokratik açmazlara indirgenmiş niteliğinden hareketle akıllara Franz Kafka’yı getirmesi kaçınılmaz oluyor.

Romancı Milan Kundera’ya göre Kafkaesk anlatıda ‘dosya’nın ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bürokratik dosya, Platon’un idealar dünyası misali asıl gerçekliği ve hakikati oluşturur; bireylerin fiziksel varlıkları dosyadaki kayıtlarının gölgesinden ibarettir. İnsan fani ve kusurludur; dosya ise ebedi ve mükemmel. O dosyaların birleştirilmesinin ya da ayrılmasının o bireylerden birinin ya da bir kısmının ‘tutukluluk halinin’ beş ay daha devamına sebep olmasının idealar dünyası açısından herhangi bir önem arz etmesi söz konusu olamaz.

Kafka’nın Dava romanı, ‘Joseph K. iftiraya uğramış olmalıydı, çünkü yanlış bir şey yapmamış olmasına rağmen bir sabah gözaltına alındı’ cümlesiyle açılır. Ama sanık, zaman içinde şu gerçeği öğrenecektir: ‘K. için bir dava elbette mevcuttu; otoritelerin elbette bir bildiği vardı.’ Kafkaesk’in ikinci özelliği işte bu geçiş sürecinde ifadesini buluyor. Kundera bu niteliği, Dostoyevski ile Kafka karşılaştırması üzerinden açıklar. Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ romanında Raskolnikov vicdani, ahlaki ve hukuki bir muhasebe sonucu cezasına razı olur; böylelikle suç cezasına kavuşur. Kafka’da ise mantık tersinedir. Cezalandırılan sanık, ‘dosya’ya ulaşmanın imkânsızlığının da katkılarıyla suçunun ne olduğunu bilemez. Cezanın saçmalığı o kadar tahammül edilmezdir ki, Joseph K. sonunda suçunu kendi aramaya başlar. Böylelikle ceza suçuna kavuşur. Osman Kavala davasında bu ‘suç’, iddianamenin bir türlü ortaya çıkamadığı bir yıl boyunca belirsiz kaldıktan sonra önce Gezi davası olarak belirtilmiş, bu tutmayınca casusluk iddiası gündeme gelmiş, ardından dosyalar birleştirilip ayrılmış ve iddianın kendisi önemini kaybederek cezanın esas olduğu uygun bir ‘suç’un bir şekilde bulunacağı bir ‘dava’ya dönüşmüştür.

Kundera ve benzeri birçok gözlemci açısından, Kafkaesk’in en önemli niteliği, bireylerin ne anlayabilecekleri ne de kaçabilecekleri karanlık/loş bir labirent biçiminde yapılanmış devasa ve tek bir kurumdan ibaret bir dünya tasviridir. Böyle bir dünya içinde Joseph K.’nın bir gün suçsuz yere tutuklanması kadar Gregor Samsa’nın bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulması da kimseyi şaşırtmayacaktır.

Joseph K. adının Osman Kavala olarak okunması, bu ‘dava’ ile yalnızca ‘sanığın’ değil, toplumun bir bütün olarak içine sürüklenmekte olduğu atmosferi tanımlamaktadır. Kavala davası, sürmekte olan ve sayısı binlerle ifade edilen benzer siyasi davalarla birlikte, egemenliği altında yaşamaya zorlandığımız otoritenin tasarımları hakkında bir fikir vermektedir: ‘Yönünü şaşırmış bireyin içinde kaybolduğu bir labirent’, ‘bürokratik ve totaliter, dolambaçlı yöntemler üzerinden kurulmuş saçma ve şizofrenik, ama bir o kadar da rasyonel bir örgütlenme’. Ya da, ‘kişisellikten çıkmış uğursuz güçlerin insanlar-arası ilişkileri denetlediği kâbus gibi bir dünya’. ‘Kafkaesk durum’, bürokratik kurumların gündelik işleyişi içindeki gülünç saçmalıktan ‘idari’ iktidarın en ölümcül tezahürlerine kadar uzanan bir deneyim yelpazesini tanımlamaktadır. (Michael Löwy, Franz Kafka: Subversive Dreamer.)

Ama böylesi bürokratik-totaliter bir tasarım, güçlü kurumların varlığını ön-gerektirirken Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarının, devletin yerleşik kurumlarıyla sürekli bir savaş hali içinde olduğu ve bu savaşta kurumların güç kaybederek hasar görmekte olduğu da bir gerçektir. Bunlar yerine başka bir kurumsal mimari de henüz biçimlenmiş bulunmuyor. TÜSİAD’ın geçtiğimiz ekim ayında yaptığı Yüksek İstişare Kurulu toplantısında ‘kurumsuzlaşma’ ya da yerleşik kurumların tasfiyesi ülkenin en temel sorunu olarak tartışmaya açılmıştı. Kafkaesk bürokratik mutlakıyet ya da mükemmel bir Orwellian distopya tablosundaki çatlak tam da burada ortaya çıkıyor. Erdoğan hasar verdiği kurumların içine itaatkâr kadro atamaları yapabiliyor ama zayıflatarak yıkıma sürüklediği yapıların yerine kendi damgasını taşıyan güçlü kurumlar inşa etmeye henüz muktedir olmadığı gözleniyor. Yıkım süreci başarıyla ilerlerken yeniden-inşa süreci tökezliyor. Bu durum, yuvarlak masa muhalefet bloku tarafından filmi geriye saracak bir restorasyon projesi imkânı olarak değerlendirilirken anti-sistemik muhalefet açısından Kafkaesk atmosferin bordosunda açılmış, yamanıp tıkanmaması, hatta daha da derinleşip ölümcül hale gelmesi için mücadele edilmesi gereken bir yara anlamı taşıyor.

Kavala davasının hukuk ötesi politik ve psişik anlamları üzerine Erdoğan’ın, Kavala ve Gezi üzerinden olası kitlesel protestolara gözdağı vermeyi amaçladığı, hatta Kavala’yla ilgili kişisel bir takıntısını ya da kompleksini devlet ve yargı gücünü kullanarak aşmaya çalıştığı yönünde yorumların gerçeklikten kopuk mülahazalar olduğu söylenemez. Ama bu tartışmanın içinde TÜSİAD adının yer bulması da bir rastlantıdan ibaret değil. İş insanı Osman Kavala, bir TÜSİAD üyesi ve bu nedenle Erdoğan’ın davasının önemli bir ekonomi-politik boyuta sahip olma ihtimali oldukça güçlü. Bu dava, TÜSİAD’ın temsil ettiği ‘eski rejim’in büyük burjuvazisini dize getirme arzusu bağlamında okunmaya da müsait.

TÜSİAD üyesi 4,000 şirket, Türkiye ekonomisinde toplam katma-değerin yarısını üretiyor; dış ticaret hacminin yüzde 80’ini, özel sektör içinde istihdamın yüzde 50’sini gerçekleştiriyor ve şirket vergilerinin yüzde 80’ini ödüyor. Modern büyük burjuvazi elinde yoğunlaşan ekonomik gücün, özellikle geçen yüzyılın ortasından itibaren siyasal gelişmeler üzerinde de etkili olduğu gözleniyor. Erdoğan’ın bu güçle olan ilişkisi, Putin’in Rusya’da Yeltsin’den devraldığı post-Sovyet oligarkların ekonomik iktidarı karşısındaki tavrıyla karşılaştırmalı olarak okunabilir.

Putin, yalnızca Navalni gibi muhalif siyasetçileri değil, görüş ayrılığı içinde olduğu şirket sahiplerini de hapsetmesiyle ünlü. Muhalif partileri ve hareketleri destekleyen işadamları Hodorovski, Megomedov, Gluşkov ve Berezovski başta olmak üzere onlarca oligark, vergi borcu gibi gerekçelerle hapsedildi ve şirketlerine el konuldu. Bunlardan Berezovski ve Gluşkov, İngiltere’de sığınmacıyken Putin aleyhtarı beyanlarda bulunmalarını takiben 2013 ve 2018’de ‘intihar’ ederek ölmüşler. Tasfiye edilen büyük iş sahiplerinin yerini Kremlin’in rızası, kontrolü ve katılımı altında faaliyet gösteren Putin’e sadık bir yeni oligarklar zümresi almış bulunuyor.

Türkiye’de bu sürecin benzeri gelişmeler Gülenci sermaye gruplarının tasfiyesi ile kısmen yaşanmış bulunuyor. Ayrıca devlet teşvikleri, hibeler, vergi indirimleri ve kamu ihaleleri üzerinden yeni bir oligarklar zümresinin ekonomik süreçlerde ağırlık kazanmasına muhalefet tarafından da ‘beş müteahhit’ söylemiyle dikkat çekiliyor. Ama bu zümreyi MÜSİAD’da örgütlü taşra sermayesi ile birlikte yukarıda gücüne işaret edilen TÜSİAD’da temsil edilen büyük burjuvazinin yerine ikame etme hamlesinden söz etmek için vakit henüz erken. Yine de Kavala’nın ‘tutukluluk halinin devamı’ üzerine sürekli tekrarlanan mahkeme kararları, yaklaşmakta olan egemenler arası ‘sınıf mücadelesinin’ ilk göstergesi olarak da ele alınmaya müsaittir. Unutmamak gerekir ki Erdoğan yalnızca ‘Kavala denilen Soros artığı’ ifadesini kullanmıyor, aynı günlerde TÜSİAD’a da, ‘Sizin derdiniz başka. Sizin cinsinizi de cibiliyetinizi de iyi biliyoruz’ sözleriyle sesleniyordu.

Vladimir Putin’in Rusya’sı Ukrayna’ya doğru genişlerken, Erdoğan Türkiyesi’nin cephenin hangi tarafına düşeceği merak konusu. Erdoğan’ın gönlündekinin ne olduğu kadar, bu çatışma sürecinde oluşması muhtemel uluslararası otorite boşluğunu fırsat bilerek ‘kendine ait burjuvazi’nin savaşını tırmandırma ihtimali de önemlidir. Toplum olarak içine sürüklendiğimiz Kafkaesk metamorfoz sürecinde bu sınıf mücadelesinin seyri belirleyici olacaktır.


Zafer Yörük Kimdir?

Londra Üniversitesi’nde iktisat ve siyaset bilimi dallarında lisans eğitiminin ardından Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde ideoloji ve söylem analizi dalında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Londra, Erbil ve İzmir’de siyaset bilimi ve medya/iletişim alanlarında çeşitli üniversitelerin akademik kadrosu içinde yer aldı. Akademik çalışma alanları; post-yapısalcı kuram, psikanaliz ve kimlik siyasetidir. Türkiye ve Orta Doğu siyaseti üzerine akademik yayınları vardır. Halen Duvar English ve Medya News internet yayınlarında ve Yeni Yaşam gazetesinde köşe yazmaktadır.