YAZARLAR

Karantina ekranı

Kapanmanın iyi tarafını arayacak olursak en çok BluTv’de izlediğim belgeseller ile Netflix’te karşıma çıkan Gürcü filminden söz edebilirim. Bu maceranın sürprizleri harika Gürcü Filmi ‘Benim Mutlu Ailem’ ile nefis Sait Maden belgeseli ‘Şık Derviş’ oldu.

Karantinada ne yapılır, kitap okunup film-dizi izlenir. Hafta sonunu sokağa çıkma yasağı altında geçirdik. Muhtemelen daha büyük, daha uzun kapanmalar da gelecek. Ama zaten uzunca bir süredir, aklı başında olan herkes bir tür gönüllü karantina altında, eğer imkânı varsa olabildiğince evinden dışarı çıkmadan geçiriyor günlerini. Gündüzleri işle güçle geçse bile geceler mutlaka evde, ailemizle ya da kendimizle baş başa…

Böyle geçip giderken günler, pek çok güzel şey seyrettiğimi fark ettim. Hemen hepsi de internette, dijital platformlarda. Televizyon ekranının benim nezdimde itibarını TRT2 kurtarıyor. Pazar sabahlarımı dolduran kovboy filmleri kuşağı biz çocukken bile vardı. Dolayısıyla sırf o sobalı kış pazarlarının aile boyu uyuşukluğunu yad etmek için bile takip edilesi bir gelenek. Allah var, TRT 2 yöneticileri de özeniyor gösterdikleri filmlere. Geçen ay arka arkaya John Wayne filmleri gösterdiler, hasret giderdik. Şimdi sırayı Spagetti Western’ler aldı. Sergio Leone’nin ‘Dolar Üçlemesi’nin ilk filmi Bir Avuç Dolar geçen hafta oynadı. Dün de ‘Birkaç Dolar İçin’i izledik. Tabii Clint Eastwood ve Lee Van Cleef harikalar; ama ben bu filmde küçük bir rolde Klaus Kinsky’nin de oynadığını bilmiyordum, görünce şaşırdım. Cleef ile karşılıklı oynadıkları sigara sahnesinin gerilimi gayet iyiydi, ama tabii ki kötü ruhlu kambur katil Juan’ın kurşunu yiyip ölmesi çok sürmedi…

Blu Tv’yi zaten takip ediyorum. Kısa bir aradan sonra bu kez Sally Rooney’nin ‘Normal İnsanlar’ (Normal People) romanının dizisini izlemek için tekrar girdim. Romanın karakterlerin iç dünyasına sakince girmenizi sağlayan, onları sevdiren kendine has tadını dizide bulamadım. Birebir uyarlama olunca romandaki anlatımın tüm incelikleri oyuncuların sırtına biniyor. Neyse ki Daisy Edgar Jones bir harika, Paul Mescal de öyle; bir türlü kavuşamayan aşıklar Marianne ve Connel için yeterince üzülmenizi sağlıyorlar. Ama romanı okumuş olduğum için sanırım, son birkaç bölümü seyretmeye gerek duymadım. Birkaç bölüm, Nejat İşlerli ‘Saygı’ya baktım, Türk ‘Seven’ı diyebileceğim ‘Alef’ dizisini baştan sona izledim, anladım ki bu iş olur… ‘Alef’teki Ahmet Mümtaz Taylan çok iyi tabii, ama Haluk Bilginer’in yeri bambaşka. Blu Tv’de seyrettiğim en güzel yerli yapım galiba ‘Masum’ oldu. Haluk Bilginer ve Ali Atay hikayesi, karakterleri güzel bir yerli polisiye yapmışlar. Haluk Bilginer ‘Şahsiyet’teki gibi yine farklı, derinlikli, izleyicide iz bırakan bir karakter yaratmış… Haluk Bilginer aşkına, Netflix’teki ‘9 Kere Leyla’yı da gösterime girer girmez izledim. Tabii ki Bilginer kadar merak ettiğim bir başka kişi de filmin yönetmeni Ezel Akay. Akay, çok güzel filmler yapmış yaratıcı bir isim. Ama ‘9 Kere Leyla’da için övgü dolu şeyler söylemek zor. Garip bir delilik, filmi izlenemez hale getirmiş. Yine dönüp dolaşıp Haluk Bilginer diyeceğim; rüya sahneleri güzeldi. Türk sinemasında şarkı söyleyebilen ve iyi oynayan çok nadir isimlerden biri Bilginer…

HITCHCOCK, TRUFFAUT VE INGRID BERGMAN

Blu Tv’de bende iz bırakan, merakımı kışkırtan güzel belgeseller izleme olanağı buldum. ‘Hitchcock ve Truffaut’, yaratıcı Fransız yönetmenin ünlü gerilim ustasıyla uzun uzun görüşüp hazırladığı kitabın belgeseli. Her ikisinin karakteri hakkında pek çok şey öğreniyor, Hitchcock’un sinemasının derinliklerine iniyorsunuz bu filmle. Tek tek bazı ünlü filmlerini nasıl çektiğini, ‘Sapık’ın duş sahnesi gibi unutulmaz anları nasıl ve neden öyle tasarladığını anlatıyor. İnsan ister istemez, dönüp Hitchcock filmleri izlemeye başlıyor. Ben de ‘Sapık’ı ve ‘Kuşlar’ı yeniden izledim. Değdi. Sonra Hitchcock’un gözde oyuncularından biri olan (1940’ların ikinci yarısında birlikte üç film çekmişler) Ingrid Bergman’ı anlatan bir belgesel görüp ona daldım. Bergman’ın İsveç’te nasıl ünlendiğini, sonra Hollywood imparatorlarından Selznick’in onu nasıl Amerika’ya getirdiğini, ün kazanmasını ve ardından daha nitelikli işler yapmanın peşinde İtalyan yeni dalgasına merak sarıp Roberto Rossellini ile filmler çekmesini hatta ona âşık olup evlenmesini merakla izledim. Bir ara ünlü fotoğrafçı Robert Capa ile sevgili olduklarını öğrendim. Bir zamanlar İstanbul Tiyatro Festivali’nde izleme olanağı bulduğumuz Isabella Rossellini’yi diğer kardeşleriyle birlikte annelerini anlatırken dinlemek de hoştu...

Tabii ki bu belgesel de ardından bir filmi getirdi. Ama bu kez bir taşla iki kuş vurmak istedim ve isim benzerliğinin aklıma düşürdüğü İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın memleketlisi Ingrid Bergman’ı oynattığı bir filmi ‘Güz Sonatı’nı izledim. Bir harikaydı. Blu Tv’nin bana en büyük hediyesi ise ‘Sait Maden Şık Derviş’ adlı belgesel oldu. Üstüne uzun uzun yazmak isterdim. Fransız şairlerini çevirilerinden okuduğum, Babı Ali’de tanıma fırsatı bulduğum, kitap kapağı tasarımının kült isimlerinden biri olduğunu bildiğim Sait Maden’i çok iyi anlatan harika bir belgesel. Hâlâ kullanılan Akbank logosu gibi bazı tasarımların ona ait olduğunu, Türkiye’de özgün tipografik kapak tasarımlarına öncülük ettiğini, Fransızcayı, İspanyolcayı kendi kendine öğrendiğini, caz gitaristi Sarp Maden’in babası olduğunu ben bilmiyordum, hep bu filmden öğrendim. Yönetmeni Miraç Güldoğan’a çok teşekkürler...

Netflix’e dönecek olursak, malum o bizim düşmanımız sayılır. Bu uluslararası platformun beyaz yakalıları kendine bağlayan dizileriyle yayıncılık endüstrisinin en büyük rakibi olduğunu düşünüyorum. Ama ben de onun çekimine bir yere kadar direnebildim diyelim… Vaktiyle ‘Roma’ filmini seyretmek için girip çıkmıştım. Bu sefer iyi bir Türkiye vatandaşı olarak ‘Biz Böyleyiz’i seyretmek zorunda olduğum için bir aylığına da olsa aboneliğimi yeniledim. ‘Biz Böyleyiz’in ben en çok özenini sevdim. Görüntüleri, kadrajı, sahnelerin detayları harika. Bizi hipnotize eden sahnelerin pek çoğunda eski Hollywood stüdyo yapımlarının mesela Kleopatra filminin filan müziklerinin kullanılmış olması ise ayrıca harika bir fikir, kendilerini tebrik ediyorum. Netflix’e girmişken tabii ki Crown’a, Peaky Blinders’a, Ozark’a şöyle bir uğradım; Queens Gambit’in 60’lar büyüsüne ben de kapıldım ve diziyi bitirdim, arada pek çok başka şey de yedim yuttum, ama hatırlamıyorum ya da hatırlamak istemiyor olabilirim… Ama burada karşıma çıkan en büyük sürpriz ‘Benim Mutlu Ailem’ adlı nefis ama gerçekten çok nefis Gürcü filmi; geride kalan en büyük tatlılık ise Sophia Loren’le hasret giderme fırsatı oldu. Romain Gary (Emile Ajar) uyarlaması ‘Onca Yoksulluk Varken’de Sophia Loren hâlâ dimdik, hala rolünün hakkını veren bir aktris olarak kendisine olan hayranlığı tazeliyor. Ama film o kadar iyi değil, tatsız bir İtalyan komedisi gibi… Sophia Loren’in oynadığı 1950’lerin o gürültülü İtalyan komedileri daha iyidir deyip ‘Aşk ve Ekmek’i seyrettim. Akdeniz güneşiyle yıkanan bu gürültülü filmin de bir başyapıt olduğunu söyleyemeyeceğim, ama hiç değilse ‘Bisiklet Hırsızları’ ile yönetmen olarak sinema tarihine geçen Vittorio De Sica’nın aslında bir zamanlar çok ünlü bir oyuncu olduğunu hatırlatması bakımından bende güzel bir iz bıraktı.