Bir inada tutunmak: Kadın, yaşam, özgürlük...

İnatlaşırken en çok zorlandığımız, en çok enerji sarf edip güç kaybettiğimiz yerler, özel alandaki yani hem aile içindeki hem de birlikteliklerimiz içerisinde çeşitli türlerde yaşadığımız, duyduğumuz, tanıklık ettiğimiz şiddet deneyimlerimiz… Çünkü bu alandaki şiddetin sürekli bir artış halinde olan, yeniden üretilen ve çok rahat bir şekilde gizlenebilen bir karakteri var.

Google Haberlere Abone ol

Mehtap Tosun*

Neredeyse her gün ayrıntıda çok çeşitli ancak derinde korkutucu tekdüzeliğiyle, öldürülen, katledilen kadınlar ekranlarımızda bir görünüp bir kayboluyorlar. İsimleri, fotoğrafları, meslekleri, öldürülme biçimleri ve yerleri… Her türlü bilgileriyle önümüzdeler, ancak bir hayatın peşinde olma hikayeleri, hayalleri ya onlar? Rakamlar, yüzdeler, sıralamalar yani matematiksel hesaplar katledilme/öldürülme vakaları karşısında bütün masumiyetini yitirir hep. Bir cümlenin aynı şekilde kaldığı, sadece içerisindeki rakamların sürekli güncellendiğini düşünün: “Türkiye’de sadece 11 ayda 430 kadın erkek şiddetiyle hayatını kaybetti”. Günbegün medyaya yansıtıldığı kadarıyla hayatımıza doğrudan tehdit oluşturan bu sayılar, biz kadınlara ayrı ayrı hayatlardan müteşekkil bir grup olarak değil doğrudan hayata yönelik bir tehdit olarak görünür. Öte yandan başka sayılar da var ki, bir ruhu taşır, bütün ihtişamıyla kadın, yaşam, özgürlük olur… Evet, Şili’den başlayıp günlerdir, haftalardır dünyanın dört bir yerine ulaşan, milyonlara sığamayan kadınların, patriyarkal düzene ve ataerkil şiddet biçimlerine karşı “Un Violador En Tu Camino/Peşindeki Tecavüzcü” adlı manifestosunu, marşını dans ederek, ayaklanarak haykırdığı Las Tesis eyleminden bahsediyorum. Tam da burada sormamız gereken soru şu belki de, bir yanda eril şiddetin her türüyle karşı karşıya kalmış/kalan, diğer tarafta da, sayılara sığamayan bir isyanı, direnişi peşinden sürükleyen kadınlar bu gücü nereden alıyor? Ya da, en ağır baskılara maruz kalırken, bu denli güçlü bir direniş nasıl mümkün olabiliyor? Bu soruya verilecek en güzel cevaplardan biri, itiraz diline imkan tanıyan tek kelimelik güç, yani “inat”.

İnat kelimesinin bu kadar güçlü bir etki yarattığına şaşmamalı, çünkü tek başına bir kelime olmasının ötesinde bir tarih taşıyor. Patriarkaya, devlete, yargıya, hakimlere, polislere ve eril şiddetin en mikro alanlarına karşı durulduğunda itaatsizlikle, inatçılıkla suçlandığı, disipline edilmeye, bastırılmaya dönük her türlü şiddetin uygulandığı bir inatlaşma tarihi… Yani bu inatçılık suçlaması bizi her türlü şiddet sahnesine hep yakın tutar, bizler de hayatta kalabilmek için olmakla suçlandığımız şey oluveririz. Tıpkı, 1968 yılında İngiltere’deki bir Ford fabrikasındaki kadın grevinin anlatıldığı “Kadının Fendi (Made in Dogenham)” filmindeki bir sahnede olduğu gibi. Ford temsilcileri arasında geçen bir diyalogda kadın grevinin öncüsü olan Rita, onlar tarafından “hiçbir politik gruba yakın değil, komünist bile değil, sadece keçiliği tuttu” şeklinde tanımlanmıştı. Rita’nın grevin öncüsü olması, koca fabrikayı durma noktasına getirmesi ona hala “politik bir duruş” ya da “komünist kimliği” kazandırmıyordu. Ona yönelik “keçilik”, inatçılık teşhisi, politika dışında bırakmanın ve şiddeti haklı göstermenin bir yoluydu. Ama uyum sağlamamanın, inatçılığın bizzat kendisi bir politikadır, reddetme tekniğidir.

İNADIN ÖZEL, RADİKAL VE MUHALİF OLANI

İnatlaşırken en çok zorlandığımız, en çok enerji sarf edip güç kaybettiğimiz yerler, özel alandaki yani hem aile içindeki hem de birlikteliklerimiz içerisinde çeşitli türlerde yaşadığımız, duyduğumuz, tanıklık ettiğimiz şiddet deneyimlerimiz… Çünkü bu alandaki şiddetin sürekli bir artış halinde olan, yeniden üretilen ve çok rahat bir şekilde gizlenebilen bir karakteri var. Son yıllarda şiddetle mücadele eden kadın örgütlerinin kadınların en güvensiz olduğu yerin ev-içi olduğunu sıklıkla vurgulamaları da bunun bir kanıtı değil mi? Dolayısıyla inatlaşmanın başladığı, en yoğun yaşandığı, inadın sürekli bir mücadele aracına döndüğü yerlerdir bu özel alanlar…

Ayrıcalıklı olduğunu sandığımız yaşam alanlarımız hiç de öyle mutluluk şansı sunuyor değildir biz kadınlara. Çünkü “kerameti kendinden menkul” feodal/modern erkeklik hallerine maruz kalıyor ve korkunç bir döngünün içinde yaşamaya çalışıyoruz. Bunların içerisinde mazbut, toplumsal, siyasal anlamda kendilerine belirli misyonlar biçmiş, insan hakları savunucusu, muhalif, solcu, devrimci… Ama aynı zamanda “kadın haklarına karşı duyarlı” olmak gibi bir sahte imaj çizen erkek karakterler de var etrafımızda. Haksızlık dilini konuştuğumuz, hayattan, ülkede yabancı olmaktan, bitmek bilmeyen haksızlıklardan, milliyetçilikten, siyasetten, siyasetin lanetinden dem vurduğumuz, ortaklaştığımız, çevremizdeki, civarımızdaki bu tür erkekler, aynı zamanda eril şiddetin fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik türlü çeşitlerini de taşıyabiliyor ve bizlerde yol kat etmişiz gibi bir sanrıya neden olabiliyorlar. Fiziksel her türlü zarar vermeden, mülke, mirasa el koymaya, türlü türlü duygusal istismarlara, manipülasyonlara kadar, o denli çeşitli ki duydukça şaşırma duygusunu yitirebileceğiniz sayıda… Bu yıl İstanbul’daki 25 Kasım eyleminde yer alan bir dövizde “solculuk şiddeti aklamaz aslan parçaları” yazıyordu, bu alandaki şiddeti duyulabilir kılıyor, bu kimliğin ardına gizlenenlere saklandıkları yerden çıplak gözle göründükleri mesajını veriyordu. Saklı kalmak istiyorlardı, çünkü erkekliğin her türlü “düzen” içerisinde kolay kolay vazgeçilemeyen bir yeri, anlamı vardı. Dolayısıyla, inadımızın en güçlü hallere büründüğü yerler, bizi sürekli “yol kat etmiş/eden”, “çelişkisiz” olduklarına inandırmaya “çalışan” erkekliklerdir. Oyunun kurallarını o kadar çok iyi biliyoruz ki, çünkü inadımız, oluşlarımız, patriyarka ile mücadelemiz, feminist yaşam sürmeye başlamamız, sosyalizm hayallerinden çok daha erken dönemlerde başlıyor.

İnadımız, inatçılığımız bizim ve bizden önceki kuşak kadınlarının kırıldığı yerlerden kırılmadan kadın olalım diyedir. Akıntıya karşı durmadan, yılmadan kürek çeken inatçı kayıkçılar misali akışa kendimizi bırakmamak, sebatla devam edebilmektir. Çünkü, “yaşadık birkaç bin yıl inada tutunarak…”.

* Sosyolog, Dr.