Kadın Haklarında Hasar Tespiti 5: Kadınların dindarlığı, başörtüsü serbestliği ve kadın hakları

Gelecekten umutlu olmak için konuya nasıl bakmalıyız, acaba siyasal İslam’ın gerileyişi bu alanda daha özgür bir tartışmaya alan açar mı?

Google Haberlere Abone ol

Serpil Sancar 

Cumhuriyet’in yüzüncü yılına yaklaşırken yaptığımız kadın haklarında hasar tespitinin en önemli konularından biri kuşkusuz ki Türkiye’de resmi din olarak sünni İslam’ın kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili uygulamalarıdır. Sünni İslam’ın ve onun farklı kurumsal ve siyasal aktörlerinin cinsiyet temelinde hak eşitliğini ne kadar içselleştirdiği ve ne ölçüde savunduğu son yıllarda kadın hakları, laiklik ve demokrasi açısından en belirleyici faktörlerden biri oldu. Bu konuda yapılacak geniş bir değerlendirmeyi daha sonraya bırakarak, öncelikle, başörtülü- açık olarak ayrıştırılan kadınların, kadın hakları açısından yaşadıklarına bakalım. Konuyu konuşmaya dini nedenlerle başını örterek yaşamak isteyen kadınların örtünmelerine getirilen kısıtlamaların kalkması ile yani başörtüsü serbestliğiyle ulaştıkları “kadın özgürlüğü”nün değerlendirilmesini ile başlaması herhalde gerekiyor.

BAŞÖRTÜSÜ SERBESTLİĞİ DİNDAR KADINLARI ÖZGÜRLEŞTİRDİ Mİ? 

"Başörtüsüne özgürlük” talebi geçmişte kadınların, başta eğitime katılma, kamu kurumlarında çalışma ve kamusal mekanlarda serbestçe bulunma haklarını ihlal eden uygulamalara karşı önemli bir siyasi talep olarak ortaya çıktı ve sonuçta devletin en üst ve stratejik görevlerinde başörtülü görev yapma, her tür kamusal mekanda başörtülü var olabilme serbestliği elde edildi. Bu gelişme, Türkiye’de kadınları açık/kapalı diye kutuplaştıran cinsiyetçi ideolojik önyargıların geriletilmesinde önemli bir adım oldu. Ama bu süreçte başörtülü kadınların elde ettiği serbestlik ve buna bağlı olarak ulaşabildikleri toplumsal fırsatlar yine Sünni dindarlığın kadınlara atfettikleri “fıtrat” ile sınırlı kaldı; örtülü kadınlar dini patriarkinin tahakkümünü aşıp da, erkeklerin yönetimindeki sosyal ve siyasal çevrelerin dışına çok da çıkamadılar. Bunu aşmak için, gerçekten de sünni İslam içinden ciddi bir kadın hakları hareketinin yeşermesi gerekiyordu; bu olmadı, olamadı.

Aslında dindar feministlerin (1) bu konudaki mücadelelerinin, getirdikleri teolojik ve politik eleştirilerin Türkiye’de kadın hakları hareketinin gündemini ve hak tanımı sınırlarını genişletip zenginleştirdiğini teslim etmek gerekir. İslam dininde kadınların eşit hakları olduğunu savunan ve buradan bakarak İslamcı cinsiyetçiliğe ve dini patriarkiye karşı çıkmaya çalışan, muhafazakar dindar kesimden bazı kadınların, sivil toplumda gerçekleştirdikleri örgütlülük oldukça güçlüydü. Ama sünni İslam tarihine dayanarak, kadınların eşit hakları olduğunu savunmak sivil dünyada ne kadar etkili olduysa, bu etki siyasal partilerde, parlamentoda ve Diyanet kadrolarında aynı ölçüde karşılık bulmadı. Daha doğrusu kalıcı karşılık bulamadı; zaman içinde hızlıca engellendiler, tasfiye edildiler, kenara itildiler. Yani Sünni İslam içinden çok da cinsiyet eşitliğine dair güçlü bir yorum çıkmadı. Bu ülkenin kader galiba. Laik feministler de sivil örgütlenme güçlerini hala siyasal partilere, meclislere ve devlet kurumlarına taşıyamıyorlar, ne kadar benzer durumlar değil mi? Hala her tür, her kesimden kadına “siz sivil takılın, devlet yönetimine karışmayın” denmiyor mu?

Sonuçta, meşru olarak kabul edilip toplumsal hayata karışmak için icazet alabilen bazı başörtülü kadınların bir kısmı da kamusal görünürlük kazanabildi. Bunlar da ancak erkek liderlerin fanatik takipçileri, Diyanet İslam’ının eleştirisiz destekçileri haline dönüşerek, İslami siyaset dünyasında var olmayı başarabildiler. Yani, bu süreçte kapanarak “koltuk sahibi olanlar” ile “örtünüp eve kapatılanlar” arasında, görünür olmasa da gerçek bir mesafe ve çıkar farklılıkları oluştu.

Sonuçta ortaya çıkan duruma bakarsak örtünmek isteyen kadınlar serbestleşti, ama bazı açık kadınlar zorla örtündü, kapandı ve eve kapatıldılar; bu duruma “başörtüsüne özgürlük” isteyenlerin çok fazla da itirazı olmadı. Adına da “mahalle baskısı” dendi ve hızla olay mahallinden uzaklaşıldı.

BAŞÖRTÜSÜ KADIN HAKKI VE KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ MESELESİ OLABİLDİ Mİ?

Başını örtme, dini inanç hakkı çerçevesinde bir serbestlik kazandı ama başı açıkların muhafazakar mahallelerde karşılaştıkları “örtünme dayatması”na karşı “hak temelli” bir eleştiri gelişemedi; örtülü olup da açmak isteyenleri de koruyacak bir “özgürlük” söylemi yaygınlaşamadı. Bu durumda başını örtme/örtmeme özgürlüğünün Türkiye’de mevcut bireysel haklar listesine ne kadar girebildiğini tartışmalı olmaktan çıkamadı. Başını örtmeme tercihi, bir çok muhafazakar çevrede, özellikle dini okullarda okuyan kız çocukları için hiçbir karşılığı olmayan içi boş bir söz oldu; kullanılabilir bireysel bir hak olarak, temel bir kadın hakkı olarak “devlet koruması” altına alınmadı.

“Hak”, tanımı gereği, aksine eğilimlere, baskılara ve dayatmalara karşı “kamu otoriteleri” tarafından kişinin eşit ve özgür bir insan olarak yaşayabilmesinin korunması demektir. Bu tanıma göre kadınların dini inançları ya da sosyal çevreye uyum arzusu ile başlarını örtmeleri ya da örtmemeleri ne zaman bir “kadın hakkı” ya da bir” özgürlük” meselesi olarak ele alınabilir diye sormak gerekiyor. Kadınlar için özgürlük, kadınların bedeninin ve giyim biçiminin siyasetin, ideolojinin tahakkümünden kurtulmasıyla mümkün. Eğer bir siyaset, kadınları giyimleri üzerinden ayrıştırıp, örtülü ve açık diye ayırıyorsa hatta bunlardan biri daha “makbul kadınlık” ile ilişkilendiriliyorsa, orada bir özgürlükten bahsedilebilir mi? Özgürlük her tür giyim tercihinin bir insanın toplumsal konumunu, elde edeceği hakları ve fırsatları etkilememesi anlamına gelir. Eğer hala kadınların bedenindeki kumaş miktarının ne kadar olduğu kadınların yaşamında sahip olacağı fırsatları ya da boyun eğmesi gereken erkek tahakkümünü belirliyorsa burada bir haktan ve özgürlükten bahsetmek zordur.

Bu açıdan baktığımızda Türkiye’de başörtüsünün serbestleşmesinin kadınların giyimlerinin kişisel tercihlerine bağlı olmadığını ve bir özgürleşme sürecine yol açmadığını söyleyebiliriz. Tersine, kadınların giyimleri, ait oldukları “mahalle”nin kültürel kodlarını temsil etmeye devam etti. Sonuçta, dindar ve örtünen kadınlar, sözde dinsizlikten kurtulan ve “özgürleşen kamusal alanlar”da, dini kutsalın kamusal temsilcisi ve göstereni olmak yerine, kendileri olarak yaşayabilme fırsatına ne kadar sahip olabildiler?

Aslında bugünden bakıldığında kamusalı fetheden dini kutsalın göstereni olarak, sadece makul ve mazbut kadınlık kamusal kabul kazandı; dindar kadınların insan hakları değil. Bu siyasal süreç elbette muhafazakar, dindar ya da İslamcı kadınlara birçok alanda serbestlik getirdi; eğitim ve istihdam hakkından yararlanmalarını kolaylaştırdı; abu inkar edilemez. Ama onları, hiçbir zaman kendi mahallelerinin erkekleri ile “eşit” olma hakkına kavuşturmadı.

DEMOKRATİK KAMUSALLIK VE LAİKLİK 

Türkiye’de bundan sonraki gelişimin ne olacağı, demokratik kamusallığın yeniden inşasını arzulayan farklı toplumsal kesimlerin, kendi gündemlerine kadınların özgürlüğü sorunlarını ne kadar dahil edilebileceğine bağlı. Ama elbette Siyasal İslam’ın giderek belirginleşen başarısızlığının kesinleşmesi de bu gündemin oluşumunda önemli bir belirleyici olacak.

Bu süreçte “demokratik kamusallık”tan ne kast ettiğimiz üzerinde anlaşmak için önce laiklikle ilgili kriterlerimizi konuşmak gerekiyor. Önce Türkiye’de laikliğin hala doğru bağlamda kavranmamış olduğuna bir gönderme yapmak isterim. Laikliğin birinci koşulu elbette dinin ve devletin karşılıklı birbirinin alanlarına karışmaması ve öncelikle de dine dayalı bireysel yaşam ile dine dayalı toplum ve dine dayalı siyaset arasında ayrımın netleşmesi gereğidir. Ama bu kriterlerin içeriğinin netleşmesi için başta kriterlerin netleşmesine gereksinme var. Türkiye için en güncel ve önemli laiklik kriteri, dinin kamusal alanda görünürlüğünün ve meşruluğunun hukuki ve siyasi sınırlarını nasıl tanımlanacağıdır. Dini kurum ve kişilerin, her tür dini inanç ve ibadet pratiklerinin kamusal alanlarda serbestçe görünür, temsil edilir ve konuşur olma serbestliği laiklikle nasıl ve hangi koşullarda bağdaşabilir? Bugün Türkiye’de bu konuda hiçbir hukuki ve siyasi kural yok. Öte yandan muhalefet aktörleri de bu konularda ısrarla konuşmamaya ve kamusal tartışma ortamı oluşturmamaya devam ediyor. Oysaki dini aktörlerin kamusal görünürlükleri, katılım ve temsil hakları, ancak her tür diğer sivil (laik ya da dinsiz) aktörlerle eşit kamusal haklara sahip olduklarında demokratik ve laik bir çerçevede hukukilik kazanır. Yani dini aktörler eğer kamusal alanda var olacaklarsa ya diğer sivil aktörlerle ”eşit eleştirilebilirlik” koşullarında olacaklar ya da kamusal alanda var olmayacaklar. Aksi durum, dini güç odaklarının, kamusal alanda, dini kutsalların tartışılmaz üstünlüğünü iddia ederek, farklı görüşlerin “dini kutsallara saldırı” iddiasıyla yasaklanmasına; yani kamusal alanda tekçi bir dini tahakküme dönüşür. Yani kamusal alan din tarafından işgal edilir ve diğer sivil/siyasal aktörlerin söz ve eleştiri hakkı olmaz. Oysaki “demokratik kamu “ sadece ve sadece, dindi ya da değil, çoğul siyasal aktörlerin eşit söz ve katılım hakkına dayanır. Yani eğer dini aktörlerin kamusal etkinliğine izin verilecekse, demokrasi açısından, dini düşüncenin çoklardan biri olarak kamusal alanda çoğulluğu kabul etmesinin açık ve net olması gerekir.

SİVİL DİN VE SİVİL LAİKLİK

Öte yandan başörtüsü sadece devletin çözeceği bir sorun değildir. Örtünme bazı kadınlar için kültürel zorunluluktur. İsteyen kadının örtünüp isteyenin açık gezebilmesi için aile ve mahalle ahlakında kadının tercihlerinin saygı görmeye başlaması gerekiyor. Kadınların örtünmesinin gerçek bir hak haline dönüşebilmesi için dindar kadın imgesinin kamusal alanın dini tahakkümün göstergesi olmaktan kurtulması gerekiyor. Ama bu yetmez. Aynı zamanda sivil dünyada da dinin elini kadınların bedenlerinden ve yaşam tarzlarından çekmesi gerekiyor. Bu bir “zaman içinde gerçekleşecek” bir olgunlaşma meselesi değil, tersine sivil bir siyasal mücadele ile sağlanacak gelişmedir. Yani “siyasal laiklik” kadar “sivil laikleşme” de önemli.

Kadın haklarını savunmak demek kadın olmaktan doğan, öncelikle de bedensel özgürlük ve doğurganlık haklarının savunulması ve hayata geçirilmesi ile ilişkili olmak zorundadır. Burada sorulması gereken temel soru şudur: Dindar bir kadının, kadın haklarını, hak temelli eşitlik açısından savunması ya da diğer deyişle kadınların bedensel ve doğurganlık hakları üzerindeki dini, cemaatçi denetime karşı bir itirazı hangi koşullarda mümkündür? Dini bakış açısından bütün kadınlar ve erkekler için aynı hakların geçerli olacağı, yani cinselliğin denetiminin erkek ve kadında eşitlenmesi, itaat ve ibadette denklik, kadın doğurganlığının kadının bireysel tercihi ile nasıl ilişki kuracağı meselesi henüz ne yazık ki, hem dini hem laik çevrelerde, açık ve yaygın tartışma konusu haline gelemedi. Gelecekten umutlu olmak için konuya nasıl bakmalıyız, acaba siyasal İslam’ın gerileyişi bu alanda daha özgür bir tartışmaya alan açar mı? Dindar kadınlar, sünni İslam’ın cinsiyet eşitliğine dayalı bir din haline gelmesini sağlayabilir mi? Dindar kadınların giderek artan ekonomik bağımsızlıkları ve evlilikte eşitlik taleplerinin yakın gelecekteki gelişmelere olumlu etkisi olacak mı?

Dipnotlar

1. İslamcı feministler kavramı tam da anlatmadığı için ben dindar feministler kavramını tercih ediyorum. Çünkü muhafazakar
ve dindar feministlerin büyük çoğunluğu kendilerini İslamcı olarak tanımlamıyor.