Joanna Russ'tan bir feminist eleştiri klasiği: Yazmak Yasak

Joanna Russ'un 'Yazmak Yasak: Bastırılan Kadın Yazını' adlı kitabı Minotor Kitap tarafından S. Melis Baysal çevirisiyle yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Nilgün Taylan

Feminist edebiyatın keskin kalemlerinden biri olan Joanna Russ 1937’de doğdu. Başarılı bir eğitim hayatı neticesinde Cornell Üniversitesi’ne girdi, orada Nabakov’la çalıştı. Mezun olunca yüksek lisansını Yale’de tamamladı ve kariyeri boyunca pek çok üniversitede ders verdi.

1984’te profesör, 2011’de ölümsüz olan Russ, gerek kurgu gerek kurgu dışı çalışmalarında kadın meselesini çok yönlü şekilde tartışan eserlere imza attı. Feminist teorinin şekillenmesinde olduğu gibi, feminist edebiyatın yayılmasına da büyük katkılar sundu. Özellikle de bilim kurgu ve fantastik edebiyatın.

Bilim kurgu edebiyatı, 1950’lerde erkeklerin tekelinde ilerleyen bir görünüm arz ediyordu. Başta Russ ve Ursula K. Le Guin olmak üzere bir sürü kadın yazar bu görünümü alaşağı etmek için çok çaba sarf ettiler. Feminist bilim kurgu ve fantastik onların emekleriyle bugünlere geldi.

Russ Türkçeyle ilk olarak 2000 yılında 'Dişi Adam' adlı romanıyla tanıştı. Geçtiğimiz günlerdeyse Russ’un yeni bir çevirisi raflara girdi. Minotor Kitap etiketine sahip olan 'Yazmak Yasak: Bastırılan Kadın Yazını' adlı kitabın çevirmeni ise S. Melis Baysal.

GAYRİRESMÎ YASAKLAR

“Emily Dickinson’ın hiç parası yoktu, kitaba harcadığı parayı ve kullanacağı pulları babasından istemesi gerekirdi. Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da belirttiği üzere Villette’i, Emma’yı, Uğultulu Tepeler’i, ‘bu iyi romanların hepsini’, ‘yazmak için tek seferde 15-20 yapraktan fazla kâğıt almaya parası yetmeyecek kadar yoksul kadınlar’ yazmıştı.”

'Yazmak Yasak', 'Kadından yazar olmaz' yargısını incelemek üzerine yazılmış bir kitap: “Kadınlar için yazarlık geçici bir hevestir”, “Zaten doğru düzgün yazmayı da beceremezler”…

Russ buna benzer bütün klişe yargıları bir bir sıralayarak başlar. Hemen devamında da bu yargıların neden-sonuçları üzerine düşüncelerini söyler ve söylediklerini kadın yazarların geçmişte yaşadıkları kimi örnekler üzerinden temellendirir ki bu örnekler arasında çok şaşırtıcı isimler ve olaylarla karşılaşacağınızı rahatlıkla söyleyebilirim.

Erkek egemen dünyada, kadınlar fiziksel ve düşünsel açıdan son derece kuşatılmış, hareket alanları daraltılmış bir yaşama mahkûm edilmiş durumdalar. Şüphesiz ki edebiyat da bu alanların başında gelir. Ancak ortada -lütfedildiği üzere- kadınların edebiyat ve sanat üretmelerini yasaklayan bir durum yok. Bu da kadınların edebi dünyada ve sanatsal çevrelerde “özgür” olduğu hissini beraberinde getirir. Peki ya gerçekten böyle midir?

Yazmak Yasak - Bastırılan Kadın Yazını, Joanna Russ, Çevirmen: S. Melis Baysal, 264 syf., Minotor Kitap, 2022.

Russ işte bu gerçeklerle ilgilenir ve bunlara “gayriresmî yasaklar” ismini verir. Gayriresmî yasaklar söze dökülmeyen ya da farklı niyetlerle sarmalanarak sunulan kısıtlamalardır. Her bir kısıtlama gücünü gelenekten alarak kadınların karşısına koca bir bent çeker ve koca harflerle “YASAK” diye bağırır.

'YAZDIKLARIM SOLUP GİTTİ'

“Vah ki ne vah! Kaleme yeltenen kadın

Küstah biri olarak bilinir,

Böylesi bir kabahat ne ahlak ne meziyetle düzeltilir.”

Tahmin edileceği üzere ilk akla gelen gayriresmî yasak, kadının temel görevinin anne olup çocuklarına bakması, eviyle ilgilenmesidir. Şimdilerde okuduğumuz, özellikle 19. yüzyılda, hatta 20. yüzyılda yaşamış kadın yazarların birçoğu için durum böyle. Hemen hepsi ev işlerini yapıp çocuklarına baktıktan sonra kendilerine yorgun argın şekilde ayırdıkları kısa zamanda bu kitapları yazdılar.

Tillie Olsen’in, bir başka yazar olan Rebecca Harding Davis’in biyografisinde değindikleri bu yüzden çok önemlidir. Davis bunca ev içi koşuşturmacasının ardından romanlarının teslim tarihlerini tutturmak için çoğu zaman yazdıklarının son okumasını yapmadan göndermek zorunda kalmıştır mesela.

Olsen’in durumu da çok farklı değildir. Hatta aksi gibi o bir de para kazanmak zorundadır. Onca yorgunluğun üstüne bir de ev işi ve çocuk bakımı eklendiği için söyle der bir yerde:

“On beş saatimi ayırdığım gündelik hayatın gerçekliği yazmaktan epey alıkoyuyordu beni. Çılgınlığa varan o dayanma gücünü yitirdim. ... Beni canlandıran yazı hayatımdı hep, benden esirgenen de hep o oldu. ... Yazdıklarım solup gitti.”

BİR BAŞKA YASAK: CİDDİYE ALINMAMAK

Şimdi ister istemez akla şu gelecek: Para kazanma koşturmacasında yazmaya vakit ayıramayan bir sürü erkek de var. Kesinlikle doğru. Hatta kadın-erkek ayırmadan kölelerin okuma yazma öğrenmesinin yasaklandığı dönemler de oldu. Ancak kadınlar için durum biraz daha farklı. Onlar bolca para ve bolca zamanları olduğunda bile yukarıda yazdığımız önyargılardan nasiplerini aldılar. Russ bunun altını özellikle çizer.

Örneğin Charlotte Brontë, döneminin önemli şairlerinden olan Robert Southey’ye şiirlerini gönderdiğinde, ondan aldığı yanıt son derece ümit kırıcıdır. Southey, edebiyatın kadınların işi olmadığını, böyle boş heveslere kapılacağına evinde oturup çocuklarına bakması gerektiğini söyler ona.

Florence Howe da Modern Dil Derneği Başkanı’ndan, “Senin gibi güzel bir kız hayatını neden kütüphanede harcamak istesin ki?” şeklinde iltifata sarılı bir hareket duyar. Nedeni basittir: Kadınlar “narin” canlılardır ve böyle ciddi işleri erkeklere bırakmaları gerekir. Bir de zaten zaman öldürmek için uğraşıyorlardır, yani yazdıklarının ne önemi vardır ki…

Russ her şeyin (para pul, zaman, hatta koca/baba “müsaadesi” vs.) yerli yerinde olsa dahi aşılamayan temel şeylerden birini de bu olarak görür, yani ciddiye alınmamak. Hatta Kate Wilhelm kendisiyle ilgili şöyle yazar: “İlk kocam yazdıklarımın tek bir kelimesini dahi okumamıştı, ta ki ben onu terk edene kadar. Yazdıklarımın değersiz şeyler olduğundan emindi.”

Russ bu ve benzeri pek çok gayriresmî yasağı çürütürken, bu yasakların sebep olduğu yıkımları çeşitli örneklerle temellendirir. Bunları okurken çoğu zaman sinirlensek de, feminist edebiyatının nerelerden bugünlere vardığını ve ne bedellerin ödendiğini anlarız.

İlk basımının 1983 yılında yapılan 'Yazmak Yasak'tan günümüze neredeyse 40 yıl geçti. Peki 40 yılda neler değişti? Elimizde olan şey yeterli mi? Daha neler yapmak, hangi dağları aşmak gerekir?.. Bütün bu soruları tartışmak gerek.