İzel Rozental: Angèle Guéron, yalnız kendi cemaatinin içinde değil, bütün toplumun içinde aykırı bir kişilik
İzel Rozental ile son kitabı, 'Talihsiz Anjel Hala ve Edirne Kuşatması Günleri'ni konuştuk. Rozental, "Yüz küsur yıl önce yaşananlar bugün yaşananlardan çok farklı değil ne yazık ki! Haliyle dönemin siyasal ve sosyal yaşamına yönelik bu eleştirel bakışı rahatlıkla günümüze taşıyabiliriz. Angèle Guéron’un anılarına bu gözle baktım ve geçmişi aktarırken aslında bugünü anlatmaya çalıştım" dedi.
Karikatürist, yazar İzel Rozental’ın 'Talihsiz Anjel Hala' kitabı, geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıktı.
Aile içindeki adıyla "Talihsiz Anjel" yani Angèle Guéron, 1909 yılından 1915’e kadar, İmparatorluğun en büyük Yahudi kız okullarından Edirne Alyans Okulları’nın müdiresiydi. Hem böylesi bir kurumun sorumlusu olarak hem de gündelik hayatın akışı içinde bir kadın olarak Edirne Kuşatması’nın tanıkları arasındaydı. 1912- 1913 yıllarında Balkan Savaşı sürerken, Edirne’ye dair çok önemli bir tanıklığı, günlük tutarak kayda geçirdi. İzel Rozental da bir tesadüf eseri Alyans’ın bu meşhur öğretmeniyle aslında akraba olduğunu öğrendi. Devamında bu kitap ortaya çıktı.
Rozental ile son kitabı, 'Talihsiz Anjel Hala ve Edirne Kuşatması Günleri'ni konuştuk.
Angèle Guéron’un hikayesi sizi nasıl etkiledi, neler kattı? Angele Gueron ve aile içindeki adıyla "Talihsiz Anjel Hala" sizce aynı kişilik mi? Ben okur olarak "talihsiz" bir kadından çok, her türlü otoriteye kafa tutan, iç dünyası çok zengin, kararlı ve emin bir kişilikle karşılaştım.
Sondan başlayayım; evet, iç dünyası oldukça zengin, kültürlü, sorgulamasını bilen, kararlı ve kendine güveni tam olan güçlü bir kişiliği var Angèle Guéron’un. Ancak talihsizliği yadsınamayacak bir gerçeklikte. İlk talihsizliğini çok genç yaşındaki evliliğinde yaşıyor. Kocası Dr. Galante bunalıma girip, intihar ediyor. Toplum, kocasının intiharından Anjel’i sorumlu tutuyor. Kızlar okulundaki müdireliği ise tam da Balkan Harbi ile Birinci Dünya Savaşı dönemlerine rastlıyor. Savaşta kocası askere alınınca maddi sıkıntıya düşüyor. Üç çocukla ve zor koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Tam düzlüğe çıkacakken, bir gemi yolculuğu esnasında koleraya yakalanıp yaşamını yitiriyor. Naaşı gemiden denize atıldığı için bir mezarı dahi bulunmuyor. Bu nedenle aile arasındaki adı hep Fransızca’da "zavallı" anlamına gelen "La Pauvre Angèle" olarak anılıyor. Ve tabii ki aile içinde anıldığı adıyla "Zavallı Anjel"in imajıyla, anıların sahibi Angèle Guéron’un kişilikleri çok farklı. Bu ikisinin gerçekte tek kişi olduğunu ben ancak yengemin uyarısı sonrasında algıladım. Öte yandan, büyük halamın anılarını ve mektuplarını okuduktan sonra "zavallı" sıfatını fazla ağır ve haksız buldum, kullanmak istemedim. Genç kadının başına gelenlere ancak talihsizlikler zinciri denilebilirdi, ben de öyle yapıp adına "Talihsiz Anjel" dedim. Kitapta da açıkça dile getirdiğim gibi evet, anıları ve mektupları okudukça kendimden geçtim! Bir asır önce yaşananlarla bugün yaşadıklarımız arasındaki benzerlikler, toplumların bunca zamandır hiç değişmeyen düşünce tarzları, davranışları, önyargıları, tarihin sürekli tekerrür etmesi, hiç ders alınmaması, an geldi beni umutsuzluğa sevk etti.
'ANGÈLE GUÉRON DA TIPKI MOİZ KOHEN GİBİ BÜYÜK BİR OSMANLI VATANSEVERİYDİ'
Çizgiler, çeviriler, alıntılar ve anılar… Diğer kitaplarınızdan farklı bir teknik denediniz. Devamı gelir mi bu tarzın? Zorlandığınız yerler oldu mu?
Zorlanmadım desem yanlış olur. Zaten işe ilk koyulduğum 2019 yılından, kitabın tamamlanmasına kadar aradan tamı tamına beş yıl geçti. Bir grafik roman çizerinin birkaç ayda tamamlayabileceği bir iş için beş yıl, dile kolay! Angèle Guéron edebiyatçıydı ve anılarını Fransızca olarak kaleme alırken okurunu -ki o zaman tek muhatabı okulun Paris’teki başkanıydı- etkilemek için olsa gerek ağdalı bir dil kullanmıştı. Her cümlesinin içinde en az üç dört sıfat geçiyordu. Bu dili süslerinden arındırınca geriye oldukça duru bir metin kalıyordu. Öte yandan anlatılanlar o denli çarpıcıydı ki bunları doğru bir dille ve etkisini azaltmadan aktarmak özel bir gayret gerektiriyordu. Bunun için de çeşitli görseller kullanmayı yeğledim. Anıları dönemin daktilografisini kullanarak her sayfayı aslında bir illüstrasyona dönüştürmeyi amaçladım. Aralara da yine dönemin çizgilerine uygun resim ve kartpostallar serpiştirdim. Bunun için çok fazla araştırma yapmam gerekti. İnce pelür kağıtlarına kimi zaman el yazısıyla, kimi zaman daktilo ile yazılmış altı yüz kadar mektup ve belgeyi tarayıp okumak da ayrı bir zorluktu. Fakat bütün bu çalışmadan keyif aldığımı itiraf etmeliyim, ortaya çıkan sonuçtan da bir hayli memnunum. Bu nedenle "Devamı gelir mi?" sorusuna yeni bir soruyla yanıt verebilirim: Niçin olmasın?
Angèle Guéron savaş karşıtı, Osmanlı toprak birliğini savunan bir Yahudi kadını... Çok net bir 20. yüzyıl eleştirisi var. Döneminin ruhu içinde değerlendirirsek neler söyleyebiliriz?
Ben onu, adını sonradan Munis Tekinalp olarak değiştiren Moiz Kohen’le karşılaştırıyorum. Moiz Kohen de Selanikli idi ve Angèle Guéron ile aynı dönemde yaşamıştı. Gazeteci-yazar Liz Behmoaras, bundan yirmi yıl kadar önce 'Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi'(1) başlığı altında Munis Tekinalp'in hayatını konu alan bir kitap yazdı. Büyük halamın anılarını Türkçe’ye çevirirken bu kitabı hatırladım ve yeniden okudum. Angèle Guéron da tıpkı Moiz Kohen gibi büyük bir Osmanlı vatanseveriydi. Üstelik ikisinin pek çok ortak yanları vardı. Selanik’te kalabalık aileler içinde büyümüşler, Alyans Okulları’nda okumuşlardı. Ancak Moiz Kohen, İttihak ve Terakki Cemiyeti’ne üyeydi; imkan olsaydı Angèle Guéron da üye olur muydu? Sanmıyorum, zira anılarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden ve Enver Bey’den Edirne’yi geri almasından dolayı büyük bir coşku ve övgüyle söz etse bile, öncesinde Nâzım Paşa’nın öldürülmesini ve yönetimin Cemiyet tarafından askerî darbe ile ele geçirilmesini hiçbir şekilde tasvip etmiyordu.Guéron’un eleştirilerine gelince, ben bunları ‘döneminin ruhu içinde’ diye tanımlayarak belirli bir zaman dilimi içinde sınırlamak istemem. Yüz küsur yıl önce yaşananlar bugün yaşananlardan çok farklı değil ne yazık ki! Siyasi ve sosyal entrikalar, savaşlar, bombalamalar, kuşatmalar, açlık, adaletsizlik, sosyal dengesizlik bugünün de önde gelen başlıca sorunları. Haliyle dönemin siyasal ve sosyal yaşamına yönelik bu eleştirel bakışı rahatlıkla günümüze taşıyabiliriz. Angèle Guéron’un anılarına bu gözle baktım ve geçmişi aktarırken aslında bugünü anlatmaya çalıştım.
'YAHUDİ TOPLUMU O DÖNEMDE KENDİSİNİ DİĞER AZINLIKLARDAN FARKLI OLARAK OSMANLI’NIN AYRICALIKLI BİR UNSURU OLARAK GÖRÜYOR'
Kendi toplumuna karşı da açıkça bir meydan okuması var. Örneğin en yetkili makamın, Hahambaşılığın emirlerini uygun bulmayarak, itaat etmiyor. Sonrasında da yine kendi toplumu tarafından iftira, dedikodu vb. çarpıtmalarla cezalandırılıyor. Balkan Savaşı sürerken Türkiye Yahudilerinin genel bir portresini çıkarabilir miyiz? Angèle Guéron, bu yapının neresindeydi?
Angèle Guéron, yalnız kendi cemaatinin içinde değil, bütün toplumun içinde aykırı bir kişilik! Tam bir "Doğrucu Davut"! Her ne pahasına olursa olsun kendi doğrularından şaşmıyor. İtiraz ediyor. Adaletsizlikler karşısında isyan edip, sesini yükseltiyor. Karşısında kim olursa olsun lafını esirgemiyor. Bu, kimi zaman dini otorite olabiliyor, kimi zaman da resmi ve sivil yöneticiler. Spekülatörlerden, fırsatçılardan, menfaatçilerden hazzetmiyor. Onları rahatsız ediyor. Fakat kimseye saygısızlık etmiyor, sadece adaletin yerini bulmasını arzuluyor ve bunun gerçekleşmesi için de elinden gelen mücadeleyi veriyor. Bu savaşı da en başta içinde bulunduğu toplumunun ileri gelenlerine karşı vermesi çok normal. Böyle olunca, "doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar" misali çeşitli iftiralara uğraması, hakkında mesnetsiz şikayetlerde bulunulması, dedikodulara kurban gitmesi de yine son derece normal oluyor. Buradan hareketle dönemin Türkiye Yahudilerinin portresini çıkarmaya çalışmak bizi yanlış yönlere sürükleyebilir. Yahudi toplumu o dönemde kendisini diğer azınlıklardan farklı olarak Osmanlı’nın ayrıcalıklı bir unsuru olarak görüyor ve koruyucu olarak bellediği otoriteye saygı duyuyor. Tek ekleyebileceğim, Balkan Savaşı sürerken Yahudi erkeklerinin askere alınmamalarının Yahudi toplumu üzerinde bir dışlanma duygusu yarattığıdır. Sonradan, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bu tutum değişse de farklılaştırılma duygusunun giderildiğini sanmıyorum.
Günlük boyunca, -bütün bu savaş trajedisinin ötesinde- inceden inceye bir mizah da seziliyor. Üstelik Victor Hugo’ya, Moliére’e vb. şahsiyetlere atıfta bulunan bir mizah bu! Öyle ki bazen, açıkça şarapnel parçalarının suda bıraktığı izle dalga geçiyor. Kara mizahî bir direniş! Bu duyguyla nasıl bağ kurdunuz? "Anjel Hala"dan yadigar, gelişmiş mizah duygusu mirasınız olabilir mi?
Angèle Guéron her şeyden önce kültürel birikimi zengin bir edebiyatçı. Selanik’te kalabalık fakat aydın bir aile ortamında büyümüş, genç yaşında Edirne’deki yedi yüz öğrencili bir kızlar okulunun müdiresi olmuş ve çok zor savaş koşullarında bu kurumu layıkıyla yönetmeyi başarmış. Sıradan bir kişiliği yok, kültürlü ve zeki bir kadın. Zorluklarla baş etmenin bir yolu da maneviyatı yüksek tutabilmekten geçer. Bunun için de kişide mizah duygusunun gelişmiş olması şarttır. Guéron’daki ince mizah duygusunu hemen her paragrafta fark etmek mümkün. Şehir amansızca bombalanırken ironi yapıp "barış antlaşması gürültüyle mühürlendi" diyebiliyor. Ya da Edirne kenti açlık ve sefalet içinde kıvranırken Fransızların Paris kuşatması esnasında sıçan yahnisi yemiş olmalarını hatırlatıp durumun vahametiyle dalga geçebiliyor. Bendeki mizah duygusuna gelince, asıl kaynağını bilmem elbette mümkün değil. Fakat aile geleneğimizde mizahın ve ironinin önemli bir yer tuttuğunu biliyorum. Ben bunu biraz da doğal bir savunma mekanizması olarak görmekteyim. Zaman içerisinde genlerimize işlemiş olabilir, bilemem…
Sırada ne var? Bu aralar ne üstüne çalışıyorsunuz?
Sırada biraz dinlenmek var herhalde! Şalom Gazetesi’nde periyodik karikatürlerim ve köşe yazılarım sürüyor. Açık Radyo için (şimdilerde artık Apaçık Radyo!) beş yıldan fazla bir süreden beri hazırladığım haftalık karikatür programına devam ediyorum. Schneidertempel Sanat Merkezi’ndeki sergilerin aralıksız düzenlenmesine çalışıyorum, arada yeni kitabımı okurla buluşturma çalışmaları var, daha ne olsun? Fakat illa ki aklımda ne var diye soruyorsanız, hayatımın tam kırk yılını verdiğim kalem ve kırtasiye sektörüne bir göz kırpmak var diyebilirim. Kalem ve kırtasiye hakkında eminim çok şey yazılmıştır, fakat benim de bu konuda biriktirdiğim çok sayıda anı var. Acaba Türkiye’de kalem üretimini konu alan yeni bir grafik romana mı girişsem?
1. Liz Behmoaras, Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi, Remzi Kitabevi, 2005
Berken Döner Kimdir?
1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi, azınlıklar çalışma alanlarıdır.
Güneş seferinde: Ayşegül Dora'ya yakından bakmak 03 Ağustos 2024
Rum toplumunun görkemli yadigarı: Büyükada Yetimhanesi 28 Şubat 2024
Tanzimat, İstibdat ve Meşrutiyet: Mınakyan Kumpanyası 29 Ağustos 2023
Haig Yazdjian: Bütün kişiliğimi udun içine koydum 12 Temmuz 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI