İsveç’te sağ popülizmin yükselişinde femonasyolizmin yeri

Femonasyonalizm kavramı, Batı toplumundaki cinsiyetçilik ve sosyal eşitliksizlik göz ardı edilerek, toplumsal hoşgörüsüzlüğe dayalı amaçlar için feminizmin kısmi ve mezhepsel kullanımına odaklanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Aslı Ceren Aslan

11 Eylül 2022 tarihinde İsveç’te gerçekleşen genel seçimleri sağ partilerin oluşturduğu koalisyon kazandı. Genel seçimlerde en fazla ikinci oyu alan İsveç Demokratları Partisi 1 Ekim günü dört meclis komitesinin başkanlığını aldı. Böylelikle sağ popülist bir parti olan İsveç Demokratları Partisi, İsveç’te ana akım siyasette daha fazla etki sahibi olma yeteneği kazandı.

İsveç Demokratları’ndan milletvekilleri tarafından üstlenilecek görevler arasında parlamentonun adalet, dış ilişkiler, ticari ilişkiler ve işgücü piyasası komitelerine başkanlık yer alıyor. Partinin dört genel başkanlığına ek olarak, meclisin sivil işler, trafik, savunma ve vergi komisyonlarından sorumlu başkan yardımcılarını belirlemesine de izin verildi. Hükümeti kurmak ve bunun için partilerle görüşme yapmakla görevli olan Hıristiyan Demokratların lideri Ulf Kristersson’un partilerle yaptığı görüşmelerin sonuçlarını Meclis Başkanı Andreas Norlen'e sunmak için 12 Ekim'e kadar süresi var.

Yeni hükümetin kurulması ve hükümet başkanının seçilmesinin birkaç haftayı daha alacağı İsveç’te genel seçimlerin ardından sağ popülist bir parti olan İsveç Demokratları’nın yükselişine dair pek çok yorumun ortaklaştığı temel nokta ise Avrupa’da yükselişe geçen sağ popülist partilerden duyulan endişe oldu. Nitekim 25 Eylül’de İtalya’da yapılan genel seçimlerde de aşırı sağ bir parti olan İtalya’nın Kardeşleri’nin iktidara gelmesi bu endişeyi doğruluyor.

Sosyal demokrasiyi, yurttaş haklarını, cinsiyet eşitliğini, sosyal politikaları ve çok kültürlülüğü esas alarak oluşturduğu devlet modellemesiyle bilinen İsveç’te son genel seçimlerde çıkan sonuç her ne kadar şaşırtıcı gözükse de 2015 yılının ardından ülkede yaşanan gelişmelere baktığımızda bu sonucun sebeplerini anlamak o kadar da zor değil.

İSVEÇ SEÇİMLERİNİN SONUCU NEYİ GÖSTERİYOR?

Avrupa’nın mültecilere ördüğü duvarlara karşı mülteci kabulünde daha esnek politikalara sahip olan İsveç, 2015 yılında Suriye, Irak ve Afganistan’dan gelen binlerce mülteciye kapılarını açarak İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından en büyük göç akımını yaşadı. Yaklaşık 163 bin mültecinin kabulünden sonra İsveç toplumunun temel çelişkisinin mülteciler haline gelmesi 11 Eylül 2022 genel seçimlerinde İsveç Demokratları Partisi’nin kazanımıyla somutlaştı. 

Öncesinde İran ve eski Yugoslavya’dan aldığı göçler nedeniyle entegrasyon politikalarına oldukça güvenen İsveç’in 2015 yılındaki bu büyük mülteci kabulünün ardından yaşanan gelişmeler, sadece İsveç Demokratları Partisi’nin göçmen karşıtı söylemleri ile sınırlı kalmadı. Ülkede 2016 yılında mültecilerin kalıcı sığınma hakkına dair politika revize edildi ve ülkeye gelenlere Avrupa Birliği kurallarına göre izin verilen asgari süre olan üç aylık veya üç yıllık geçici izinler verilmesine karar verildi. Geçici oturma izni sona erdiğinde ise kişiler kendi geçimini sağlayabildikleri takdirde süresiz oturum izni alabiliyorlar, böylelikle mülteci statüsüne gerek kalmıyor. Bu kararın alınmasının ardından ülkede mülteci statüsündeki kabullerde oldukça büyük düşüş yaşandı.

Sağcı bloğun oy oranlarındaki artışın bu döneme denk gelmesi ise beklenmedik bir şey değil. Bu dönemde mülteci politikalarındaki sertleşme, İsveç Demokratları Partisi’nin göçmen karşıtı politikalarına yakınlaşma olarak yorumlanıyor. Bu yakınlaşmanın bir diğer sebebi ise entegrasyon politikalarındaki sorunları kabul etmeyen ana akım siyaset ve medya. İsveç toplumu, suç oranlarındaki artış ve bir dizi entegrasyon sorununa mevcut iktidarın önlem alamadığını düşünerek bu sorunları uzun süre boyunca gündeme getiren İsveç Demokratları Partisi’ne oy verdi.

Kısacası bugün sağ popülist bloğun İsveç’te yükselmesinin temelinde İsveç toplumu için temel çelişki haline gelen mülteciler sorunu yatıyor. Seçimlerin ardından yapılan pek çok analizde de kuşkusuz bu yer alıyor. Ancak benim bu yazıda temel olarak ele almak istediğim mesele göçmen karşıtı ırkçı politikaların İsveç’te ve diğer Avrupa ülkelerinde üretildiği temellerden birine dair olacak.

BATI’DA SAĞ POPÜLİZM 'MÜLTECİ' KARŞITI ARGÜMANLARLA GÜÇ KAZANIYOR

Bu konuya gelmeden önce dünyada genel siyasal, ekonomik ve sosyal duruma kısaca bakmakta fayda görüyorum. Küresel bir siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel değişim-dönüşüm sürecinin içerisindeyiz. Bunda hızla gelişen teknolojinin üretim ilişkilerinde yarattığı değişimin önemli bir rolü var. “Endüstri 4.0 Devrimi” olarak adlandırılan sürecin etkileri yaşamın her alanında kendisini gösteriyor. 2008 yılında patlak veren Mortgage Krizi’nin küresel etkisinin hemen ardından COVİD-19 pandemisinin yarattığı ekonomik ve siyasal krizin etkileri bugün her ülkede en yakıcı haliyle hissedilmeye devam ediyor. Geride bıraktığımız 15 yılın çalkantısı artarak devam ederken kapitalist, patriyarkal ve heteroseksist sistemin içerisinde olduğu kriz her ülkede farklı yansımalarla kendini gösteriyor.

Yönetememe krizi, yükselen sağ popülizmin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere etkisi ve savaş, “göç”ü de hayatımızın bir parçası haline getirdi.  Kocaman bir göç sarmalında olan dünyada milyonlarca insan doğup büyüdükleri, yaşamlarını kurdukları yerleri terk edip farklı coğrafyalara doğru zorlu bir yolculuğa çıktı ve dünyadaki son gelişmeler bu zorunlu yolculukların devam edeceğini gösterir nitelikte.

Bütün bu savaşları dışarıdan temkinli bir şekilde ve kendine ördüğü duvarlar içerisinde iç politikada istikrar dış politikada ise kendi çıkarlarını koruyacak siyasetiyle karşılamaya çalışan Batı ise bu zorunlu göçe, kimi zaman duvarlarını esneterek kimi zamansa kapalı tutarak karşılık verdi. Duvarların kapandığı zamanlarda Türkiye gibi üçüncü ülkelere sağlanan maddi yardımlarla tampon bölgeler yaratıldı. Gevşetildiği günlerde ise bugünlerin oldukça popüler konusu olan Batı’da sağ popülizmin yükselişini sebeplendiren mülteci alımına sahip oldu.

Sağ popülizmin kendisini güçlendirdiği politik söylemlerin mültecilerle beraber ülke genelinde artan suç oranları ve devletin ekonomik kaynaklarının büyük bir kısmının mülteciler için harcanmasına dair olduğunu biliyoruz. Bu söylemlere dayanarak göçmen karşıtlığı ile ırkçılığı toplumsallaştırmaya çalışan partilerin gördüğü destekteki artış, Avrupa toplumu için oldukça önemli iki noktaya temas etmeleri ile alakalı: Güven ve istikrar. Ekonomik ve sosyal yaşamdaki güven ve istikrarın kaybolmasından duyulan endişe, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yüzleşildiği düşünülen “ırkçılık”ın göz ardı edilerek sağ popülist partilerin yükselişe geçmesini sağlayan temel etmenler.

IRKÇILIĞIN FEMİNİZMLE MASKELENDİRİLMESİ

Dikkat çekmek istediğim asıl mesele ülkelerde yükselen suç oranlarında kadına yönelik şiddete dair yapılan vurgular ve kadına yönelik şiddetin mültecilerle özdeşleştirilmesi, özellikle sağ popülist oluşumlar tarafından ırkçılığın feminizmle maskelendirilmesi.

2012 yılında İsveç'te Wikileaks'in kurucusu Julian Assange hakkında cinsel saldırı haberlerinin çıkmasının ardından Avrupa Birliği istatistik kurumu Eurostat verilerine göre 2013 ile 2017 yılları arasında Avrupa’da en çok tecavüz vakasının görüldüğü ülkeler arasında İsveç’in bulunduğunun açıklanmasıyla başlayan tartışmalar, sağcı popülist parti ve oluşumlar tarafından ülkede artan mülteci nüfusuna bağlandı. Irak, Afganistan, Suriye gibi ülkelerden gelen erkek mültecilerin, ülke içerisinde kadına yönelik cinsel şiddet oranlarında artışta önemli rol oynadıklarını dile getiren sağ popülist oluşumlar ırkçılığı toplumsallaştırmak için bu argümandan fazlasıyla yararlandılar ve yararlanmaya devam ediyorlar.

İsveç Ulusal Suç Önleme Konseyi’nin yaptığı açıklamaya göre bu sonuç, İsveç’in diğer ülkelere göre cinsel şiddet suçlarını daha yüksek derecede raporlaması ile alakalı. Ayrıca 2005 yılında tecavüz tanımının genişletilmesi de bunda bir faktör olarak görülüyor. İsveç’te 2005 yılından beri iki tarafın da razı olmadığı tüm cinsel ilişkiler ve cinsel şiddet olayları tecavüz kategorisinde sınıflandırılıyor. Kısacası rapordaki İsveç’te cinsel suçlardaki artış, cinsel suçların daha açık bir şekilde tartışılabilirliği, göz yumulmaması ve yaşanan saldırıların tüm açıklığı ile raporlanmasına bağlanıyor.

Bu konuya ilişkin tartışmalar özellikle 11 Ocak 2016 tarihinde İsveç’te yayın yapan liberal Dagens Nyheter gazetesinin yayımladığı bir haber ile patlak verdi. Gazete, 2015 yazında bir İsveç müzik festivalinde mülteci gençler tarafından genç kadınlara yapılan cinsel tacize ilişkin İsveç polisinin raporlarının örtbas edildiğini belirten polis notlarının sızdırılmasına ilişkin haber yayımladı. Haberde, polisin göçmen karşıtı duygulardan kaçınmak için raporları örtbas ettiği ima edilirken sağ popülist oluşumlar bu habere dayanarak ırkçılık odaklı siyasi argümanlarını kuvvetlendirdiler.

Kuşkusuz bu argümanların etkisi güvenlik ve istikrar isteyen ve entegrasyon politikalarından memnun olmayan İsveçliler üzerinde önemli bir etkisi oldu. Diğer yandan birçok İsveçli feminist ise tüm erkeklerin cinsel şiddet tehdidinde bir potansiyel olduklarına dikkat çekerek bu tehdidin mültecilere karşı siyasi bir silah olarak kullanılmasından duydukları rahatsızlığı dile getirdiler.

Time.com’da 19 Ocak 2016 tarihinde konuya ilişkin hazırlanan bir haberde görüş belirten İsveç'in feminist partisi Feminist Girişim'in kurucu üyelerinden Tiina Rosenberg’in sözlerinin bu anlamda oldukça açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Rosenberg, “Cinsel tacizi ırksallaştırmak çok tehlikeli” ifadesini kullanarak, kahverengi kadınları kahverengi erkeklerden kurtarmaya çalışan beyaz ataerkilliğin uzun bir post-kolonyal tarihi olduğuna dikkat çekiyor ve “Bugün göç karşıtı pek çok ırksallaştırılmış konuşma var ve çok dikkatli olmalıyız. Kadınlara yönelik tüm tacizleri konuşmalıyız. İtiraz etmeli ve protesto etmeliyiz, ancak başka bir etnik kökenden gelen insanlar hakkında bizden daha şiddetli oldukları ayrımını yapmamalıyız… çünkü aksi takdirde kendimizi 'Irkçı değilim ama…' diyebileceğimiz bir yerde buluruz” ifadelerini kullanıyor.

HAK VE ÖZGÜRLÜKLER SAVUNUSUYLA ÜRETİLEN IRKÇILIK

Irkçılığı kuvvetlendireceğini düşünerek cinsel şiddetin üzerini kapatmak veya cinsel şiddet tehdidini ırksallaştıran bir siyaset izlemek... İki ayrı uçtaki bu tutumlardan ilki cinsel şiddet ile mücadelenin önünü kapatırken diğeri ise cinsel şiddet ile mücadeleyi ırkçılık için bir malzeme haline getirmek anlamına geliyor. Peki ırkçı olmadığımızı göstermek için cinsel şiddeti gizlemek, cinsel şiddete karşı çıkmak için ırkçı olmak zorunda mıyız? Bu ikisi arasında bir tercih yapmadan kadına yönelik şiddete karşı mücadele vermenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

İsveç’te yaşanan bu tartışmalar, aslında Türkiye’de yaşayanlar için çok da yabancı bir yerde durmuyor. Avrupa’nın mülteci krizinde tampon bölge olarak kullandığı Türkiye’de de son on yıl içerisinde mülteci sayısı milyonlara yaklaştı. Suriye’nin ardından Afganistan’dan Türkiye’ye gelen mülteciler, toplumsal kutuplaştırma siyasetinin günlük yaşamın bir parçası olduğu Türkiye’de sürpriz olmayan bir şekilde ırkçılıkla yüzyüze kaldılar ve kalmaya devam ediyorlar. Cinsel şiddet suçlarına dair mülteciler üzerinden yürütülen siyaset de cinsel şiddeti ırksallaştıran bir şekilde ele alınıyor. Gerek politikacılar gerekse ana akım medya tarafından cinsel şiddet suçunu işleyen kişi, mülteci statüsüne özel vurgularla ele alınıyor. Kadına yönelik şiddetin her hali ile kadın cinayetlerinin oldukça yüksek orana sahip olduğu Türkiye’de üzeri kapatılan ve cezasızlıkla sonuçlandırılan pek çok cinayet ve şiddet olayı varken cinsel şiddet suçlarının ırksallaştırılması bahsettiğimiz konunun en açık örneği olarak karşımızda duruyor.

Türkiye gibi patriyarkal sistemin tüm yansımalarının hayatın içerisinde en somut haliyle yer aldığı bir ülkede, ırkçılığa ilişkin kullanılan argümanlar Avrupa ile farklılıklar taşıyor. Bu konuda erkek egemen dilin yansımaları aktif bir şekilde kullanılıyor, “namus” kavramı üzerinden mültecilere dönük ırkçılık üretiliyor. Dolayısıyla feminizm ve ırkçılık arasında bir bağlantı kurulduğunu söylemek mümkün değil. Tam tersine erkek egemen dilin ırkçılığı üretmek için de kullanıldığını söyleyebiliriz.

İsveç’te ise durumun bundan oldukça farklı olduğunu görüyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını aktif bir şekilde ele alan, konuya dair bir bakanlığı bulunan İsveç’te sağ popülist oluşumların, göçmen karşıtı politikaları toplumsallaştırma girişimlerinde feminizm de bir araç olarak kullanılıyor. En genel çerçevede ifade edecek olursam, toplumsal cinsiyet eşitliğinin İsveç’in bir politikası olduğu ve yaşamsallaştığı, gelen mültecilerin ise buna uyum sağlamakta direnerek ve cinsel şiddet suçlarını üreterek tehlike arz ettiği gibi söylemler sağ popülistlerce sıklıkla kullanılıyor. İçerisinde insani hak ve özgürlükleri barındıran bir kavram üzerinden başka insani hak ve özgürlüklere saldırılması tartışılması daha zor olan bir konuyu önümüze getirmiş oluyor. Yani Türkiye gibi örneklerde her açıdan hak ve özgürlüklere karşı argümanlar karşımıza çıkarken burada hak ve özgürlükler argümanlarıyla bu argümanların tam karşısındaki bir politikanın üretildiğini söyleyebiliriz.

KADIN MÜCADELESİNİN KAZANIMLARI SAĞ POPÜLİZMCE KULLANILIYOR

Kadın mücadelesinin onlarca yıldır verdiği mücadelenin ürettiği politika ve pratiklerden pragmatist bir şekilde yararlanan bu anlayış ile yüzleşmek, kendini maskelediği feminizmin taşıdığı ilericilik nedeniyle oldukça zor. Kadın-erkek eşitsizliği üzerinden iktidar meselesine eğilen, bu konuya ilişkin uzun yıllardır ideolojik, politik ve pratik mücadele veren feminizm üzerinden ırklar arasında iktidar kurma çabası oldukça kompleks bir konu.

Egemenler tarafından yazılan tarih, dünyayı değiştiren ve dönüştüren olayları tek taraflı ele alarak beyaz, erkek ve zengin olmayanları bu tarihe uyum göstermek zorunda olanlar olarak gösterse de durumun öyle olmadığını biliyoruz. Dünü ve bugünüyle değişip dönüşen her şeyin beyaz, erkek ve zengin olmayanların edilgen değil etken konumlarına da bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Kadınlar açısından tarihsel olarak var olma mücadelesinin geride bıraktığımız yüzyıl itibariyle örgütlü bir hal almasıyla toplumsal cinsiyet eşitliğine dair pek çok adım atıldı, bunlar yasal güvence altına alındı. Bu mücadele bugün de tüm hızıyla devam ediyor ve giderek güç kazanıyor. Patriyarkal ve kapitalist sistemin birbiriyle kopmaz bağları, bu güç karşısında varlığını korumak için kendisine yeni rota belirlemek zorunda kalıyor. Bu rota da erkek, beyaz ve zengin olmayanların kazanımlarının kendilerine silah olarak doğrultulmasını içeriyor.

İsveç’te sağ popülistler tarafından ırkçılığın feminizmle maskelendirilmeye çalışılması da bunun örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

IRKÇILIK VE CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE EL ELE YÜRÜMELİ

İsveç seçimleri özelinde değerlendirmeye çalıştığım feminizm ve ırkçılık arasındaki ilişkiye dair bir kavramlaştırma ortaya konulmuş durumda aslında. İlk olarak araştırması Sara R. Farris tarafından önerilen femonasyonalizm kavramlaştırması, bir bütün olarak Batı toplumundaki cinsiyetçiliğin ve gerçek sosyal eşitlik eksikliğinin göz ardı edilerek, toplumsal hoşgörüsüzlüğe dayalı amaçlar için feminist hareketin kısmi ve mezhepsel kullanımına odaklanıyor. Konuyla ilgili yazdığı kitap, Tiina Rosenberg dikkat çektiği kahverengi kadınları kahverengi erkeklerden kurtarmaya çalışan beyaz ataerkilliğe dair vurgular da içeriyor.

Farris kitabında Batı’nın beyaz olmayan kadınlara dönük politikalarına da yer vererek eleştirel bir üslup kullanarak “Batı’nın her zaman eşit olmadığı”nı ortaya koyuyor, entegrasyon programlarında annelik üzerinden kurulan özcü yaklaşımlar ya da göçmen kadınlar için cinsiyetçi iş kollarında alan açılması, ucuz iş gücü olarak görülmeleri gibi durumlara dikkat çekiyor.

Farris’in opendemokracy.net’e verdiği röportajdaki şu cümlenin femonasyonalizme karşı önemli yerde durduğunu düşünüyorum: “Irkçılık ve cinsiyetçiliğe karşı mücadele el ele gitmelidir.” ( 13 Temmuz 2017, “What is ‘femonationalism’?”)

İsveç’te İsveç Demokratları Partisi’nin seçimlerden başarıyla çıkmasının ardından ırkçılık ve cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin birlikte yürütülmesinin Batı açısından ne kadar önemli bir yerde durduğunu bir kez daha görüyoruz. İsveç Seçimleri, beyaz, erkek ve zengin olmayanların verdiği mücadelenin birlikteliğinin önemini bir kez daha bize sunarken kesişimsel aktivizm tartışmasının küresel bağlamda ele alınmasının elzem olduğunu gösteriyor.