YAZARLAR

'İşte sayın seyirciler, katil bıçağı tam burada sapladı'

Bir sorunun medyada yer alması onun gerçek boyutlarıyla kamuoyuna yansıdığı anlamına gelmiyor. Raiting kaygılarıyla öyküleştirilmiş, tamamen “seyirlik” amaçlanarak yeniden kurgulanmış bir üründür medyada yer alan. Dolayısıyla aslında beklenti yaratan, bunları karşılamayan, böylece hak arayanı da bir kez daha mağdur eden bir süreçtir yaşanan.

Çocukken birilerine kızdığımda, “ilerde ünlü bir yazar olup hepinizi yazacağım” derdim. Bir tür dillere düşürme tehdidiymiş çocuk aklımla. Ama medyanın bir hak arama mercii olduğunu da o zamanlardan kavramışım. Ki yıllar sonra TRT için sokak röportajları yaparken, “film festivali için ne düşünüyorsunuz” soruma “sen onu boşver emeklilerin dertlerini anlat asıl” benzeri yanıtlar aldığım da oldu.

Medya hak arama mücadelesinde ilk başvuru mercilerinden biri ve belki de en çok önemseneni. Kişisel çatışmalardan devlet ve toplumun kurum ve kurallarıyla yaşanabilecek çatışmalara kadar herhangi bir konuda haksızlığa uğrayan herkesin başvurduğu/başvurmak istediği kurumların başında geliyor. Sorunun medyada dillendirilmesinin görünür olmak, yaygınlık kazanmak, taraftar toplamak ya da  meşrulaşmak gibi sonuçları, haksızlığa uğrayan ve adalet arayanlara kolaylık, hız ve yaygınlık kazandırıyor gibi görünüyor. Polis, mahkeme gibi yasal başvuru mercilerinin sorun ve sorumlular arasında ayrım yaptığına dair yaygın kanı, yargılama süreçlerinin uzun sürmesi ve her zaman adil bir sonuca ulaşmaması gibi nedenlerle, medya hak arayanların yan yolu, çözüme ulaştıracak  kısa yol olarak algılanıyor.

Sorunları yansıtmanın, çözüm önerilerini tartışmanın medyanın başat işlevi/misyonu olduğu yolundaki yaygın kanıyı bizzat medyanın kendisi yaratıyor ve pekiştiriyor; köşe yazarlarının bir kısmı halkın dertlerine tercüman olduğunu söyleyip köşelerinden parmak sallarken, televizyon programlarından bazı  köşe yazarlarına kadar pek çok medya  erbabı da vatandaşın yerine onun sorunlarını çözmek için kolları sıvar.  Bir zamanlar küçük kirli imalathanelerin korkulu rüyası Uğur Dündar’dan son zamanlarda polisten çok dedektifçilik oynayan, savcıyı ve yargıcı da aynı anda kişiliğinde bütünleştiren Müge Anlı’ya kadar, hepsi aynı misyonun farklı bir yanını temsil eder görünüyor.

Onların bunu neden yaptıklarını az çok biliriz; ekmek parası, raiting, ego, ün, şan şöhret... Paradan kişisel tatmine uzanan geniş bir sebepler yelpazesinde şıklardan biri ya da hepsi medya mensupları için başlangıç noktası olabilir. Öte yandan izleyicilerin,  acı çeken insanların hikayelerine neden bu kadar  ilgi gösterdikleri, neden bu yazıları okudukları ya da neden bu programların izledikleri yolundaki  teoriler de çeşitli;  kaynağını Aristo’nun antik tiyatro üzerine tezlerinden alan bir görüş, insanların başkalarının acılarını izleyerek kendi acılarından arındıklarını, dolayısıyla kötü haberleri, acı çekenleri izleyenlerin, bu insanlarla empati kurarak kendini onların yerine koyduğunu, onların sorunları çözülürken de  bir arınma yaşandığını, bunun da rahatlatıcı bir şey olduğunu söyler. Bir başka görüş ise,  izleyenin ekrandaki ya da sayfalardaki acıları izlerken/okurken kendini unuttuğunu dolayısıyla  medyanın diline düşenlerden daha iyi durumda olduğunu varsayıp, kendi koşullarını olumladığını, onayladığını ve bu yolla rahatladığını ileri sürer.  

HAYATIMIZIN MEDYA ÜZERİNDEN ŞEKİLLENMESİ 

Hakkını arayanların medyaya başvurması, medyanın bazı sorunları günlerce dillendirmesi, sonra yeni bir sorun gündeme geldiğinde, bir öncekinin hiç yaşanmamış gibi  unutulması, “şok”, “flaş”, “son dakika” “en sıcak haber” gibi anonslarla sunulan konuların aslında haber değerinin olmayışının tartışma konusu bile yapılmayışı, sosyal ve kültürel yapıların giderek medya dolayımından geçerek şekillendiğine işaret ediyor.  Hayatımız giderek artan ölçülerde “medyatize” oluyor. İnsanın bedensel ve ruhsal bütünlüğü medya ile bütünleşerek genişliyor. Yani sadece iletişim araçları değil aynı zamanda iletişimin anlamı da genişliyor ve değişiyor.

Daha da önemlisi, medya gündelik yaşantımızda daha çok yer ediniyor ve dünya hakkındaki bilgimizin inşa süreçleri ve anlamlandırmaları da medya üzerinden tarif edilir hale geliyor.

Medya gündelik yaşamı önce dramalar, diziler ve öyküler yoluyla kendi alanına taşıdı.  Gündelik yaşamı önce diziler/öyküler yoluyla medyatikleştirdi. Gündelik yaşamın sosyal ve kültürel formları üzerine yeni kodlar, medya üzerinden inşa edilmeye başlandı. İnsanlar dizi kahramanlarına ağladılar, katarsis/arınma teorisinin işaret ettiği üzere, onlarla ağlarken kendi sorunlarından, dertlerinden arındılar. Ancak bu tür bir arınma, tüketim toplumu öncesi sosyal yapılarda, rıza/kabullenme/şükretme mekanızmaları için yeterli iken, raiting mücadelesini  tüketim toplumu kalıpları üzerinden yürüten bir medya sistemi için yetersiz kaldı.

Gündelik yaşamın dramatizasyonu bir yerden sonra beklenen etkiyi yapmayınca, medya yeni bir tür yarattı: haberlerin dramatizasyonu. Önce bulvar gazetelerindeki üçüncü sayfa haberleri öyküleştirildi: “A., B. ile içki masasında sohbet ederken gözü göğüslerine takıldı” diye başlayan, B.'nin  vücut hatları üzerine uzun tariflerin yer aldığı üçüncü sayfa haberleri, satış rakamlarının artması için bir yol olarak denendi. Şimdilerde  ise hemen tüm televizyon haberleri, muhabir sanki o anda oradaymış da olayın tüm oluş aşamalarına şahit olmuş gibi aktarılmaya başlandı. Şu sıralar televizyonlarda, olay yeri anonslarında bu tarza çok sık rastlıyoruz: “İşte sayın seyirciler, katil,  kurbanın kafasını tam burada kesti...”

Medyanın, gündelik yaşama son müdahalesi, gündelik yaşamı doğrudan ekranlara taşıyarak gerçekleşti. Kuşkusuz bu yapımların da bir tür kurgu olduğu söylenebilir. Ancak, gelin kaynana programları, bir ölçüde evlilik programları, “yemekteyiz” türü yapımlar medyanın gündelik yaşamı medyatize etme çabalarının olabildiğince başarılı örnekleri olarak görülebilir. Hem raiting alan, hem olabildiğince sahici, hem az masraflı...

Neil Postman’a göre  televizyonun eğlendirici bir araç olduğunu söylemek yeni ve akademik bir araştırmanın konusu olacak kadar önemli bir sorunsal değildir. Postman  sorunun “televizyonun bize eğlendirici temalar sunması değil, bütün temaların eğlence olarak sunulması” olduğunu söyler.

Buradaki eğlenceyi,  bir tür oyalanma, vakit geçirme, “eylenme” olarak ele alırsak,medyanın her türlü hak arama girişimini de nasıl raiting malzemesine dönüştürdüğünü görebiliriz.  Münevver Karabulut cinayeti, uzun süre Karabulut ailesinin hak arama mücadelesi olarak ekranlara ve gazete sayfalarına yansıdı. Katilin zengin ve erkek, kurbanın fakir ve genç bir kadın oluşu, eşine az rastlanır bir vahşetin yaşanmış olması, cinsiyet ilişkilerinden güç ilişkilerine, sapmalardan şehir hayatının tehlikelerine kadar kullanıma açık çok fazla katman içeriyordu. Dolayısıyla yaklaşık bir yıl kadar “seyredenleri” eyledi. 

Seyir, medyatize edilerek bize sunulan sorunun aslında nasıl içinin boşaltıldığını anlatan temel kavram. Richard  Sennet, seyredenin seyrettiği şeye nasıl yabancılaştığını şöyle anlatır: “açılmış bir yerde acı çekenlere yönelik büyük bir ilgi, seyredilecek ilginç bir şey olduğu içindi çoğunlukla. Bir tapınak alanına adım atıldığı anda acı birdenbire, bakan kişiye bir merhamet yükümlülüğü yükleyiverirdi. Acı ancak kutsal alanda gerçek hale gelirdi.”

Medya gerçek bir hak arama mecraı mıdır? Bu soruya bir kaç nedenden dolayı “hayır” yanıtını verebiliriz. Öncelikle, güç ilişkileri içinde yeri olmayan, yaygın ve genel olmayan, genel kabul görmeyen sorunların yaygın medyada yer alabilmesi olasılığı neredeyse yok. Bir sorunun medyada yer alması onun gerçek boyutlarıyla kamuoyuna yansıdığı anlamına gelmiyor. Raiting/tiraj kaygılarıyla öyküleştirilmiş, abartılmış ya da çarpıtılmış, içeriği boşaltılmış tamamen “seyirlik” amaçlanarak yeniden kurgulanmış bir üründür medyada yer alan. Dolayısıyla aslında beklenti yaratan,  bunları karşılamayan, böylece hak arayanı da bir kez daha mağdur eden bir süreçtir yaşanan.