İstanbul’un yeraltı dünyasından cinayet destanları

Akademisyen Nurçin İleri’yle İstanbul’u bir suç sahnesi olarak inceleyen araştırması 'İstanbul’un Yeraltı Dünyası: Bıçakçı Petri ve Cinayet Destanları'nı konuştuk.

19. yüzyıldaki suçluların fotoğrafları
Google Haberlere Abone ol

Özgür Duygu Durgun

DUVAR - Bir ağustos gecesi, çıkmaz bir sokakta kıstırılıp öldürüldüğünde 24-25 yaşlarındaydı Kefalonyalı Petri. 13 yaşından bu yana durmaksızın işlediği cinayetlerle bu hazin sonu hak etmişti belki de. Kefalonya'dan İstanbul'a maceralı hayat yolculuğunda azılı bir suçluya dönüşen Petri, fiziki güzelliği ve tüm çekiciliğine rağmen, eli bıçaklı Galata Canavarı olarak bilinen azılı katilden başkası değildi. Yanından hiç ayırmadığı bıçağıyla işlediği seri cinayetler İstanbul sokaklarında kulaktan kulağa anlatılan Petri, 19. yüzyıl sonu İstanbul’unda cinayet destanlarının bir numaralı kahramanıydı.

Almanya’da Forum Transregionale Studien ve Humbolt Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulunan akademisyen Nurçin İleri, İstanbul’u bir suç sahnesi olarak inceleyen araştırmasında dönemin “cinayet destanları”nı mercek altına alıyor. Kent ve insan, üretim ve tüketim ilişkileri, 19.yy sonu-20. yy başı İstanbul, suç dünyası ve mekânsal dönüşümler üzerine ve araştırmaları olan Nurçin İleri’nin ‘Kampfplatz dergisinde yayınlanan “İstanbul’un Yeraltı Dünyası: Bıçakçı Petri ve Cinayet Destanları” makalesinin yanı sıra çeşitli akademik yayınlarda yayımlanmış “19. Yüzyıl Sonu İstanbul’da Sarhoş Polis Hikayeleri”, “Geç Dönem Osmanlı İstanbul’unda Kent ve Sokak Işıkları”, “Kent, Gece ve Kadınlar” başlıklı çalışmaları bulunuyor.

2015 yılında Binghamton Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezinde, “geç Osmanlı dönemi İstanbul’unda gece ve suç ilişkisi, kamusal eğlence ve aktivitelerin denetimi” temalarını inceleyen İleri'nin cinayet destanları konulu makalesi, Bıçakçı Petri gibi, 19. yüzyıl İstanbul'undan seri katil tiplemelerini karşımıza çıkarıyor.

KOÇU’NUN İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ ÖNEMLİ BİR KAYNAK

Tarihi konularda yazdığı fıkra, roman, hikâye ve araştırmalarıyla bilinse de, adı en önemli eseri olan 'İstanbul Ansiklopedisi'yle anılan Reşad Ekrem Koçu’nun yaklaşık bir asır kadar önce üzerine kalem oynattığı cinayet destanları, Koçu’nun iddia ettiğine göre, 19. yüzyılın ikinci yarısında zirveye ulaşmış. Koçu bunun nedenini, dönemin gazetelerinin haber verme boşluğunu doldurmak olarak açıklıyor. İstanbul’un ilk özel gazetesi Tercüman-ı Ahval, 1860’lı yıllardan itibaren okuyucunun ilgisini uyandırmak için suç vakalarına sayfalarında yer vermeye başlıyor ancak devlet yönetimi, suçun basın yoluyla artan görünürlüğünden rahatsız olarak bunu engellemek için önlemler almakta gecikmiyor. Devlet denetiminin artmasıyla oluşan haber boşluğunu ise tıpkı günümüzün sosyal medyası gibi, kulaktan kulağa yayılan cinayet destanları dolduruyor.

Nurçin İleri ile Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’un yeraltı dünyası ve cinayet destanları üzerine konuştuk.

Nurçin İleri, Almanya’da Forum Transregionale Studien ve Humbolt Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulunuyor.

Çalışmalarınızın önemli bir bölümü kent, suç dünyası ve gece üzerine. Suç, güvenlik ve gece gibi başlıklar öne çıkıyor. Bu konular ilgi alanınıza nasıl girdi?

Birçok dünya başkentinde olduğu gibi 19. yüzyılda İstanbul’da da yoğun bir nüfus artışı yaşanıyor. Örneğin kent nüfusu 1844’te 350 binlerde iken, 1880’lerde 870 bin civarına çıkıyor. Yüzyıl sonunda ise yaklaşık bir milyona ulaşıyor.

Nüfus artışının sebebi, bir yandan yüzyıl boyunca süregiden savaşlarda toprak kayıplarından kaynaklı göçler, diğer yandan İstanbul’un iş bulmak, çalışmak isteyenler için bir çekim merkezi olması. Ayrıca savaş dönemleri ve ardında bıraktığı hasar, Batılı devletlerle yapılan ticaret anlaşmaları, Osmanlı’yı dünya ekonomisine daha da bağımlı hale getiriyor. Birçok dönüşümün aynı anda yaşandığı kent mekânında toplumsal eşitsizlikler de çok daha görünür hale geliyor. Farklı toplumsal sınıflar arasındaki gerilimler, Osmanlı yönetici elit ve üst-orta sınıf kent sakinleri arasında güvenlik kaygılarını da tetikliyor.

Güvenlik güçlerinin ıslahı, sokakların düzenli bir biçimde ışıklandırılma çabası, kahvehane ve meyhane gibi sosyalleşme mekânlarının belirli saatlerde kapatılması, kamuya açık alanlarda kadınların görünürlüğünün denetlenmesi gibi düzenlemeler de devlet nezdinde suç unsuru oluşturabilecek eylemlerin engellenmesi veya kontrol altına alınmasını hedefliyor. Bu, gündüzleri suç işlenmediği anlamına gelmiyor elbette ama kamu güvenliğini veya genel ahlâkı tehdit eden fiillerin, gecenin karanlığından istifade edilerek gerçekleştiğine dair yaygın bir kanı var. Bu da gece sosyalleşmesine dair yeni disiplin teknolojilerini ve denetleyici düzenlemeleri beraberinde getiriyor.

Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora yaparken sadece Osmanlı ve Türkiye tarihi değil, Orta Doğu ve Avrupa tarihi üzerine, özellikle tarih yazımı üzerine bolca okuma fırsatımız oldu. Aldığım dersler vesilesiyle karşıma çıkan Joachim Schlör’den 'Nights in the Big City', Wolfgang Schievelbusch’tan 'Disenchanted Night' veya Bryan D. Palmer’dan 'Cultures of Darkness' kitaplarından oldukça etkilenmiştim. 2005-2006 yıllarından bahsediyorum. Bu kitapların ortak noktası, farklı tarihsel süreçlerde gecenin farklı toplumsal gruplar tarafından nasıl deneyimlendiği ve özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren endüstriyel kapitalizmin geceye dair zamansal ve mekânsal algıyı nasıl dönüştürdüğü üzerineydi.

19. yüzyıl, İstanbul’da da benzer dönüşümlerin görüldüğü, idari, hukuki ve altyapısal düzenlemelerin gündelik hayatı ve kentin doğal ve yapılı çevresini hızla değiştirdiği bir dönem. Hiç şüphesiz bu süreçte kent sakinlerinin geceyi deneyimleme ve algılama biçimleri de dönüşüyor. İstanbul gecelerinin farklı öznelerinin peşine düşerek bu dönüşümü anlamaya çalıştım.

Bıçakçı Petri ve Hırvat sevgilisi Kavas Nikola

'EFSANE' SERİ KATİL BIÇAKÇI PETRİ

Kriminal vakalara olan ilginin 1880'ler sonrası artmış olduğunu belirtiyorsunuz. Dönemin politik ve toplumsal bağlamları ile bu saptamanız arasında nasıl bir ilişki var?

1880’lerde matbuat teknolojisinin gelişimiyle birlikte bilginin dolaşımı artıyor. Fotoğraf kullanımıyla, parmak izi tespitiyle, adli tıbbın yardımıyla suçu denetlemek ve tespit etmek kolaylaşıyor. Bunların günlük dergi ve gazetelerde ayrıntılı bir biçimde yer almasının kriminal vakalara ilgiyi tetiklediğini düşünüyorum. Bu dönüşümün arifesinde, 1866 ve 1880 yılları arasında en az 14 cinayet işlediği ileri sürülen bir seri katilin, Bıçakçı Petri’nin hikâyesine, inceleyebildiğim kadarıyla dönemin basınında veya arşiv kaynaklarında rastlayamıyoruz.

Cinayetlerin çoğunu bıçakla işlediğinden ve Galata meyhaneleri ile genelevlerinde vakit geçirdiğinden kendisine “Bıçakçı Petri” veya “Galata Canavarı” lakapları uygun görülmüş.

Petri’nin yaşadığı dönemde Matbuat Nizamnamesi (1864) gereği siyasi haberler denetleniyor, yönetici elit veya iktidarın herhangi bir hizmetini eleştiren yayınlar kapatılıyordu. Siyasi haberlerin yanı sıra insanları korkuya ve heyecana sevk eden haberler de sansüre takılıyordu. Dolayısıyla suç haberleri dönemin dergi ve gazetelerinde çok kısıtlı bir şekilde yer aldı. Petri’nin hikâyesi de muhtemelen bu sebeple gazetelere yansımamış olmalı. Ama kulaktan kulağa sözlü olarak şarkılarla, hikâyelerle, sokak ve meyhane köşelerinde efsaneleşmiş. Reşat Ekrem Koçu gibi daha sonraki kuşaklar tarafından da yazılı olarak aktarıldı.

19. yüzyılın son çeyreğinde ise basında yer alan suç haberlerinin oldukça ayrıntılı bir şekilde aktarıldığına, zaman zaman bu haberlerin fotoğraflar eşliğinde sunulduğuna şahit oluyoruz. Özellikle II. Abdülhamid döneminde birçok haberin sansüre uğradığını düşünürsek, bu suç haberlerine gazete sütunlarında yer verilmesi manidar. Bu suç anlatıları suçun yoğunlaştığı bölgeleri göstererek siyasi iktidarın suçu mekânsal olarak haritalandırmasını sağlıyor, güvenlik eksenli düzenlemeleri ve toplumsal denetimi bu bölgelerde yoğunlaştırması için bir meşruiyet zemini oluşturuyor. Bu haberler, çoğu zaman suçlunun yakalandığı bilgisini de paylaşarak “asayiş berkemal” mesajı veriyor. Suça ve suçluya dair bilgi akışının görünür olduğu böyle bir dönemde, kent sakinlerinin kentle kurduğu ilişki de dönüşüyor.

Bıçakçı Petri’den söz açılmışken, bu sohbetin de çıkış noktası “İstanbul'un Yeraltı Dünyası ve Bıçakçı Petri” başlıklı makalenizde anlatılan 19. yy. sonu İstanbul'unda cinayet destanları... Biraz anlatır mısınız, nedir bu cinayet destanları?

Osmanlı anlatı kültüründe destanlar, hem çeşitlilik hem de içerik zenginliği açısından oldukça değerli kaynaklar. Depremler, salgınlar, yangınlar, savaşlar, intiharlar gibi toplumsal hafızada yer eden olaylara dair ayrıntılı bilgi sunuyorlar. Kentlerdeki kamusal mekânları, ulaşım araçlarını konu alan destanlar bile mevcut. İstanbul’a dair destanlar da kentin toplumsal ve kültürel hayatına dair canlı bir resim sunuyor. Cinayet destanları da bu destanlara örnek gösterilebilir.

Cinayet destanları, gecenin toplumsal ve mekânsal organizasyonu üzerine çalışırken, “İnsanlar neden korkuyorlardı, yüzyıl dönümünde kent hayatına dair korku veya kaygı iklimini belirleyen şeyler nelerdi?” diye araştırırken karşıma çıkmıştı.

Suç edebiyatının ortaya çıkışı ve gelişimine etkisi açısından bu destanlar nasıl bir yere konulabilir?

Cinayet destanları, elbette suç edebiyatının bir parçası olarak değerlendirilebilir ancak polisiye edebiyata giriş niteliğinde veya onun bir parçası olduğunu söylemek yanlış olur. Zira polisiye metinler bir gizem üzerine inşa edilen ve merak öğesini sürekli canlı tutması gereken kurgu metinlerdir. Cinayet destanlarında ise katil ve maktul baştan bellidir, genellikle sipariş üzerine, gerçekleşmiş olayların şiirsel bir dille kayda geçirilmesidir.

‘CİNAYET DESTANLARI HABER BOŞLUĞUNU DOLDURUYOR’

Nasıl ortaya çıkıyor bu destanlar, sözlü olarak mı?

Reşat Ekrem Koçu’nun aktardığına göre, cinayet gerçekleştikten sonra olay mahallinde bulunan, cinayete şahit olan kişi, destanı yazacak olan âşığa olayı ayrıntıları ile anlatırmış. Destan genelde maktulün, bazen de katilin ağzından yazılır, maktulün yakınlarının özellikle annesinin ağzından aktarıldığı da olurmuş. Hikâye, katilin ağzından aktarıldığı takdirde, bu cinayetin istemeden gerçekleşmiş olduğuna vurgu yapılırmış.

Agah Efendi ve Şinasi tarafından çıkarılan İstanbul’un ilk özel gazetesi Tercüman-ı Ahval, 1860’lı yıllardan itibaren okuyucunun ilgisini uyandırmak için sayfalarında suç vakalarına yer vermeye başlamış ancak hükümet, suçun bu sayfalarda artan görünürlüğünden rahatsız olarak bunu engellemek için çeşitli önlemler almış. Daha sonra bu tarz haberler gazetelerde “vukuat-ı zabıta” başlığı altında kısaca duyurulmaya başlanmış. Koçu, suç haberlerine dair bu kısıtlamalarla oluşan boşluğun cinayet destanlarıyla giderildiğini belirtir.

Tanınan isimler var mı bu âşıklar arasında?

Koçu, öne çıkan cinayet destanı âşıkları arasında da Üsküdarlı Vasıf Hoca (Vasıf Hiç), Üsküdarlı Aşık Razi ve Destancı Behçet’in isimlerini zikrediyor.

Peki, dönemin sosyal yapısında nasıl bir karşılık buluyor bu anlatılar? Kimlere hitap ediyor?

Yazarların çoğu zanaatkâr veya işçi, neredeyse yüzde 70’i tulumbacıymış. Bu nedenle destanların çoğu, tulumbacıların işlettiği semai kahvehanelerinde yazılır ve okunurmuş. Genelde biner kopya olarak basılan bu destanlar, Galata Köprüsü, Yeni Cami arkaları, Mahmutpaşa Yokuşu, Kapalıçarşı, Tophane veya Beyoğlu’ndaki meyhane çevrelerinde genç çocuklar tarafından satılır ve hemen tükenirmiş.

İlginç olan, bu destanların aynı zamanda kamusal alanlarda okunarak bir performansa dönüşmesi. Koçu bize bu destanlar okunurken dinleyicilerin kimi zaman bağırdığını, ağladığını, küfrettiğini aktarıyor.

Pera'da eğlence hayatı

Güzelliği ile namlı Nefer Arif adlı bir erkek, 1889’da Tophane’de sevgilisi İsmail Hakkı tarafından öldürülüyor. Katil, sevgilisini öldürdüğünü itiraf ediyor ve bu cinayet kulaktan kulağa yayılıyor. Erkekler arası cinselliğin tabu olduğu bir dönemde bu tür hikâyeleri toplumsal ve ahlaki değerleri açısından nereye oturtabiliriz?

Cinayet destanlarına odaklanmamın sebebi, İstanbul kent hayatına ve dönemin eğlence ve kültür pratiklerine dair fikir vermeleriydi. Bu destanlarda, iki erkek arasındaki tutkulu, kimi zaman da karşılıksız aşkın, popüler bir edebi türün konusu olabildiğini gördüm. Ancak bu dönemde, hem tıbbi çalışmalarda hem de gündelik hayatta heteroseksüelliğin norm olarak kabul edilmeye başlandığı ve diğer ilişki biçimlerinin tedavi edilmesi gereken bir sapkınlık olarak tanımlandığını görüyoruz.

Osmanlı toplumunda erkekler veya kadınlar arası ilişkinin tamamen hoşgörü ile karşılandığını, herhangi bir baskı olmadan yaşandığını da iddia etmek yanlış olur. Erken modern dönem Osmanlı tarihi çalışmaları eşcinsel ilişkilerde de hiyerarşilerin çok belirleyici olduğunu, daha karmaşık ilişkiler ağının söz konusu olduğunu gösteriyor.

'FOTOĞRAF TEKNOLOJİSİYLE SUÇ HABERLERİ DE DEĞİŞİYOR'

Türkiye’de bazı dönemlerde medyada kamuoyunda nam salmış suçlulara adeta kahraman muamelesi yapıldığını görmek mümkün. Basın arşivlerinde çalışan bir araştırmacı olarak bu eğilimi nasıl yorumlarsınız? 

Basın dünyası açısından bir haberin sansasyonelliği her dönem için önemli şüphesiz. Fakat fotoğraf, parmak izi gibi suçu ve suçluyu kayıt altına alma veya adli tıp gibi suçu bilimsel kanıtlarla tespit etmeye dair çalışmaların gelişmeye başladığı daha eski dönemlerde, yani 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte durum biraz daha farklı. Bu dönem, fotoğrafların dergilerde yeni yeni kullanılmaya başlandığı bir dönem. Servet-i Fünun ve Malumat gibi dergilerde, metinlerin içeriği ile alakalı olmayan birçok fotoğrafın yer aldığını görürsünüz. Mühim olan fotoğrafın görsel gücünü kullanarak okuyucunun ilgisini cezbetmek.

Bu konuda Ahmet Ersoy’un Osmanlı basınında yer alan fotoğraflara dair kapsamlı çalışmalarına bakılabilir. Daha çok işin uzmanlarına hitap eden Polis Mecmuası gibi dergilerde suçluların farklı açılardan çekilmiş portre fotoğraflarına rastlıyoruz. Bu fotoğrafların altında bazen kısaca suçluya veya işlenen suça dair kısa bilgi verilebiliyor. Sadece suçlu fotoğrafları değil, suçun mağduru olan kişilerin fotoğrafları ya da olay mahalli fotoğraflarına rastlamak mümkün. Suçun nasıl işlendiğine, suçluya ve kurbanına dair bu haberlerden ayrıntılı bilgi edinebiliyoruz. Ama burada söz konusu olan suçlunun kahramanlaştırılmasından ziyade, yeni fotoğraf teknolojisiyle sansasyonel, merak uyandırıcı bir suç hikâyesinin bir arada verilmesi.

Popüler tarih yazımının tarih algımıza olan etkisi üzerine neler düşünüyorsunuz? Bir araştırmacı olarak sizi besliyor mu?

Popüler tarih yazımını, daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşma potansiyeli taşıdığı için önemli buluyorum. Hatta genel olarak yazılı metin dışına çıkan dizi, film, belgesel gibi popüler tarih anlatıları için de bunu söyleyebilirim. Ancak her popüler tarih yazımının resmi ideolojinin dışında olduğunu söylemek mümkün değil. Özellikle Türkiye’de popüler tarih anlatıları, güncel iktidarın niyetleri ile çok iç içe ve bu anlatılar bir nevi propaganda işlevi görüyor. Ama bunun dışına çıkmak elbette mümkün.

Örneğin birkaç yıl önce, bir grup tarihçi olarak 'Tarihçilerden Başka Bir Hikâye' adı bir kitap yayınlamıştık. Kitapta yer alan birçok hikâye gündelik hayatın akışı içerisinde var olmaya çalışan, hiç de sıradan olmayan sıradan insanların hikâyesiydi. Kendi çalışmalarımız da ya kıyıda köşede kalmış karakterlerden ya da olaylardan oluşuyordu. Bazı hikâyelerin olay örgüsü belgelerin bize sunduğu imkânlar doğrultusunda ilerlerken, bazı öykülerde sadece bir belgenin sunduğu verinin yönlendirdiği hayal gücü devreye girmişti. Tarihteki payları çok geç teslim edilmiş olan kadınlar, köleler, çocuklar, köylüler, mecnunlar ve mahpuslar gibi tarihsel aktörlerin hikâyelerine odaklanmıştık. Bizim için oldukça verimli bir kolektif çalışmaydı diyebilirim.

Kent tarihi üzerine çalışırken belirli bir metodoloji izliyor musunuz? İzlenecek yöntem, araştırmanın kendi seyrinde mi ortaya çıkıyor, yoksa en baştan belirlenmiş bir yol haritasıyla mı hareket ediyorsunuz?

Bir araştırmacı olarak benim için baştan belirlenmiş bir yol söz konusu değil, izleyeceğim yol seyir halindeyken ortaya çıkıyor. Elbette başlangıçta aklınızda bazı sorular oluyor ama aslında karşınıza çıkan kaynaklar yolunuzu belirliyor.

Bugün daha çok kent ve suç ilişkisi üzerine konuştuk ama güncel çalışma konum, geç Osmanlı döneminden erken Cumhuriyet’e İstanbul’da elektriğin toplumsal tarihi. Elektrik teknolojisinin ve altyapısının “kentin doğal ve yapılı çevresini nasıl dönüştürdüğü; devlet otoriteleri, yabancı şirketler, şehir yönetimi, uzmanlar, işçiler ve tüketiciler arasında ne tür çatışma/uzlaşma alanları ve hiyerarşiler ürettiği” soruları aklımda olan temel sorular. Böyle bir çalışma da ister istemez, kent tarihi çatısı altında teknoloji tarihi, çevre tarihi, duygular tarihi, materyal kültür çalışmaları iç içe geçmiş durumda.