YAZARLAR

İstanbul’da telaş ve neşe

Kar, bu kente her zaman garip bir telaş ve çocuksu bir neşe getirir. Bu 1920’lerde de böyleydi, 50’lerde de… Ahmet Rasim’den Orhan Pamuk ve Selim İleri’ye edebiyatın çocukluk notlarında da hep bunun izi vardır

‘Boğazın buz tuttuğu zamanlardaki gibi bir kar-kış geliyor’ demişlerdi. İki gündür kar yağıyor ama Boğaz buz tutar mı bilmem. Anladığım kadarıyla bunun için önce Tuna’nın donması sonra oradan çözülen buzların İstanbul’a ulaşması gerekiyor. Cengiz Kahraman’ın ‘İstanbul Kış Günlüğü 1929 ve 1954’ adlı kitabında böyle yazıyor.

Bu konu İstanbul’un en güzel kış efsanelerinden birisidir. Boğazın tamamen buz tuttuğu hatta iki yakası arasında insanların ve vasıtaların buz üstünden gittiği rivayet olunur. Cengiz Kahraman’ın kitabın girişinde yazdıklarından anlıyoruz ki bu kadarı ‘tevatür’. Ama Boğaz’da buz kütlelerinin yüzdüğü doğru.

İstanbul Kış Günlüğü, kentin Cumhuriyet döneminde yaşadığı en büyük iki kışı ve eski zamanlarda bu kentte yaşanan kışların içerdiği o garip neşe ve tedirginliği çok güzel fotoğraflarla anlatıyor. Dönemin foto muhabirlerinin çektiği müthiş fotoğraflara, karla birlikte kenti saran eğlence halini aktaran pek çok hatıra fotoğrafı da eşlik ediyor. Cengiz Kahraman’dan öğreniyoruz ki o sene kayıklara binip boğazdaki buz kütleleri üstünde fotoğraf çektirmek isteyenler için kıyıda bekleyen şipşakçılar türemiş. Bugün kış neşesinin matrak hatıralarını onlara borçluyuz.

Kışla ilgili bu tür abartılı hatıraları mutlulukla yaşatıyoruz. Murat Yetkin’le konuşurken bir Ankaralı olarak biz İstanbulluların bu kış telaşımızı biraz istihza ile karşıladı ve Nezih Demirkent’e atfedilen şu ünlü sözü hatırlattı: “İstanbul’a kar yağmadan, Türkiye’ye kış gelmez”. Esasen tamamen İstanbul merkezli basın geleneğimizi eleştiren bu söz, bu şehirde kar ve kışın ne kadar büyük yaşandığını da anlatır biraz. Kar yağmadan önce herkes o kadar gerilir ki en küçük ihtimal söz konusu olduğunda bile belediyenin kar küreme araçları köşe başlarında yerini alır. Maazallah faka basıp sokakların kar ve buzla kaplandığı bir iki günün hesabını verememiş belediye başkanlarından gelen bir alışkanlıktır bu. Okullar hemen tatil olur. Sokaklar boşalır, hatta kimse arabasını çıkartmadığından trafik rahatlar. Herkes içten içe karın o huzur veren beyaz örtüsünün bütün kenti kaplamasını diler. Olmayacağını, olsa da o örtünün en çok bir iki gün hüküm süreceğini bilsek de böyledir. Duyulan neşe ve heyecandan duyulan küçücük mahcubiyet ise ‘Allah dışarıda kalanların yardımcısı olsun’ duasıyla geçiştirilir….

Tabii ki İstanbul’un bu garip halini yine en iyi Orhan Pamuk anlatır. "İstanbul Hatıralar ve Şehir" kitabında çocukluğunun kışları için şunları yazmış Pamuk: “Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekerek beklemeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha güzel gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta felaket havasını kastediyorum. Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına rağmen, kar her sefer İstanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız yakalar; yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehrin insanları dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle iyice içlerine kapandıkları için karlı kış günlerinde İstanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.”

Malum dünyamız ısınıyor. Bir önceki yüzyılda kışlar çok daha uzun sürer, kar daha fazla yağarmış. Hangi karın tutacağını yağışından anlayan eski insanlar için, karın da türleri var. Ahmet Rasim 1924 kışını anlatan yazısına işte bu kar türleriyle başlıyor: “Bu seneki Teşrinisani’nin tam yirmi yedisinde hava karaladı. Eski ‘takvime’ göre ‘Kasım’ın on üçüncü gününe tesadüf etti. Düşen kar ne ‘sulusepken’ idi ne de ‘bulgur’, ‘sinek uçtu’ dedikleri neviden pare pare pervan ve de üftan (uçuşan ve düşen). Gerçi ara sıra savurup atıştırır gibi oldu ise de ne damlarda, kiremitler üzerinde, ne saçaklarda ne de yerde tutmadı. Rüzgar, yıldız esiyordu, bir ‘kerte’ daha gerileyip ‘karayel’e dönmedi. Dönseydi ‘tipi’ler, arada rüzgar fasıla verdikçe, ‘kuşbakışı’ hatta ‘lapa lapa’, ‘buram buram’ düşerdi.” (İstanbul Kış Günlüğü kitabında alıntıladım)

Aynı kitapta Şevket Rado’nun 1954 kışında yazdığı şu satırlar da yer alıyor: “Eğer doğru hatırlıyorsam 1929 senesinde İstanbul müthiş bir kış görmüştü. O zaman İstiklal Caddesi’nde karın boyu bir metreye ulaşmıştı. Nakil vasıtaları tamamen durdu. Şehir ekmeksiz kalmak tehlikesi geçirdi. Fakat o şiddetli karlar bile nihayet İstanbul’da bir hafta on gün kalmış, mutedil bir kışla mevsim tamamlanmıştı. O seneden sonra bir daha böyle kış görmedik. Bu sene ise İstanbul’da iki aydır kar yağıyor. Aralıksız soğuk havalar bir türlü uzaklaşmadı. (…)”

Orhan Pamuk ile aynı kuşaktan Selim İleri ise ‘İstanbul Hatıralar Kolonyası’ adlı anı kitabında kitabında çocukluğunun kış gecelerini komşuları o saraylı hanımın hatıraları aracılığıyla hatırlıyor: “Şimdi serpiştirmesinden bile ödümüz patlıyor ama, 1900’lerin kışlarında kar diz boyu. Kimsenin korktuğu yok. Sobalar yanıyor, kahveler, şerbetler, bozalar içiliyor, meyveler atıştırılıyor ve İstanbul’da kar yağışlı gece, Cenap Şahabettin’in şiiri olup çıkıyor!”

Selim İleri’nin işaret ettiği Cenap Şahabettin’in şiiri Elhan-ı Şita (yani ‘kış nağmeleri’) Türk edebiyatında kar üstüne yazılmış en ünlü şiirlerden biri gibi. Ama bugün biraz unutulmuş; çünkü “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,/Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karlar” diye başlayan bu şiiri günümüz okurunun anlaması kolay değil. Elhan-ı Şita üstüne internette gezinirken Doğan Hızlan’ın kar şiirlerinden ve edebiyatımızdaki değişimden söz eden bir yazısını gördüm. Orada Ataol Behramoğlu’nun güzel bir şiirini okudum. Bu kar telaşı üstüne yazıyı, İstanbul’a has kar neşesi yerine, daha evrensel olan kar romantizmiyle bitirmiş olayım:

“Beyaz, ipek gibi yağdı kar/ Bir kız kardan hafif adımlarıyla yürüyüp geçti hayal içinde/ Arkadaşlarımı düşündüm, sevgili şeyleri/ Sanki her şey bizimle var ve bizimle olacak/ Beyaz, ipek gibi yağdı kar/ Bir kız kardan hafif yüreğiyle/Geçip gitti güvercinleri anımsatarak. (…)”