YAZARLAR

İstanbul Film Festivali notları: Evi olmayan, evden kaçan kadınlar!

İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz “Nomadland” yılın en iyilerinden. “Kaçan Kadın” ise 77 dakikaya bu kadar çok şey nasıl sığdı dedirtecek türden bir anlatı. Biri evsiz, diğeri evden kendisini dışarı atmış iki kadının kendilerini bulma, tanıma ve yola devam etme öyküleri aynı zamanda bu filmler…

Venedik ve Toronto film festivallerinde gördüğü ilgi, aldığı övgülerden sonra “Nomadland”in üzerindeydi bütün gözler haliyle. İstanbul Film Festivali’nde salonda görme fırsatına nail olduğumuz filmin yılın en iyilerinden birisi olduğu su götürmez. Ama başyapıt muamelesi yapmak için tez canlı olmaya da gerek yok kanımca.

“The Rider” ile tanıdık Chloé Zhao’nun Jessica Bruder’ın romanından uyarlayıp yönettiği yapımı, son dönem sinemasının birkaç sepetinin içine koyabiliriz pekâlâ. 2008 krizinin paramparça ettiği ve savurduğu hayatlara odaklanan filmler listesine örneğin. Bu listede Oscar kazanmış “American Factory” gibi yapımlar da yer alır. Ya da “American Honey” gibi ülke ve insanın trajedisini ortaklaştıran yol hikayeleri listesinde de kendisine yer bulur. Bundan onlarca yıl sonra “Amerikan İmparatorluğu'nun çözülüşünü gören yapımlar” listeleri yapıldığında da kendisine yer bulacağı kuşkusuz. Amerika’dan son on yılda gelen sinema yapıtlarına bakarak bile 2008 ekonomik krizinin etkilerinin bizim görebildiğimizden çok daha derin olduğu anlamak mümkün. Ama işte “Nomadland”i kalburüstü yapan şey bütün bunları bünyesinde barındırabilmesi. Türler arası (yol, western, toplumcu gerçekçilik vb.) gezinip dururken dokusundan hiçbir şey kaybetmemesi.

Kasabaya hayat veren fabrika kapandıktan ve eşini kaybettikten sonra köklerini geride bırakarak bir karavanda yaşamaya başlayan Fern’in hikayesi izliyoruz. Kendi deyimiyle “evsiz değil, evi olmayan” bir kadın Fern ve bu aynı zamanda bir tercih… Bir kasabaya, bir evliliğe yıllarca bağlı kalıp sabit durduktan sonra yeni hayatları, yeni insanları keşfetmek için yaratılmış bir özgürlük alanı aynı zamanda bu karavan. 60’lı yaşlarındaki Fern için bir dem aynı zamanda.

Böyle bir hikaye çok dramatik bir havayla da anlatılabilir ve etki yaratabilirdi kuşkusuz ama muhtemel ki romanın verdiği duygunun da etkisiyle Chloé Zhao başka bir yol tutturuyor. Karavan parkında yaşamak zorunda kalan, sabit bir işi olmayan ve muhtemelen ülkelerinin en düşük gelir seviyesindeki insanların hikayelerine dokunup geçerken sürekli bir ferahlık hissi yansıyor perdeden seyirciye. Chloé Zhao bir yandan 2008 krizi sonrası ABD’nin yaşadığı çözülmenin resmini çekerken diğer yandan da ekonomik, kültürel, ailevi her türlü kurumsal bağdan kurtulmuş olmanın yarattığı ferahlığı da geçirmeye çalışıyor seyirciye. Fern’in hayatının kolay olmadığını göstermeyi ihmal etmiyor kuşkusuz ama daha öncekinin de o kadar iyi olmadığını hissettiriyor bir yerde.

Fern, hareket halinde olmanın, 60 yaşından sonra da olsa kurumsal, yerleşik ilişkilerin dışında bir yerde kendini konumlandırmanın zorluk ve lezzetleriyle uğraşırken karşısına “hayatını değiştirme fırsatları” da çıkıyor kuşkusuz. Kız kardeşinin evindeki konforun cazibesi bir an için aklını karıştırmıyor değil. Kendisi gibi karavan hayatını tercih etmiş Dave’in ilgisine kayıtsız kalmaktan bir süre sonra vazgeçse de onun “yerleşik arzuları” karşısında bildiği yolda geri dönmek daha mantıklı geliyor.

Evi olmamak, evini yanında taşımak Fern için bir tercih olmasa da o, bu durumu kendisi için fırsata çevirmeyi, bununla barışık yaşamayı öğreniyor. Onlarca yıllık güvenli hayatının ardından yaşadığı ‘yıkım’ın bir yandan da onu prangalarından kurtaran fırsat olduğunu birlikte hissediyoruz film boyunca. Bir evin olmaması, bir evde sıkışıp kalmış olmaktan daha iyi olabilir…

Çünkü Hong Sang-soo’un “Kaçan Kadın”ının başkarakteri Gam-hee, kocasının kısa iş gezisini fırsata çevirip evden çıktığında anlıyor sıkışıp kaldığını. Hong Sang-soo’ya Berlin’de En İyi Yönetmen ödülü kazandıran “Kaçan Kadın”ı izlerken gösterişli bir yönetmenlik görmek zor ama 77 dakikalık sürede böylesine bir hikayeyi paketleme zanaatı takdire şayan… Film, birbiri peşi sıra bağlanmış uzun planlardan oluşuyor denilebilir. “Birbirini seven insanlar hiç ayrılmamalı” diyen kocasını dinlediği için beş yıldır tek bir günü bile ayrı geçirmedikleri evliliğinde nefes fırsatı buluyor Gam-hee. Kocasının kısa iş gezisi nedeniyle ayrı kalınca eski arkadaşlarını ziyaret ediyor. Geçmişte bıraktığı birbirinden çok farklı bu üç kadınla yaptığı sohbetler, genç kadının hayatını ve dünyayı yeniden keşfettiği bir sürecin kapılarını aralıyor.

Eşinden boşanmış ve doğa içinde sakin bir hayatı seçen eski bir dost, yalnız olmanın sıkıntılarını yaşayan ama yine de hayatından gayet memnun görünen sanatçı bir arkadaş ve belli ki eski sevgilisiyle evlendiği için araya mesafeler girmiş bir başka kadınla yapılan sohbetler ev dışı bir dünyanın varlığını bir kez daha hatırlatıyor Gam-hee’ye. Tavuklardan, cinsellikten, eski günlerden konuşulan sıradan günler, kendi hayatının sıradanlığını hatırlatıyor genç kadına. Anlatının üç parçasının her birine dâhil olan erkeklerin sorunlu halleri ise batmıyor bize. Kadınlara kedileri artık beslememeleri buyruğu veren komşu, kısa bir ilişki yaşadığı kadının peşini bırakmayan şair ve artık kibirli bir yazar haline gelmiş olan eski sevgili… Hepsi çok iğreti durabilecekten Hong Sang-soo sinemasının alametifarikası sadeliğiyle bunun da üstesinden geliyor.