Irkçılık, hastalık; ırkçılar hasta mı?

Irkçılığı psikolojik rahatsızlık olarak tanımlamak bireysel düzeyde sorumluluğun azalmasına veya alınmamasına toplumsal düzeyde normalleşmesine ve yapısal düzeyde reformların önlenmesine yol açabilir.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Irkçılık, bireysel tutumların ötesine geçerek toplumsal dinamikleri şekillendiren, tarihsel ve kültürel bağlamda köklü bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Peki, Türkiye’de ırkçılığın gündeme geldiği zamanlarda bazılarının ifade ettiği gibi ırkçılık, gerçekten de bir hastalık gibi değerlendirilebilir mi? Değilse ırkçılık, toplumsal bir öğrenme biçimi mi? “Irkçıların”, psikolojik veya klinik bir bozukluk veya rahatsızlık taşıdığını söylemek ne kadar doğru ve bunun sonuçları ne olur?

Bu yazıda, ırkçılık olgusunu bir “hastalık” metaforuyla ele almanın ne derece açıklayıcı ya da sınırlandırıcı olduğunu, ABD ve Türkiye'deki bazı ruh sağlığı uzmanlarının konuyu ele alma biçimleriyle açıklamaya çalışacağım.

Amerikan Psikoloji Derneği (APD), ırkçılığı şu ifadelerle tanımlamaktadır:

"Irkçılık, genellikle bir grubun üyelerine karşı olumsuz duygusal tepkiler, olumsuz stereotiplerin [kalıpyargı] kabulü ve bireylere karşı ırksal ayrımcılık içeren bir önyargı biçimidir; bazı durumlarda şiddete yol açabilir. Ayrımcılık, farklı yaş, cinsiyet, ırk, etnik köken, din, milliyet, yetenek kimliği, cinsel yönelim, sosyoekonomik ve diğer grupların bireysel düzeyde ve kurumsal/yapısal düzeyde farklı muamele görmesini ifade eder. Ayrımcılık genellikle önyargının davranışsal bir tezahürüdür ve reddedilen grupların üyelerine karşı olumsuz, düşmanca ve zararlı muameleyi içerir."

APD’nin bu tanımı, ırkçılığı bireylerin önyargıları ve davranışları üzerinden açıklarken onun yapısal, tarihsel ve bağlamsal boyutlarını yeterince ele almamaktadır. Bu, ırkçılıkla mücadelede sistemik dönüşüm yerine bireysel farkındalık artırma gibi dar kapsamlı çözümlere yönelme riskini doğuruyor ve tam da bu nedenle, ırkçılığı anlamak ve onunla mücadele etmek için bireysel ve toplumsal boyutları bir arada ele alan, tarihsel bağlamı gözeten ve güç ilişkilerine odaklanan bir yaklaşıma ihtiyaç duyuluyor.

Bu yazıya APD’nin tanımıyla başlamamın bir diğer sebebi ise ABD’nin, adı ırkçılıkla en fazla anılan, Siyahların Hayatı Değerlidir (Black Lives Matter) hareketinin ortaya çıktığı ve ırkçılığın bir psikolojik rahatsızlık olarak tanımlanması talebinin (bildiğim kadarıyla) ilk defa talep edilen ülke olmasıdır.

1969'da bir grup siyah psikiyatrist, Amerikan Psikiyatri Birliği'ni (APB) ırkçılığın “bu ülkedeki en büyük ruh sağlığı sorunu” olduğunu kabul etmeye ve Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı'na (DSM) “aşırı bağnazlık”(1) adı altında bir bölüm eklemeye çağırdı; fakat APB, psikiyatristlerin ırkçılık sorununa ilişkin endişelerine katılmakla birlikte “aşırı bağnazlığı” bir psikolojik rahatsızlık olarak tanımlamayı reddetti. Sosyolog James Thomas’a göre sorun, APB’nin bir şeyin ruhsal hastalık olarak kabul edilebilmesi için onun “normatif davranıştan sapması gerektiği” konusundaki ısrarıydı. Oysa beyaz Amerikalılar arasında ırkçı tutum ve davranışlar, “psikolojik rahatsızlık” düzeyinde “anormallik” göstermeyecek kadar “normaldi” ve olağan hayatın bir parçası haline gelmişti.

Bu durumda sorun, “hasta” veya “bozuk” olan, bu “anormal” olmadığı varsayılanların oluşturduğu toplum muydu? APB’nin kararına rağmen bir psikolog ve sivil haklar aktivisti olan Alfred J. Marrow ve başkaları, ırkçılığı “hasta toplumun” bir bileşeni olarak tanımlıyordu ve sadece ırkçılığın mağdurlar üzerindeki etkisine değil aynı zamanda ayrımcılığın sağlık açısından etkilerine de bir çözüm bulunması çağrısını yapıyordu.

Bu bağlamda ırkçılık ve psikolojik rahatsızlıklar arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar, iki psikolojik olgu üzerine yoğunlaştı: Delüzyon (sanrı) ve narsisizm. Özetle, delüzyon yaşayan bireylerde “kültür ya da alt kültür tarafından onaylanmayan, mantıksızlığına ya da kanıtların aksini göstermesine rağmen ısrarla savunulan, olasılıksız ve genelde son derece kişisel fikir ya da inanç sistemlerine ilişkin hezeyanlar” görülür ve böylesi durumlarda kişilerin davranışları, çoğunlukla “saçmalamayı; gerçek olmayan şeylere ve gerçek dışı düşüncelere inanmayı içerir.”(2) APB, narsist kişilik bozukluğunu ve belirtilerini şu şekilde tanımlamaktadır:

"Büyüklük (fantezi ya da davranış şeklinde), hayranlık ihtiyacı ve empati eksikliği ile karakterize edilen yaygın bir davranış örüntüsüdür. Bu bozukluğa sahip bireyler kendilerini aşırı önemli görme eğilimindedir (başarı ve yeteneklerini abartmak gibi), sınırsız başarı, güç, güzellik ya da ideal aşk fantezileriyle meşgul olabilirler ve sadece özel veya yüksek statülü kişiler tarafından anlaşılabileceklerine inanırlar. Aşırı hayranlık bekler, ayrıcalıklı muamele görme hakkına sahip olduklarını düşünür ve başkalarını kendi amaçlarına ulaşmak için kullanabilirler. Empati göstermekte zorlanır, başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anlamak istemezler. Ayrıca, diğerlerini kıskanabilir ya da başkalarının onları kıskandığına inanabilirler ve kibirli, küçümseyici davranışlar sergileyebilirler."

Bu yönleriyle ırkçılık, delüzyon ve narsisizm arasındaki ilişki, bireysel psikolojik özellikler ile toplumsal ideolojilerin kesişimini anlamayı gerektiren bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Araştırmalar, narsistik bireylerin, benlik imajlarını koruma ve üstünlüklerini pekiştirme dürtüsüne daha yatkın olabileceğini göstermektedir. Sosyal kimlik kuramı(3) bu ilişkiyi, narsistik bireylerin kendi gruplarının üstünlüklerini koruma çabasıyla ırkçı ideolojilere yönelme eğilimleri üzerinden açıklar. Konunun bireyden öte olduğu kabulünden hareketle kolektif narsisizm, bireylerin kendi grubuna duyduğu sevgi/saygı ile diğer/karşı gruba duyduğu nefret/öfke arasındaki ilişkiye odaklanır ve özellikle tehdit algılandığında, savunmacı ve intikamcı düşmanlığı tetikleyen toplumsal bir faktöre dönüşür. Kolektif narsisizmde, bireyler kendi gruplarının “abartılmış imajını” tehdit edebilecek her şeye karşı hassas ve tetikte davranırlar.

Şimdi yönümüzü, bir araştırmaya göre katılımcıların yüzde 65’nin “ülkede ırkçılık olmadığını”, başka bir araştırmaya göre katılımcıların yüzde 82’sinin “Kürtlere ırkçılık yapılmadığını” savunduğu ve bazı siyasetçilerin ırkçılığı, “tedavisi olmayan bir hastalık” olarak tanımladığı Türkiye’ye dönelim. Psikiyatrist ve psikoterapist Kemal Sayar, web sitesinde Steve Taylor’un ‘The psychology of racism’ (Irkçılığın psikolojisi) yazısının Türkçe çevirisine yer vererek “ırkçılığın bir psikolojik olgunluk ve bütünlük eksikliğinin işareti” olduğu görüşünü “paylaşıyor” görünüyor. Marmara Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyelerinden Ekmel Geçer’e göre ise “ırkçılık ruhsal hastalık belirtisidir ve ırkçıların, öz saygı ve öz güvenleri azdır” ve aksine “dengeli ve farkındalık düzeyi iyi olan insanların, diğer insanları tehlike olarak görmeleri kabul edilemezdir.” Psikiyatrist Nevzat Tarhan ise Almanya’daki Naziler ve Türkiye’deki “kafatası ölçme” pratiklerinden hareketle kendini yücelten ve diğerlerini dışlayıp ötekileştiren hiyerarşik yaklaşımların, özetle “ırkçılığın her türlüsünün narsisizme” gireceğini, “narsisizmi  anlamadan ırkçılık sorununun çözülemeyeceğini” ifade ediyor. Fakat ne siyasetçiler ne de ruh sağlığı uzmanları psikolojik bir rahatsızlıkla veya hastalıkla ilişkilendirdikleri ırkçılığa bir “tedavi” yöntemi sun(a)mıyor. Dolayısıyla ırkçılığın psikolojik bir rahatsızlık olduğu iddiası ve bunun nasıl tedavi edileceği ‘bilimsel’ bir temelden uzak bir noktada duruyor.

Öte yandan, ırkçılığı medikalleştirmek, bireysel düzeyde sorumluluk algısını etkileyebilir. Irkçı davranışların bir psikolojik rahatsızlık olarak görülmesi, bireylerin bu tutum ve davranışlardan sorumlu tutulmasını zorlaştırabilir. Irkçılık, kişisel bir tercih ve değerler sisteminden ziyade bir hastalık olarak kabul edildiğinde, bireyler bu durumu sorumluluktan kaçış için bir mazeret olarak kullanabilir.

Toplumsal düzeyde, ırkçılığın bir rahatsızlık olarak tanımlanması, onu “normal bir sağlık sorunu” gibi algılayarak ideolojik ve sosyal kökenlerini göz ardı edebilir. Bu, ırkçılığın normalleşmesine ve toplumsal farkındalığın azalmasına yol açabilir. Aynı zamanda, ayrımcılık ve ırkçılık vakalarında adalet sistemi üzerinde de etkili olabilir; zira ırkçı eylemlerde bulunan bireyler ceza yerine rehabilitasyon merkezlerine yönlendirilebilir ve yasal sorumluluktan kaçabilir.

Yapısal düzeyde ise, ırkçılığı bireysel bir sağlık sorunu olarak çerçevelemek, onun tarihsel, ekonomik ve sosyokültürel kökenlerini göz ardı etme riskini taşır. Irkçılık, sistemik bir sorun olarak ele alınmadığında, “bireysel tedavi” odaklı politikalar benimsenebilir ve yapısal reformlar ihmal edilebilir. Ayrıca, bu yaklaşım sağlık sistemlerinin kaynaklarını bu sorunun çözümüne yönlendirirken, bu kaynakların eğitim, sosyal farkındalık ve politika reformları gibi uzun vadeli çözümler için kullanılma potansiyelini kısıtlayabilir.

Sonuç olarak, ırkçılığı bir psikolojik rahatsızlık olarak tanımlamak, bireysel düzeyde sorumluluğun azalmasına veya alınmamasına, toplumsal düzeyde normalleşmesine ve yapısal düzeyde reformların önlenmesine yol açabilir. Bu nedenle, ırkçılığı medikalleştirmek yerine, onu bireysel, toplumsal ve yapısal düzeylerde bütüncül bir perspektifle ele almak daha etkili bir çözüm sunabilir.

Son olarak; ırkçılığın bir grubun başka bir etnik veya ulusal grubu hedef almasının ötesinde, Eduardo Bonilla-Silva’nın “ırkçısız ırkçılık"(4) şeklinde tanımladığı, ırkçılığın açık bir şekilde ifade edilmediği, ancak yapısal ve örtük yollarla devam ettiği ve cinsiyetçilik ve militarizmle iç içe geçen pratikleri itibariyle onur kırıcı bir eylem olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Bu konuda Nesrin Uçarlar’ın, Türkiye örneğini detaylı bir şekilde incelediği raporunu(5) okumakta ve Ramazan Çeper’in “Sömürgeciliğin Psikopatolojisi”(6) isimli kitabını eleştirel bir değerlendirmeden geçirmekte fayda var.

*Queen Margaret Üniversitesi & Leuven Üniversitesi 


NOTLAR:

(1) Aşırı bağnazlık burada şu anlamda kullanılmıştır: Bir inanca, görüşe veya grup/fraksiyona, inatçı veya mantıksız bir şekilde duyulan bağlılık ve bu bağlılık üzerinden şekillenen, özellikle başka bir grubun üyelerine, sırf bu grubun kimliği, görüşleri ve pratikleri nedeniyle geliştirilen önyargı ve rahatsız edici, şiddet içeren her türlü tutum ve davranış.

(2) Karakaş, S. (2017). Prof. Dr. Sirel Karakaş Psikoloji Sözlüğü: Bilgisayar Programı ve Veritabanı - www.psikolojisozlugu.com (sürüm: 5.2.0/2022)

(3) Sosyal Kimlik Kuramı, Henri Tajfel ve John Turner (1979) tarafından geliştirilen ve bireylerin kimliklerini sosyal gruplara üyelikleriyle tanımladıkları bir psikolojik yaklaşımdır. Kuram, insanların kendilerini ait hissettikleri gruplarla özdeşleşerek, bu gruptan türetilen değerler ve normlarla şekillendikleri görüşüne dayanır. Bu kurama göre, bireyler grup üyeliklerini sosyal kimliklerini güçlendirmek amacıyla kullanır ve grup içi dayanışma ile grup dışı bireylerden ayrım yapma eğilimindedir. Sosyal kimlik, bireylerin kendilerini toplumsal olarak tanımlamaları ve diğer gruplara karşı olumlu bir ayrıcalıklı tutum geliştirmeleri yoluyla, grup içi bağlılık ve diğer grupları dışlama davranışlarını pekiştirir. Bu süreç, hem bireylerin kişisel kimliklerini inşa etmeleri hem de kimlik temelli toplumsal çatışmaların ortaya çıkışını anlama açısından önemli bir rol oynar.

(4) Bonilla-Silva, E. (2013). Racism without Racist: Color-Blind Racism and the Persistence of Racial Inequality in the United States. Rowman & Littlefield Publishers.

(5) Uçarlar, N. (2021). Türkiye'de Barışçıl Bir Hakikat Arayışı ve Irkçılıkla Yüzleşme. İstanbul: Hafıza Merkezi.

(6) Çeper, R. (2021). Sömürgeciliğin Psikopatolojisi. İstanbul: Aryen.