YAZARLAR

'İnsanlık' çözülürken

İnsanlığın karşısına ilk defa -sözlük anlamıyla- ete kemiğe bürünmüş tehdit olarak dikilen meseleye geliyoruz: “Gereksiz nüfus”. Dünya nüfusunun üçte biriyle dörtte biri arasındaki kısmı şu anda modern zamanların hem tanrısı hem dini ekonomi açısından gereksiz. Ve bu dünyada yer bulunamayan gruplar giderek artacak. Filistinlilere revâ görülen muameleye onların üzerinde yapılan bir deney gözüyle de bakabiliriz.

Yapay zekânın yolaçabileceği dizginlenemez gelişmeler karşısında tedbir çağrıları yapan bilim insanları ve düşünürlerden Yuval Harari, insanlar olarak bütün öbür canlı türleri üzerinde egemenlik sağlayabilmemizi, örgütlenebilmemize, birlikte iş görebilmemize bağlıyor. Tek tek pekâlâ birçok canlı tarafından alt edilebilir durumdayız gerçekten de. Bizi üstün kılan, örgütlü, planlı programlı, hedefli davranabilmemiz. İçinde bulunduğumuz çalkantılı geçiş dönemi tam da “insanlık” diye adlandırdığımız topluluğumuzu bu üstünlük aracından yoksun bırakabilecek özelliklerle dolu.

İlkin, “insanlık”ın, kaderi üzerinde düşünüp taşınan, yol gösterici olabilecek birey ve gruplar, mevcut ekonomik-toplumsal düzenin toplumları birey birey parçalayan öncüllerini, kurumlarını fena halde veri alıyor, âdetâ değişmez sayıyorlar. Karar mercilerini işgal eden, belirleyici konumlardaki kimselerin de tuttuğu bu ideolojik yol durmadan çeşitli kanallardan alternatifsiz ilan ediliyor, hepimiz görmez-duymaz, algılayamaz hale getiriliyoruz.

İkinci olarak, artık düpedüz “insanlık”ın varoluş koşullarını belirleyen, bizzat varoluş ortamı haline gelen, tamamen tercih ürünü ve insan yapısı özelliklerinin değişmezliğini, tek-doğruluğunu ideolojileştirebilmiş egemen yaşama düzenimiz kapitalizm, bizzat kendi meşruiyet iddialarını ve temellerini bile kendi eliyle sarstı, “insanlık”ın büyük bölümünü varsaymayan bir seçkin dar grup diktatoryasının çerçevesi haline geldi.

Üçüncüsü, bizzat “insanlık” diye bir kavramın varolabilmesinin bile önkoşulu sayılabilecek, iletişim, tartışma, kararlara katılma, fiilen ne kadar çarpık çurpuk şekillenirse şekillensin bir tür eşitlenme gibi yaşamsal kurumlar kenara itiliyor. Düpedüz, kaba güç kimin elindeyse onun sözünün geçtiği dönemlere özgü ideolojiler, değerler giderek ağırlık kazanıyor ve buna, güçlülerin başka insanların hayatını hiçbir zaman olamayacağı derinlikte ve kapsamda denetleyebileceği, şekillendirebileceği teknolojik imkânlar ekleniyor.

Yok, ayağımızı olaylara, yaşananlara, somut gerçekliğimize basalım, derseniz, öncelikle hangisinden başlayacağımızı şaşıracağımız bir dizi gelişmeden sözetmek gerekecek. Bosna Soykırımı yaşandığında, özellikle ertesinde, olup biten bütün boyutlarıyla öğrenildiğinde, yaşananla orantısız ölçüde küçük çaplı, fakat gayrete rağmen gizlenemeyen bir sarsıntı meydana gelmişti. Uluslararası Ceza Mahkemesi’ndeki davalar, faşist Sırp liderlerin mahkumiyetleri, en azından olayın adlandırılışı ve anılışı konusunda uluslararası karar ve duygu birliği, çapsızlaşmaya, düşkünleşmeye o sıralarda başlamış Avrupalı siyasetçilerin sakil oyunlarına rağmen yaşananı dünya tarihine en azından bir utanç belgesi eşliğinde yerleştirmeyi sağlamıştı. Oysa şu anda, resmen ve alenen “dünyanın gözü önünde”, başlangıç bölümü neredeyse canlı yayınlanan bir soykırım gerçekleştiriliyor ve “insanlık”ın güç ve karar sahibi kesimleri ya bunu bizzat yapıyor ya destekliyor ya meşrulaştırmak için çaba harcıyor ya göz yumuyor ya da eylemsiz, işlevsiz, güya itiraz ediyor ki, bu da sırtını dönüp “bakmıyorum, yapın” demek. “İnsanlık”ın içindeki iyilik güçleri birçok ülkede ayaklandı. Dünya tarihinde daha önce görülmüş fakat bir daha görülmeyeceği varsayılan, umulan kötülüklerin karşısında, dünya tarihinde görülmemiş, rezonans içerisindeki küresel, kitlesel muhalif hareketler yeşeriyor. Şüphesiz bunlar arasında daha derinlemesine bağlar kurulacak ve egemenler, zorbalar dünyasının karşısında bir çeşit muhalif dünya oluşacak. Ancak şu anda, hem de gelişmiş ülkelerde, bir zamanlar “emperyalizmin sinir merkezleri” diye anılan yerlerde sokaklara dökülen insanların gücü, yönetenlerin kararlarını etkilemeye yetmiyor.

Ükeler çerçevesinde siyasî sorunların en büyüğüne işaret eden olgu bu. Mevcut haliyle “Batı demokrasisi”, temsilî niteliğini büyük ölçüde yitirmiş bir sisteme dönüştü. Ancak doğuştan edinildiği ve değiştirilemeyeceği varsayılan, değer bile sayılamayacak özelliklere, dine, mezhebe, etnisiteye, ten rengine vs. yaslanan, yerleşik önyargılara, korkulara hitap eden siyasî hareketler görünürde temsil gücü elde edebiliyor. Onlarda da tabanın somut tercihlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yok; hepsi, cahil, küstah, şımarık, faşist demenin bile fazla ciddî kaçacağı pespaye liderlerin iki dudağının arasından çıkacak berbat lakırdılarla hipnotize olup bunların peşlerine takılabiliyor. Temsil denemeyecek ilişki.

Liberal demokrasiyi, olabildiği kadarıyla temsilî, en azından kağıt üzerinde görece eşitlikçi, herkes için geçerli adalet kavram ve kurumlarına sahip bir düzen olmaktan, belki daha önemlisi, bir ideal, bir hedef olmaktan çıkaran gelişmeleri, dünya çapında sermayenin ufacık bir zenginler grubunun elinde toplanması kadar, yoksulların daha iyi yaşam hakkı arayışı içerisinde dünyanın her yerinden, insana daha çok değer verildiğini düşündükleri gelişmiş ülkelere göçmesi karşısında kapılınan dehşet kışkırtıyor. Zenginler, hali vakti, rahatı yerinde olanlar, birey veya zümre olarak kendilerine değer verilen bir rejim altında yaşadıklarını hissedenler, başkalarının, “kara insanların” gelip huzurlarını kaçıracağını görünce, çoktan terk ettikleri varsayılan -umulan- ırkçılığa sarıldılar. Artık herhangi bir yasa, kural, kurum vs. hakkında “herkes için” diye başlayan tanımlamalar yapana iyi gözle bakılmıyor. İnsana değer vermeleriyle temayüz etmiş rejimlere sahip ülkelerde, etraflarına duvar çekmeyi, gelmeye kalkanı itip kakmayı, göçmenleri gemiye doldurup denize salmayı, Afrika ülkelerine yığmayı vs. önerenler rağbet buluyor.

Liberal demokrasinin, sınıfsal eşitsizlikler açısından taşıdığı büyük sorunlara rağmen şu ana kadar bulunmuş en mâkûl, en insanca siyasî rejim sayıldığı günler geride kalıyor. Ve fakat bunun karşısında, bir vakte kadar bütün eksiği, gediği ve marazlarına rağmen en azından umut, ihtimal olarak dikilip bir tür denge sağlayan sosyalizan alternatifler yok. Muhalefet var, çok da yaygın; hele kalplerde, gönüllerde biriken enerjiyi de hesaba katarsak, dünya çapında hiç de küçümsenmeyecek bir adaletçi, eşitlikçi, çevreci cereyan var. Fakat, az önce de işaret ettiğim üzre, bu enerjinin ülke yönetimlerini, devletleri, uluslararası ilişkileri etkileyebileceği kanallar artık belirleyici mekanizmanın dışında kalıyor.

Bunlar bu şekilde süremez. Bu gerilim taşınabilir değil. Üstelik, iklim krizi ve bunca insan tarafından yaratılan bin çeşit kirliliğin birarada meydana getirdiği tehditle, bugünün egemenlerinin ve elitlerinin konumlarını koruyarak baş edilebilmesi mümkün değil. Buradan da, insanlığın karşısına ilk defa -sözlük anlamıyla- ete kemiğe bürünmüş tehdit olarak dikilen meseleye geliyoruz: “gereksiz nüfus”. Dünya nüfusunun üçte biriyle dörtte biri arasındaki kısmı şu anda modern zamanların hem tanrısı hem dini ekonomi açısından gereksiz. Yapay zekâya bağlı gelişecek ekonomik mekanizma kısa zamanda daha da fazlasını gereksiz kılacak. Bu şartlara göre oluşturulmuş bir sol-muhalif teori ortada yok. Teorisi bile yokken hareketi nasıl olacak, vesaire…

Daha önce de denemiştim, muhterem okurlar, yine bir giriş mahiyetinde yazıyorum bunları. Eğer önemli anlamlı bir karşı çıkış dalgası yükselmezse, bizi pek hayırlı bir yakın gelecek beklemiyor. Mevcut rejimlerin adaletsizliği ve ikiyüzlülüğü karşısında haklı tepkiler duyan muhalif insanların gidişatı görerek dünya görüşlerine çeki düzen vermesi şart. Yepyeni şartlar, egemenlik tarzlarının, kaynaklarının, güç ilişkilerinin değişmesi demek. Silahlı İnsansız Hava Aracı gibi bir lanet icadın yalnız varlığını bile anlamlandırmaya kalksak, simgeselliğin ötesine geçen bolca veri elde edebiliriz. SİHA ancak birçok ahlâkî ölçütün açıkça terk edildiği, insanlık ideallerine alenen sorumsuzca tekme vurulduğu bir dönemde, kötü şöhret edinmeksizin, aksine övünç vesilesi yapılarak kullanılabilirdi. “Mertlik” kavramını tekrar tekrar pompalayarak yüceltilen “kahramanlık” hikâyelerinin neresine sığdırabilirsiniz SİHA’yı? Demek ki bunlar eskide kalmış.

Sermayenin “üretken” oluşu hikâyesinin terk edilişinden bile kolay oldu üstelik bu. Acaba şu anda yeryüzünde toplam “yatırım”ların yüzde kaçı herhangi bir mal veya hizmet üretilmesini -hele insanlığın toplam yaşam kalitesini yükseltmeyi sağlayacak birşeyler üretilmesini- hedefliyor? Farkındaysanız, parayı, makineyi, işçiyi, tesisi biraraya getirerek toplum için faydalı mal üreten bir cins idealist makamındaki kapitaliste dair masal da anlatılmıyor artık. Bu kayıplara, ortalama insanın pekâlâ “başarı”lar elde ederek yükselebildiği “Amerikan rüyası” tipi masalların tükenişi eşlik ediyor. Bir tür “herkes yerini bilsin” dünyasındayız.

Ve bu dünyada yer bulunamayan gruplar giderek artacak. Filistinlilere revâ görülen muameleye onların üzerinde yapılan bir deney gözüyle de bakabiliriz. Filistinlilerin Gazze’den sürülmesi, Batı Şeria’da da önce bir tür köle hayatına mahkûm edilmeleri, eğer yol bulunursa oradan da sürülmeleri, ikisinden de önce ne kadar çoğu öldürülebilirse öldürülmeleri, bütün bu berbat işleri icra edenlerin cezalandırılmayacağının kabulü, sadece Ortadoğu siyasî coğrafyasını değiştirmekle kalmayacak. Yukarıdan beri azar azar değinmeye çalıştığım siyasî, toplumsal, kültürel, ahlâkî -kötüye- dönüşümleri hızlandıracak. “Olabilir”lerin, “yapılabilir”lerin artmasının zorbaların elini nasıl rahatlattığını artık iyi biliyoruz. Dünya devletleri zorbalığın tamamen geçer akçe sayıldığı kanlı oyunlarla kendilerine yer açmaya girişecekse, bugüne kadarki yaşantımızda varlığını olağan saydığımız, hak saydığımız birçok ilkenin, değerin, kuralın, kurumun, ilişki tarzının ortadan kaldırılacağını görebilmeliyiz. İsrail’in kısmî soykırım artı tehcir planını başarıya ulaştırması durumunda, benzer işlere kalkışacak dünya zorbalarının elini tutacak tek engel, daha güçlü öbür zorbanın alanına girememe olacak. Öbür yandan, çözülmüş, bütünlüğünü yitirmiş böyle bir insanlığın dünyasında ne iklim kriziyle baş edilebilir ne ipini kopartmış yapay zekâyla.

Bambaşka yerlere sürükleniyoruz. Gidişata engel olabilmek için yeni şeyler düşünmek ve söylemek şart. Yapabilecek miyiz?