'İnsan, tabiatın büyük imparatorluğu içinde küçük bir imparatorluktur'

Alice Zeniter'in İmparatorluk İçinde İmparatorluk Gibi adlı romanı, Şirin Erkan Leitao'nun çevirisiyle Livera Yayınevi tarafından yayınlandı.

'İnsan, tabiatın büyük imparatorluğu içinde küçük bir imparatorluktur'
Fotoğraf: Arşiv
Google Haberlere Abone ol

“İmparatorluk İçinde İmparatorluk Gibi”, ikinci basımı kısa süre önce yapılan “Kaybetme Sanatı” romanı ile Türk okurların ilgisini çeken genç Fransız yazar Alice Zeniter’in Türkiye’de yayımlanan ikinci kitabı. Zeniter, kitabın başlığı için Spinoza’nın Etika’sındaki “Aslında, Tabiat’ta insanı imparatorluk içinde imparatorluk gibi tasavvur ettikleri söylenebilir,” cümlesinden esinlenmiş.

'İnsan, tabiatın büyük imparatorluğu içinde küçük bir imparatorluktur' - Resim : 1
 İmparatorluk İçinde İmparatorluk Gibi, Alice Zeniter, Çevirmen: Şirin Erkan Leitao, 360 s., Livera Yayınevi, 2024

2018 yılı sonlarına doğru başlayan, tarihsel açıdan ve ele aldığı konulardan ötürü son derece güncel olan bu roman, çok farklı ortamlarda kapalı yaşayan, yasal veya yasadışı yollar vasıtasıyla bir şeyleri değiştirmeye çalışan, her ikisi de dünyadan ve kendi hayatlarından tatminsiz, milletvekili asistanı Antoine ile bilgisayar korsanı L’nin, son derece sıradan hayat hikâyelerini ve yollarının kesişmesini anlatıyor.

30’lu yaşlarda, hırslı genç bir adam olan Antoine, Brötanya kırsalında, ortadirek bir ailede büyümüş. “Becerilere sahip” bir öğrenci olduğu için Paris’te Siyasal Bilimler okumaya hak kazanmış ve üniversiteyi bitirmeden önce Sosyalist Parti’den bir milletvekilinin asistanlığını yapmaya başlamış. Önceleri siyaset “imparatorluğuna” girerek toplumda bir yer edinebileceğini, o yeri sağlamlaştırabileceğini, belirli bir güce sahip olabileceğini ve bu güç sayesinde, hoşnutsuz olduğu konularda bir şeyleri değiştirebileceğini düşünüyor. Fakat zaman geçtikçe, arka planda işlenen Sarı Yelekliler Hareketi’nin de etkisiyle siyasetteki ikiyüzlülüklere şahit oluyor, politik dilden soğuyor, siyasetin aslında bir şeyleri değiştirmek için değil de oy kaygısı güdülerek, yalnızca siyaset yapmak için yapıldığını anlıyor. Onu hayal kırıklığına uğratan bu durum, hayatındaki genel memnuniyetsizliği artırıyor. Bundan başka, doğup büyüdüğü Brötanya kırsalında onu diğerlerinden üstün kılan ve bir nevi “yoksulların zengini” yapan ortadirek sınıfına aidiyetinden ötürü Paris’te “zenginlerin yoksuluna” dönüştüğünü, kendi ortamındaki kişilerle arasında hem ekonomik hem de kültürel açıdan çok büyük farklar olduğunu da biliyor. Bu da onda bir çeşit kompleks yaratıyor. Antoine, bulunduğu yere ulaşmak için ailesinden hem maddi hem manevi fedakârlıklar beklemiş, o nedenle milletvekili asistanlığı görevini onlara borçlu olduğunu düşünüyor ve istifa edip gitmek ona mümkün görünmüyor. Brötanya’da yaşayan okul arkadaşı Xavier’yi kendi hayatının sıfır kilometresi olarak algılıyor ve bütün başarılarını onun hayatı üzerinden ölçüp değerlendiriyor. Xavier’nin kurduğu çiftlikte gerçekleştirmek istedikleri, yaptığı konuşmalar, Antoine’ın gözünde boş bir gayretten öteye geçemiyor.

Romanın başından sonuna kadar gerçek ismini öğrenmediğimiz bilgisayar korsanı L. ise, Paris’in uzak bir banliyösünde babasız büyümüş, ortaokuldayken tanıştığı bilgisayarı hayatının merkezine koymuş, hayatı “dışarısı” ve “içerisi” olarak ikiye ayırmış genç bir kadın. Sevgilisi Elias, bilgi-işlem güvenliği konusunda faaliyet gösteren büyük bir şirketin web sitesine sızınca tutuklanıyor. L. kendisinin de tutuklanabileceğinden, “içerideki” eylemlerinin “dışarıda” büyük sorunlar yaratacağından, hayatının tehlike altına girebileceğinden korkarak bilgisayar korsanlığından bir müddet uzaklaşıyor ve böylece gerçek hayata sıkışıp kalıyor. Fakat casusluk yazılımlarından ötürü hayatı cehenneme dönüşen kadınlara eskisi gibi yardım edememek de onu çok üzüyor. Diğer yandan, bu kadınlara belli ölçüde yardım ettiği zamanlarda bile bunun sınırlı bir eylem olarak kaldığını, büyük değişiklikler yaratmadığını gayet iyi biliyor.

Antoine ve L. bu hoşnutsuzlukları yaşarken, ortak arkadaşlarının bir gece eğlencesinde tanışıyorlar. Aralarında nasıl bir ilişki yaşanacak? Özlemlerinin sonuna kadar gidecekler mi? Yoksa bu özlemlerden vaz mı geçecekler? Bu soruların yanıtlarını vermeyeceğim. Ama Zeniter’in sınıf atlayan genç bir adamın yaşadığı çelişkili duyguları, lise mezunu olmadığı için komplekslere kapılan fakat alanında son derece bilgili olan Arap asıllı bir kadının korkularını, olağanüstü kalemiyle son derece incelikli işlediğini söylemek istiyorum. Zeniter, romanın arka planında Sarı Yelekliler Hareketi dışında medyanın halkları nasıl “uyuttuğu” ve dönüştürdüğü, Fransa’da hapishane hayatı, Hollywood filmlerinde yansıtılandan çok farklı olan bilgisayar korsanlığının tarihçesi gibi çok başka konuları da ele alıyor. Hepimizin, ismini bir yerlerden duyduğu ama belki de hiç tanımadığı Anonymous’un doğuşu, WikiLeaks, Julian Assange, doxing, troller, Jeremy Hammond, darkweb gibi olayları, isimleri ve terimleri detaylandırıyor.

Entelektüel yetiye sahip her insan, bir şekilde dünya düzenini değiştirmenin, adaletsizlikleri yenmenin yollarını, çarelerini düşünür. Aciz kaldığı, korkuya kapıldığı, çok üzüldüğü zamanlar olur. Kimileri belli bir etki yaratabilir, kimileriyse belki de hayatları boyunca bunu gerçekleştiremez. Fakat bu dünyadaki varlığımızın nedenlerini sorgulamak bile en azından kendi içimizde değişiklikler yaratabilir. Zaten her insan, tabiatın büyük imparatorluğunun içinde küçük bir imparatorluktur ve dünyayı, ancak ve ancak kendi içinde gerçekleştireceği değişiklikler vasıtasıyla dönüştürebilir. Zeniter’in bu romanında vermek istediği asıl mesajın bu olduğunu düşünüyorum.

Bu güzel romanı Türk okurlara kazandıran Livera Yayınevi’ne, çeviriyi bana emanet eden Genel Yayın Yönetmeni Kerem Işık’a ve çeviri editörüm Emre Tokcael’e teşekkür ederim.