İnsan, mekân ve eşya: Yedi Boş Ev

Samanta Schweblin’in ‘Yedi Boş Ev’ adlı öykü kitabı, insanın eşyayla ilişkisinden hareketle psikolojinin derinlerine iniyor.

Google Haberlere Abone ol

Türkiye okuru Samanta Schweblin ile 2017 yılında Man Booker Ödülü kısa listesinde yer alan ilk romanı ‘Kurtarma Mesafesi’nin geçtiğimiz aylarda çevrilmesiyle tanıştı. Gerek okurun gerek eleştirmenlerin yoğun ilgisine mazhar olan romanın ardından yazarın 2015 yılında yayımlanan öykü kitabı ‘Yedi Boş Ev’ de Türkçeye kazandırıldı. Kitap yedi öyküden oluşmakta. Bunlar, ‘Hiç Alakası Yok, Babam ve Çocuklarım, Böyle Şeyler Evimizde Olağandır, Mağaramsı Nefes, Kırka Kırk, Şanssız Bir Adam’ ve ‘Dışarı Çıkmak’ başlıklarını taşımakta. Öykülere baktığımızda kitabın ismiyle müsemma olduğu söylenebilir çünkü her öykünün merkezinde ev söz konusu.  Freud, insanın ilk evinin anne karnı olduğunu belirterek bu evin asli özelliklerinin nemli, karanlık ve sıcak olması olduğunu vurgular.

İnsanın ilk travmasının da ilk evinden çıkışıyla başladığını belirtir. Zira, ev dışı bilinmedik, yepyeni ve tekinsiz bir ortamdır. Bu Freudyen bakışın kimi eserlere ışık tutmakla birlikte kavramların derinine inme noktasında Schweblin metinlerinde yetersiz kaldığını belirtmeli. Zira ev aynı zamanda bir karşılaşma mekânı da. Evde insan diğer insanlarla yahut eşya ile karşılaşma halinde. Böylelikle ‘öteki’ kavramı da ev meselesine dahil olmakta. Öteki, evi paylaştığınız diğer insanlar, bazen insanın ta kendisi bazen eşya, bazen de bizzat ev olabilir. Diğer insanlar aynı mekânı kalıcı veya geçici bir süre için bizimle paylaşan ve sürekli çatışma halinde olduğumuz ötekidir. Bu çatışmalar müspet yahut menfi olabilir. Ancak her zaman dinamiktir. 

Yedi Boş Ev, Samanta Schweblin, Çevirmen: Emrah İmre, 128 syf., Can Yayınları, 2022.

EV İNSANDAN DAHA UZUN ÖMÜRLÜ

İnsanın kendisi için öteki olması durumu da yine metinlerden hareketle ikiye ayrılabilir:

1-İnsanın kendini ötekileştirmesi: öz-ötekileştirme. 2- Dış koşullar sebebiyle insanın kendine öteki kılınışı, Alzheimer hastalığı gibi…  İlaveten, ev dışındakiler zaten ötekidir fakat bunlardan kendimize benzediğini varsaydıklarımız yahut bir aşinalık yakaladıklarımız tanıdık yabancılardır. Eşyaya gelirsek, onlara dair bütün anlamsal bağlar insana ait olsa bile insan eşyayı eşya da insanı etkiler. Ev ise insandan daha uzun ömürlü olduğu için eşyanın ve ailenin yekpare bir temsili yahut kayıp zamanın somutlaşmış hali olarak görülebilir, bazen nostalji ile içe içe geçebilir bazen de insana ölüm karşısındaki güçsüzlüğünü anımsatabilir. Bütün bu veçheleriyle hem tekin hem de tekinsizdir aslında. Bir yandan da evin benzerleri vardır, benzer evlerin içerisinde de eşyanın benzerleri.

İNSAN, EV, EŞYA VE ÖTEKİ(LER)

İnsan, öteki evlere ve öteki eşyalara farklı nazarlarda bakabilir, onlara karşı farklı duygular besleyebilir. Dolayısıyla insan, ev, eşya ve öteki(ler) kavramları arasındaki ilişkiler girift haldedir. Nitekim, kitaptaki öyküler de bu karmaşık yapıyı yansıtır nitelikte. Bu bağlamda ilkin, öykülerin en hacimlisi, novella boyutundaki ‘Mağaramsı Ses’ başlıklı metinden bahsetmekte fayda var. Zira bu metin, yukarıda söz edilen birçok noktaya temas etmekte. Öykünün ana kahramanı Alzheimer hastası olan yaşlı bir kadın, Lola. Yan kahramanlar ise kadının kocası ve bitişiklerine taşınan komşu kadın ile oğlu. Nefes almakta güçlük çeken, bu yüzden gergin anlarda ıslık sesi çıkarak nefesini düzenleyen Lola mütemadiyen ölmek istemekte. Ölümünden sonrasını kolaylaştırmak için de evdeki eşyayı kutulara koyup her kutuya etiket yapıştırmakta. Dış dünyayla asli bağlantısı kocası çünkü market alışverişini yapan, garaja giden ve bahçeyle ilgilenen o. Diğer bağlantıları ise yemek sipariş ettiği restoranda çalışan kadının telefondaki sesi ve televizyon. Bu düzen, Lola için komşu eve bir kadının ve oğlunun taşınmasıyla bozulmakta çünkü komşu çocuk kocasıyla sohbet etmekte ve ara sıra bahçelerine uğramakta. Kadını asıl korkutan da ötekinin kendi sınırlarına dahil olması çünkü bahçe, ev ve ev dışı arasında bir sınır teşkil ediyor. Bu sınıra kocasını da dahil ediyor kadın. Böylelikle Lola’nın hayatı giderek tekinsiz bir hal alırken okur, onun zihnine dahil olarak nesneleri, sesleri, görüntüleri onun gözüyle görüyor. Kadın için tüm dış etkenler olası birer tehlike. Bu yüzden paranoya derecesindeki düşüncelere saplanıyor.

“Lola evvelki gece parmaklıklarda duyduğu takırtıyı hatırladı. Oğlanlar beklediler. Kapının açılmayacağını anlayınca gittiler ve kadın bir süre diyafonun önünde dikilip nefesinin yavaş yavaş sakinleşmesine kulak verdi. Kendi kendine her şeyin yolunda olduğunu, alt tarafı diyafondan konuştuklarını, ama oğlanların kendisinden hoşlanmadığını söyledi. Eğer o oğlanlar isteseydi…” (s.61)

ÖLÜMLE KARŞILAŞMA MEKÂNI

Hastalığının bilincinde olması gerginliğini daha da arttırırken Lola unutkanlığa düştükçe tekinsiz döngü daha karanlık bir hal almakta. Okur, kadının hem kendisine hem evindeki hem de ev dışındaki insanlara hem de eşyaya karşı nasıl ötekileştiğini görüyor adım adım. Ev ise Freudyen bakışla yaşlı kadın için güvenli bölge. Buna rağmen eşyaların her gün kutulara konup garaja kaldırılması, eşyanın ev üzerindeki hakimiyetini kırmakta. Başka bir deyişle, kadın evini ona isnat edilen anlamlardan arındırarak ölümle karşılaşma mekânına dönüştürmek istiyor. Yani ev, hem ölüm öncesini hem ölüm ânını hem de ölümden sonrasını kapsayan muhayyel bir zamanla cem edilmiş soyut bir mekâna dönüşmekte.

‘Hiç Alakası Yok’ başlıklı ilk öyküye döndüğümüzde ise başkalarının evlerini gözetleyen, kendini tutamayıp bu evlerden eşya çalan bir anne ve ona göz kulak olan kızı söz konusu. Annenin ötekiyle olan ilişkisi ev ve eşya üzerinden kurulmakta. Nitekim başka evlerden çaldıklarını kendi bahçesine ganimet misali gömerek saklamakta. Öte yandan annenin zengin evlerine duyduğu haset sınıfsal ayrımı, sınıf çatışmasını da gözler önüne sermekte. Kadının son girdiği evden çaldığı şekerlik ise bu çatışmanın kırılma noktası çünkü zengin ev sahibesi için aile yadigârı şekerlik evin en değerli eşyası. Onu yeniden bulmak için anne-kızın evine gelerek onlarca eşyayı karıştırması gerekli. Böylelikle eşyaya yüklenen anlam sınıf çatışmasını kırıyor, mağdur ve fail farklı senaryolarda aynı eylemleri icra ediyor. Bu sayede yazar da hem öyküyü tersyüz etmiş hem de çatışmalar arasındaki sınırları geçişken ve müphem kılmış oluyor. Yani bir rol takası söz konusu.  

Birbirlerinin antitezi gibi görünen kahramanların aynı rolü takas ettiklerini görmekle beraber bazen de kahramanların aynı rolü paylaştıklarına şahit olmaktayız. ‘Böyle Şeyler Evimizde Olağandır’ öyküsündeki ölen çocuklarının eşyalarını görmeye dayanamayan karısının her gün yan bahçeye attığı kıyafetleri toplayan Senyor Weimer ile çocuğunun eski kıyafetlerini vermekte güçlük çeken bahçe sahibinin ilişkisi gibi. Rol takasının yanında rol paylaşımı da metinlerin anahtar unsurlarından. “Mavi gözleri nemleniyor. Beklenmedik uyumumuzun nihai kanıtı. Hiç çekinmeksizin yüzüne bakıyorum, ona mahremiyet alanı bırakmıyorum, çünkü böyle bir an yaşadığımıza inanamıyorum ve üstümde oluşturduğu yüke katlanamıyorum. Senyor Weimer’i oturttum ve artık sorunu çözecek bir şey söylemek istiyorum.” (s.42)

SIRADAN GÖZÜKENE YAKINDAN BAKINCA…

Nitekim Schweblin’in kurgudaki başarısı bu kaosu kurmaktaki becerisi olsa gerek. Öykülerinde katı sınırlar çekmek yerine ruhsal tahliller üzerinden gerilimin dozunu sürekli arttırarak bulanık, müphem; bazen kapalı bazen eksiltili ama her zaman geçişken dokulu metinler inşa etmekte. Metinlerde akıl sağlığından şüphe edilen kahramanlar olsa da bu şüphenin nedenleri yine ruhsal tahliller üzerinden ortaya konmuş. Şurası önemli ki gerek hayat gerek gündelik akış içerisinde karşılaştığımız insanlar sıradan gözükebilir. Oysa sıradan gözükene yakından bakınca ne insanın ne de hayatın akış içerisinde gözüktüğü gibi sıradan olmadığını anlıyoruz. Başka bir deyişle, ne sıradanın ne de sıradanlığın olmadığını gösteriyor yazar. Tıpkı, Gregor Samsa gibi vasat bir kahramanın bir gün böcek olarak uyanması gibi. Yine bu bağlamda, psikiyatrik hastalıkların esasında insanın yaşama dürtüsü thanatostan, yineleme zorlantısından doğan savunma mekanizmaları olduğunu da görmek mümkün. Tüm bunlardan hareketle merceğimizi yaklaştırdığımız her varlık esasında tekinsiz çünkü bütün anlamlar ve bütün göstergeler değişmekte. Değişken olanın tanımı da tanımsızlık. Her şeyin tanımsız olduğu bir hayat ise bu tanımsızlık durumunu deneyimleyen, idrak eden yahut sezen birey için korkutucu ve gerilimli.

ÖYKÜLERİN DİLİ VE KAHRAMANLAR

Son olarak, Samanta Schweblin’in dil konusundaki hassasiyetinin altını çizmeli. ‘Kurtarma Mesafesi’ hakkındaki yazılarda, yazarın tekinsizliği, gerilimi diline yansıttığından zaten bahsedilmişti. Bu bahislere ek olarak dilin kahramanların psikolojilerine göre şekillendiğini, bunu başarmak için yazarın her bir cümle üzerinde çalıştığını eklemeli. ‘Babamlar ve Çocuklarım’ başlıklı öyküsü bu hususa örnek gösterilebilir. Kahraman bakış açısıyla yazılan öykünün anlatıcısı Javier, eski eşinden ilkin adıyla (Marga) bahsederken sonraki pasajlarda ondan ‘eski karım’, ileriki sayfalarda ise ‘karım’ diye söz etmekte. Zira adıyla bahsettiği zaman Marga, sevgilisi Charly’nin geleceğini henüz söylemiş durumda. Javier, Charly’nin geleceğini öğrendiği zaman ise onu ‘eski karımın yeni sevgilisi’ diye tanımlamakta. Eski eşlerin çocukları ortadan kaybolduğunda her şeyden önce anne-baba rollerine sarıldıkları zaman da ondan ‘karım’ diye söz etmekte. ‘‘Arabada değiller” diyor karıma.’ (s.33) cümlesi okuma eyleminin icrasında alelade bir ifade gibi gözükse de bütün öykülerde dil kullanımının bu derece titiz olduğunu görmek mümkün. Yani dilin kahramanları, kahramanların da dili şekillendirdiği metinler var karşımızda. Ek olarak, bu öyküde de rol paylaşımını görmekte okur çünkü iki adam Marga ekseninde aynı rolü paylaşmakta:

“En sadık takipçileri bizleriz ve bu durum Charly’yle aramda bir ortaklık, bir tür bağ oluşturuyor.” (s.32)

GÜÇLÜ BİR YAZAR

Sözün özü, ‘Yedi Boş Ev’, en genel anlamıyla insan-ev-eşya üçgenini açımlayarak sıradan görünene mercek tutan metinlerden oluşan bir kitap. Bu bağlamda inşa edilen metinlerde dil ve kurgu ilişkisi de yazarın ince işçiliğiyle kurulmuş. Ayrıntılara eğilen, okuru her anlamda şaşırtan ve görünenin ardındaki görünmeyeni sorgulamaya iten bir yazar Schweblin. Çağdaş yazarlar arasında, yakın zamanda Türkçeye kazandırılan en vurucu kalem, olduğunu düşünmemek elde değil. “İnsanların varlıkları eşyalarını taşımakla bağlantılıymış ve eşyaları onlara katıyormuş.” (s.103)