İngiltere basınında geçen hafta: Erdoğan iktidarda kalmaya 'her zamanki gibi çok hevesli'
İngiltere basınında geçen hafta Gazze'de ateşkes ilanının yanı sıra, Türkiye'nin Suriye ile ilişkileri ve Başbakan Starmer'in kemer sıkma politikaları başlıklarda öne çıktı.
İngiltere basınında geçtiğimiz hafta tahmin edilebileceği üzere ana gündem Gazze’de ilan edilen ateşkes idi. İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasına dair özel haberlerin yoğunlukta olduğu gündemin ikinci sırasında, ABD Başkanı Donald Trump’ın yeni dönem icraatlarının İngiltere üzerinde ne gibi etkileri olabileceğine dair haberler vardı. Başbakan Keir Starmer’in Kiev ziyareti ve Ukrayna ile imzaladığı 100 yıllık ortaklık anlaşması da basını meşgul eden konulardan birisiydi. Öte yandan geçen hafta İngiltere basınında Türkiye ile ilgili dikkat çekici analizler de vardı. Bunlardan birisi Financial Times gazetesinde “Erdoğan Türkiye’de Yeni Bir Sayfa Açtı” başlığıyla yer aldı. Avrupa basın bülteni olarak yayınlanan yazı, Avrupa Editörü Tony Barber’ın Türkiye hakkında farklı yayın organlarında çıkan haberler üzerinden yaptığı bir genel değerlendirme. Yazının başlığından ve yazıda yer verilen görüşlerden anlaşıldığı kadarıyla, Financial Times editörü açıkça ifade etmemekle beraber, Erdoğan’ın son dönemdeki ekonomik ve politik tutum değişikliğinin, yeniden iktidara gelmesi halinde Avrupalı yatırımcılar açısından olumlu değerlendirilebileceğine işaret ediyor.
Türkiye ile ilgili bir diğer ilgi çekici analiz de Economist dergisinin son sayısında yer aldı. “Türkiye Yeni Suriye’de Nüfuzunu Artırmak Konusunda Kararlı” başlığıyla yayınlanan analizde, Suriye'de istikrarın sağlanması halinde Türkiye’nin bundan en kazançlı çıkacak ülke olduğu ve haliyle Suriye'nin çökmesi durumunda da Türkiye’nin kaybının başka ülkelerle mukayese edilemeyecek denli büyük olacağı ifade ediliyor.
Erdoğan iktidarda kalmaya 'her zamanki gibi çok hevesli'
Financial Times gazetesinde geçtiğimiz hafta “Erdoğan Türkiye’de Yeni Bir Sayfa Açtı” başlığıyla bir analiz yayınlandı. Gazetenin Avrupa Editörü Tony Barber’in imzasını taşıyan yazıda, önümüzdeki ay 71 yaşına girecek olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, lider olarak yakında 30 yılı devirecek olmasına rağmen iktidarda kalmaya “her zamanki gibi çok hevesli” olduğu belirtiliyor.
Barber öncelikle Erdoğan’ın 2025’i “Aile Yılı” ilan ederek doğum oranlarını artırmaya yönelik tedbirler açıkladığını aktarıyor ve devamında Erdoğan’ın nüfus büyüklüğünü ulusal güçle ilişkilendiren açıklamalarıyla, Rusya’da 2024’ü aile yılı ilan etmiş olan Putin’in görüşleri arasında bir koşutluk olduğuna işaret ediyor.
Avrupa’ya benzer şekilde Türkiye’de de doğurganlık oranının düşmesinin arkasında kentleşme, kültürel değişim gibi faktörlerin bulunduğuna dair bir çalışmaya atıf yapılan yazıda, “nüfusun küçülmesi ve ülkenin küresel etkisinin azalması”yla sonuçlanabilecek bu durumun spesifik bir diğer sebebinin de ülkenin ekonomik koşulları olduğu ifade ediliyor.
Yazıda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ortodoks iktisat politikalarına ters düşen “faiz sebep, enflasyon neticedir” şeklinde özetlenebilecek görüşlerinin, 1980’lerden beri yapısal bir enflasyon sorunu olan Türkiye’de işleri daha da kötüleştirdiği ancak Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra yatırımcıları rahatlatacak şekilde ekonomi politikalarında değişikliğe gidildiği ifade ediliyor. Devamında Scope Ratings isimli Avrupa kredi derecelendirme kuruluşunun, Türkiye’nin “daha sağlam bir ekonomik ve mali yönetim” neticesinde artık finansal risklerinin azaldığı yönünde bir değerlendirme yaptığına ve geçtiğimiz ay ülkenin kredi notunu yükselttiğine dikkat çekiliyor.
Türkiye’nin ortodoks iktisat politikalarına geri dönmesinin arkasındaki ismin Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz olduğu yönünde (Financial Times’ta yer alan bir başka analizden) tespitler paylaşan Barber ayrıca Yılmaz’ın Kürt sorunu konusunda da etkin bir figür olduğunu belirtiyor. Yazının devamında Cevdet Yılmaz’ın -Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı güneydoğu bölgesine yönelik- kısa süre önce açıklanan 14 milyar dolarlık bölgesel kalkınma planını “terörizmi sonlandırmak için bir şans” şeklinde değerlendirdiği ifade ediliyor.
Kürt meselesinin dış politika ile bağlantılarına ve Suriye’deki gelişmelere de dikkat çekilen yazıda ayrıca Brookings Enstitüsü’nden Halil Karaveli’nin görüşlerine yer veriliyor. Yazıda aktarıldığı kadarıyla Karaveli Türkiye’nin komşu ülkelerdeki istikrarsız durumun yurt içine sıçrayabileceğinin farkında olduğunu belirtiyor ve şöyle diyor: “Bu durum Batı’ya, demokratikleşme ve reformlar konusunda Türkiye ile yeniden bir ilişki kurma fırsatı sunuyor."
Yazıda Türkiye’nin Afrika’da dikkat çeken bir nüfuzu olduğuna da değiniliyor ve Erdoğan’ın geçen ay Etiyopya ile Somali arasında arabuluculuk yaptığı hatırlatılıyor.
Yazının Avrupa Birliği ile ilişkiler arabaşlığı altında “Erdoğan’ın dış politika uygulamaları ve ülkenin demokrasisi konusundaki kaygılar nedeniyle” Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinin yıllardır fiilen donmuş olduğu hatırlatılıyor. Ancak devamında Avrupa’nın aradaki anlaşmazlıklara rağmen Türkiye ile savunma ve güvenlik alanında işbirliğine odaklanması gerektiğine dair Chatham House’dan Galip Dalay’ın görüşlerine yer veriliyor: “Avrupa’nın güvenliği açısından en cari tehdit Rusya ve dolayısıyla Avrupa Rusya’ya karşı bir güvenlik politikası benimseyip eş zamanlı olarak Türkiye’yi dışlayamaz.”
Analizin yazarı Editör Barber da bu konuda Dalay’a katıldığını belirtiyor ve Türkiye’nin “düzelen ekonomik görünümünün beraberinde Kürt meselesinde de bir ilerleme sağlaması halinde” AB ile Türkiye arasında yakın ilişkiler için bir fırsat doğacağı yorumunu yapıyor.
Türkiye’nin 'işgalini sürdürmesi veya meşrulaştırması' artık zor
Economist dergisinde yer alan “Türkiye Yeni Suriye’de Nüfuzunu Artırmak Konusunda Kararlı” başlığıyla yayınlanan analizde, Türkiye’nin üç milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yaptığı ve Suriye'nin mültecilerin geri dönebileceği kadar güvenli olmasını istediği belirtiliyor. Bu bağlamda Suriye'de istikrarın sağlanması halinde Türkiye’nin bundan en kazançlı çıkacak ülke olduğu ve haliyle Suriye'nin çökmesi durumunda da Türkiye’nin kaybının başka ülkelerle mukayese edilemeyecek denli büyük olacağı ifade ediliyor. Yazıda ayrıca Türkiye’nin “Suriye'nin kuzeyindeki özerk Kürt oluşumunu bastırmak” ve imparatorluk döneminde kontrol ettiği ülkede yeniden nüfuz kazanmak istediği vurgulanıyor.
Heyet Tahrir el Şam'ın (HTŞ) iktidarı fiilen ele geçirmesinden sonra Şam'ı ziyaret eden ilk üst düzey yabancı yetkililerin, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın olduğunun hatırlatıldığı yazıda ayrıca “isyancıların Şam'a girmesinden bir gün sonra” Türkiye'nin önde gelen inşaat ve çimento şirketlerinin hisselerinin yükseldiği ifade ediliyor.
Economist savaşın sebep olduğu yıkım gözardı edildiği taktirde İdlib’in bazı bölgelerinin neredeyse Türkiye’nin parçası sanılabileceğini söylüyor ve dükkânlarda Türkiye menşeili ürünlerin satıldığını, işyerlerinin büyük kısmında sadece Türk lirasının kabul edildiğini aktarıyor. Ancak yazının devamında Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyindeki bu “işgalini sürdürmesi ya da meşrulaştırması”nın zor olabileceği zira Suriye'nin yeni hükümetinin ülkeyi birleştirmeye kararlı olduğu ve HTŞ’nin kendisini “Türkiye'nin vasal devleti” olarak görmediği ifade ediliyor.
Türkiye’nin, İsrail'i Suriye'deki emellerinin önündeki en büyük engel olarak gördüğü belirtilen analizde, Türkiye'nin Suriye'de artan nüfuzunun iki ülkeyi çatışma zeminine sürükleyebileceği yönünde (İsrail tarafından yayınlanan) bir rapora karşın NATO'nun en büyük güçlerinden biriyle İsrail arasında bir savaş çıkmasının pek olası olmadığı değerlendirmesi yapılıyor.

Başbakan Starmer nereye koşuyor?
İngiltere’nin kendi iç ve dış politikası ile ilgili haberlerde ise Başbakan Keir Starmer’in Kiev ziyareti gündemdeydi. Starmer geçtiğimiz haftaki ziyaretinde, Ukrayna’yı “mümkün olan en güçlü pozisyona” taşıyacaklarının sözünü verdi ve 100 yıllık bir işbirliği anlaşması imzaladı.
İngiltere’nin Ukrayna askeri birliklerini eğitmeye devam edeceğinin taahhüt edildiği anlaşma ayrıca İngiltere'de tasarlanacak ve Danimarka tarafından finanse edilecek yeni bir mobil hava savunma sisteminin teslimatını, ekonomik yardımları, sağlık hizmetlerine destek verilmesini ve deniz güvenliği ve insansız hava aracı teknolojisi konularında artan askeri işbirliğini içeriyor.
Starmer’in 100 yıllık tarihi anlaşması İngiltere’nin Ukrayna'ya halihazırda vermiş olduğu 12,8 milyar sterlinin üzerine “gerektiği müddetçe” her yıl 3 milyar sterlin taahhüdünü içeriyor.

'Sosyal yardımları kesecek kadar cesurum'
İngiltere Başbakanı bahse konu Ukrayna ziyaretinde The Sun gazetesine verdiği özel bir demeçte ise hükümetin kamu harcamalarını kısmak konusunda ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmeyeceğini söyledi: “(Gerekirse) sosyal yardımları kesecek kadar cesurum.”
İşçi Partisi hükümeti bu bağlamda “bozuk bir sosyal yardım sistemi” devraldıklarını ve sosyal yardım sistemindeki dolandırıcılığı engelleyerek önümüzdeki beş yıl içinde 1,5 milyar sterlin tasarruf sağlanacağını savunuyor.
Başbakan Starmer ve Hazineden Sorumlu Bakanı Rachel Reeves büyük sermayenin vergilerini artırmama sözü vererek ve Hazine borçlanma kurallarına bağlı kalmayı taahhüt ederek aslında tıpkı önceki Muhafazakar Parti hükümetleri gibi faturayı halka keseceklerini ve bir nevi “kemer sıkma” politikaları uygulanacağını söylemiş oluyor.
Hükümetin söz konusu ekonomi politikalarına karşı yapılan yorumlarda aşırı sağcı Nigel Farage'ın bir sonraki seçimlerde parlamentoda en büyük partinin lideri olabileceğine işaret eden ilk anketlerin açıklandığı hatırlatılıyor: “Farage'ın yükselişini durdurma niyetinde olanların en son isteyeceği şey kamu harcamalarında yeni bir kesinti dalgasıdır.”
Bu bağlamda İşçi Partisi’nin işçileri ve emeklileri yoksulluğa sürükleyecek bu kemer sıkma politikasına karşı mücadelede -İşçi Partisi’nin özünü oluşturan- sendikal hareketin ön saflarda yer alması yönünde çağrılar yükselmeye başladı.
Corbyn ifadeye çağrıldı
Başbakan Starmer’e yönelik sol-sosyalist güçler ve sendikal hareketin eleştirileri sadece kamu kesintileri ile sınırlı değil. İktidara gelmeden önce ülkede devam eden grev dalgası esnasında sendikalar ile arasına mesafe koyan İşçi Partisi lideri son günlerde protesto hakkına yönelik “saldırısı” ile de tepki topluyor.
İsrail’in Gazze’deki savaş ve işgal politikalarına karşı 15 aydır devam eden Filistin ile Dayanışma yürüyüşlerinin sonuncusu geçtiğimiz Cumartesi günü (18 Ocak 2025) yapıldı ve polis ilk kez göstericilere karşı şiddet kullandı.
Londra Metropolitan Polisi, BBC’nin protestocular tarafından -İsrail lehine- taraflı yayıncılıkla ve Filistin’de “işlenen suçların ortağı” olmakla suçlanacağı yürüyüşü önlemek için (BBC ana binası önünden başlayacak olan) yürüyüş güzergahını son gün değiştirdi. Polis BBC yakınlarındaki bir sinagogda ibadetlerin aksamaması için aldığını iddia ettiği bu karara uymayacaklar hakkında kamu düzenini bozmaktan işlem yapılacağını duyurdu. Yürüyüş sırasında bir heyetin protestoculara yasaklanan bölgeye girmesine önce izin veren polis daha sonra aralarında Savaşı Durdurun Platformu'nun kurucu üyesi ve Filistin yürüyüşlerinin organizatörlerinden biri olan Chris Nineman’ın da bulunduğu çok sayıda kişiyi gözaltına aldı. (Polisin açıklamasında toplam 77 kişinin gözaltına alındığı ancak cinsel taciz, hırsızlık gibi farklı suçlamalar olduğu belirtiliyor.) Yürüyüş sonrasında ise İşçi Partisi eski Genel Başkanı (halihazırda bağımsız milletvekili) Jeremy Corbyn ve bağımsız milletvekili (İşçi Partisi’nin eski Gölge Maliye Bakanı) John McDonnell ifade vermek üzere karakola çağrıldı. Jeremy Corbyn’in erkek kardeşi Piers Corbyn ile Chris Nineman’ın aralarında olduğu dokuz kişinin bu hafta mahkemeye çıkması bekleniyor.

İçişleri Bakanı Yvette Cooper Cumartesi günü yaşananların ardından sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımla, polis teşkilatının yanında olduğu ve “herkesin ibadet etmeye hakkı bulunduğu” şeklinde bir açıklamada bulundu.
Muhazafakar Parti hükümeti döneminde böyle bir saldırı ile karşı karşıya kalmayan İşçi Partililer ve sendikacılar, Cooper’ın açıklamaları da gözönüne alındığında bunun özel anlamda Starmer’in, Corbyn (ve beraberinde “İşçi Partisi’nin solu”) ile arasındaki politik mücadeleyle ilişkisi olduğunu ifade ediyorlar. Genel anlamda ise muhafazakarların protesto hakkını kısıtlamaya dönük yasalarıyla inşa edilen ve “halihazırda Starmer'in uygulamalarında somutlaşan otoriter eğilim” ile ilişkili olduğunu belirtiyorlar.