İmroz'dan Gökçeada'ya: Ortası dikenli tellerle bölünüvermiş bir özgürlük

İmroz, 1960’ların başında bir önceki on yılın rahatlığını yaşar. Azra Erhat’ın deyimiyle “Mutlular Adası”dır fakat 1964’ten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Ortası dikenli tellerle bölünüverir...

Google Haberlere Abone ol

Serdar Korucu

İmroz, 1960’ların başında Melih Cevdet Anday’ın başını çektiği gezilerle Türkiye edebiyatında adından söz ettirmeye başlar. Bu seyahatlerden birine Azra Erhat da katılır ve böylece İmroz 'Mavi Yolculuk' içinde yerini alır.

Erhat, “Melih geçen yıl İmroz’da kalmış, ahbaplar edinmişti” der ve ihtiyar Barba Manol ile kahveci Kozma’nın kırk yıllık dostları gelmiş gibi kendilerini karşıladığını yazar. Azra Erhat, 1962’nin Kaleköy plajının canlılığına hayran kalır, o dönemin fotoğrafını çeker: “Plaj cıvıl cıvıldı, bir otel, kabinler, çardak altında lokantalar, bir de ne görelim: Yolcu getirip götüren minibüsler. Öyle bir canlılık ki, Ayvalık'tan beri görmemiştik böylesini. (…) Meğer İmroz'da neler varmış da biz bilmiyormuşuz! (…) Oh, ne rahat yere gelmişiz meğer!”

Mavi Yolculuk, Azra Erhat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018.

Azra Erhat da edebiyatın diğer iki ismi Melih Cevdet Anday ve Fethi Naci’nin izinden gidip köylerin “yeni” isimlerini kullanır yazımında. Farklı olansa yolunu Agridia’ya yani Tepeköy’e düşürmesi olur, güneşin batışını görmek için: “Evet, bir köy ama bizde pek eşine rastlanmayan bir köy, düzenli, temiz; topaç gibi çocukları pembe beyaz, tavukları besili, kedileri bile İstanbul'da göremeyeceğiniz bakımlı kediler. İki genç kız yıkık kalenin dibine oturmuşlar, manzara seyrediyorlar, köy halkı akşam evine dönüyor, kolunda bir mandolinle bir delikanlı, yanındaki kızla şakalaşa şakalaşa tırmanıyor yokuşu.”

Erhat’ın ilgisini “Merkez köyü” de çeker ve yine Melih Cevdet Anday gibi buraları Avrupa yerleşimleriyle kıyaslar: “Merkez köyü Fransa'nın güney köylerini andırıyor. Fotoğrafçı var, turistik eşya satan iki dükkan var, hem ne güzel şeyler, kartpostallar, badem sütleri, naylon torbalar içinde bademler, tarhana, şeker, tahta oymalar, bilezikler, yerli işlemeler, seramik vazolar. Çanakkale'de Troya kazılarında bulunmuş çanak çömleği örnek alarak seramik vazolar yapan dostum Şadiye Erdölen'in eserleri harıl harıl satılıyor burada.”

Azra Erhat da, Anday gibi Dereköy’e hayran kalır. Onun ilk dikkatini çeken kiliseye girişte yapılan bağış olur. Amaç adadaki eğitim seviyesini artırmaktır: “(…) girişte kızlar ve oğlanlar yeni yapılacak ortaokul için para topluyorlardı. Bir büyük tepsinin içine gönlünüzden kopanı atıyorsunuz, kızlar da yakanıza bir çiçek takıyorlar. Tepside onluk, ellilik banknotlar dizi diziydi. İmroz'da okumak yazmak bilenlerin orantısı yüzde altmış. Dereköy'ün ilkokulu vardı, her köyün olduğu gibi, ama o gün bir ortaokul için para toplanıyordu ve bana öyle geldi ki binlerce lira toplandı.”

Azra Erhat, köye gidenlerin gözden kaçıramayacağı bir yapıyı da aktarır okuyucularına: “Kilisenin bitişiğinde üstü örtülü bir çeşme vardı, bu çeşmeler mağaraya benzer koca yapılar. Her gün birkaç ev kadını orada çalı çırpıyla su ısıtıp çamaşırını yıkıyor. O gün çeşmenin sekiz ocağında sekiz kazan et kaynıyordu. Dana çorbası, misafirler için.”

Türkiye’nin o dönem en büyük köyü olan Dereköy’deki canlılığa kayıtsız kalamayan Erhat, İmroz için “(…) mutlu bir ada, ilkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan Mutlular adası” der ve bu mutluluğun sırrını açıklar: “Toprak başka yerde olduğundan daha verimli değil, ama bu insanlar geçinmenin, insanca yaşamanın yolunu buluyorlar.”

Cardonlar, Cihat Burak,  168 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2001.

Fakat adadakiler için, İmrozlular için hayat, edebiyatçıların bu ziyaretlerinin hemen ardından değişir. 1960 darbesinden birkaç yıl sonra Rumca eğitim sona erdirilir. Bölgedekilerin de anlatımıyla “bir yumurta fiyatına” en verimli araziler hızla istimlak edilir ve bölgeye mahkumların serbestçe gezeceği bir açık cezaevi kurulur. Bu sürecin sonuçlarını Cihat Burak'ın 'Cardonlar' kitabında, “gözlüklü dişsiz” yaşlı bir Rum aktarır. Kitapta yer alan, 19 Ekim 1971’de yapılan sohbet dostane başlasa da, yazarın yargıları keskindir. Ona göre Rumlar “hiçbir zaman içten TÜRKE DOST OLMAMIŞLARDIR. OLAMAZLAR DA ZATEN”. Bazı kelimeleri büyüterek okuyucusunun ilgisini çekmeye çalışan yazara göre Rumların “Hepsi değilse de çoğunluğu böyle” bir ruh hali içindedir. Fakat İmroz’da hayatın değiştiği konusunda konuştuğu Rum ile aynı fikirdedir. Çünkü kendisinin de başka “kaynaklardan” duyduğu bilgiler benzerdir. Bu kaynaklara güvenir, çünkü açıkça söylemese de belli ki onlar Rum değil Türk’tür: “Ben bunu daha evvel de duymuştum zaten, Bursa’da Bayındırlık Bakanlığı İkinci Bölge'de çalışırken İmroz’daki, Bozcaada’daki inşaatları kontrole giderlerdi arkadaşlar, anlatırlardı adaların balığını şarabını, halkının misafir severliğini, ama eski neşenin, bolluğun kalmadığını söylerlerdi ‘mahkumlar geldikten sonra’ lafı dolaşırdı ağızlarında hep.”

Bu sohbet, Bozcaada şaraplarının artık gelmemesi üstüne açılır. Karşısındaki bir İmrozludur ve artık “ahalinin gittiğinden” bahseder. Nedeniyse mahkumların gelişidir. Yazar bu konuşmada karşısındakinin Rum aksanını Türkçe yazım diline yansıtmaya çalışıp tanıklığını aktarır: “Yaptılar çok fenalık. (…) Ma, bu dukan benim diyor, ver bunu bana, çıkasaksın buradan… Yakıyor yıkıyor, ama yok karı kız fenalık yapmak, hırsızlık yok, yakıyor, epsi mahvoldu!..”

Yazar bunlar içinde “Türk düşmanlığı” arasa da gerçeğin farkındadır. Bu nedenle de “Adaya mahkumları getirmişler halk yerini bırakıp kaçmış işte… İki ay oldu diye anlatıyor adam, iki ay içinde her şey mahvoldu” diyerek sözü yeniden Rum’a bırakır:

“- Ağaçları kesiyor, yakıyor er şey, tüfek var elde, bakıyor adam yaptı bir şey fena vuruyor, yedi sekiz kişi vurdu birbirini; şimdi yok ama, var bir yüzbaşı çok iyi.
- Peki durum düzeldiyse herkes yerli yerine dönmedi mi?
- Hayıt, bitti artık, toprak kalmadı; ben satmadım toprağımı, satmam dedim, para alamam, on para almadım. Gittim Çanakkale Vali (valisiyle) konuştuk, gittim kaymakam (kaymakama) söyledim, dedim istemem para, satmam toprak ben, on para almadım… Ben yaptı askerlik iki sene Anadolu bilirim, tanarım (tanırım) versin bana toprak ama Adana, Ankara neresi olursa; yarısı kadar dörtte bire razıyım, ama para; yok almam; hakim söyledi zaten “satma oğlum” dedi “para alma sakın” ben de satmadım, on para almadım; var benim toprak şimdi…
- Peki dönecek misin? İmroz’a mademki artık her şey düzeldi.
- Yok dönmem artık, geçti; bitti er şey, tadı yok çünkü!..”

Adanın artık tadının kalmadığını söyleyen tek kişi Cihat Burak’ın konuştuğu İmrozlu da olmaz. Sevgi Soysal da bu değişimin, bu yıkımın farkındadır. Onun şahit olduğu, 1974’teki “Barış Harekatı”ndan önce, Kıbrıs geriliminin yükseldiği dönemde, İmroz’a askeri yerleşkelerin kurulma sürecidir.

Yürümek/Sevgi Soysal Bütün Eserleri, Sevgi Soysal, 152 syf., İletişim Yayınları, 2004.

Soysal, 1970’te yayımladığı 'Yürümek' kitabında, roman kahramanları Ela ve Mehmet’i İmroz’a taşır. Ela, İmroz’a doğru süren zorlu deniz yolculuğu sırasında Karadenizli Türk denizcinin yaşlı bir Rum’a kötü davranması karşısında “bu adada, şişen bir başın itilip kakılmanın umursanmayacak, sıradan acılar olduğunu, ada halkının bu umursanmaz acılar arasında kendi özel acıtmaya izin verdikleri acılarını seçtiklerini” düşünür ve adayı o an sever. İmroz’a vardıklarında “biraz tatlı, biraz küflü, biraz yorucu bir şarap; sıcak bir şarap; sevgiyle istekle yapılmış, acemi bir şarap” yanında “balığın kuyruğunda, başında, her yerlerinde ayrı bir tat bularak” yerler; “beyaz peynir ve domates küçük parçalarla karışır” birbirlerine: “Her lokma bilinerek yenir, her lokmada denizin, özgür kayaların anısı güçlenir, damakları uyanır.”

Ela ve Mehmet, adanın bir ucundan diğerine giderler, günün renklerini görürler. Tepedeki kiliseye düşürürler yollarını. İkonalar, duvar resimleri, adaklar… Kaleköy’e sabahın dördünde varıp ada halkıyla vapuru beklemeye başlarlar ve İmrozluların bayram eğlencesiyle karşılaşırlar: “Merhaba! Kalimera! Öpüşmeler, sarılmalarla hora tepenlerin halkası büyüdü, büyüdü. Stavro Stavropulos’un meyhanesi dar geldi hora tepenlere. (…) Ela’yla Memet deniz kıyısına masa koydurtışlar, gittikçe genişleyen halkayı seyrederek şarap içiyorlardı bir saattir. (…) hora halkası meyhane duvarlarını aşıp deniz kıyısına taşınca Ela kendini halkanın arasına karışmış buldu.”

Sabah olunca her şey değişir. Kilise “sönmüş mumlarıyla, karanlık bir mağara ağzı gibi ürkütücü, soğuk, hiç bayram görmemiş, bilmemiş bir asık yüzlülükle” durur. “Sanki hiç bayram yaşanmamış” gibidir. Nedeni adaya yansımaya başlayan gerilimdir. Ela, “Stavro niçin söndü kilisenin mumları?” diye sorduğunda yanıt, “Kiliseden karşı Yunan adasına işaret veriliyor diye ihbar olmuş” diye gelir. Mehmet ile odaya dönen Ela, “Kilise mumlarıyla işaret vermek! Ada o kadar uzak ki burdan… akıl almaz bir saçmalık bu. Oraya dün gece yüzmek istedim ben” der ve ekler: “Şimdi ben bu sabah, birlikte hora teptiğim insanları, ansızın karşı adaya işaret veren düşmanlar olarak görürsem ya! Saçma başlamaya görsün. (…) Bir gün önce bayram diye sarılıp öpüşenler, ertesi gün birbirlerini ihbar ederler.”

Bu yaşadıkları daha başlangıçtır. Çünkü İmroz’a çıkarma gemisi yanaşır. Buna rağmen Ela, Mehmet ile kumsala gider. “Her günkü uzun, özgür kumsalda, en yalnız en özgür yeri” aramak için. Fakat kumsalın orta yerinde dikenli teller karşılar onları: “Dikenli tellerin dışı tenhaydı, boştu, özgürdü ama ortası dikenli tellerle bölünüvermiş bir özgürlüktü bu.” Bu özgürlük gitgide daralır Sevgi Soysal’ın yazımında. Çiftin karşısına düdük sesleri çıkar, “Yasak Bölge” levhaları belirir. Yazar açık cezaevinin 1965’teki inşasına değinmez ama “Suçlular çoğalacak. Suçun başladığı adaya, bir gün, kocaman bir hapishane yapılacak başka adalardan, kara parçalarından yeni suçlular getirilecek adaya” der ve “Suç gerçekten de adaya ulaşmıştır. Mumları yanmayan kilisenin önünden geçerken hızla koşan iki jandarmadan Spilya’daki kilisenin ikonalarının çalındığını öğrendiler. Suç yayılmıştı” diye ekler.

Sadece suç değil, “güvenlik güçleri” de yayılır adada. Bu kez iskelede düzeni korumakla görevli iki jandarmadan biri, yaşlı bir kadına tokat atar. Hiçbir düzeni bozamayacak, itip kakamayacak kadar yaşlı bir kadına… Sevgi Soysal, adanın bozulan dengesine karşı tepkisini Ela’nın ağzından şu sözlerle aktarır okuyucusuna: “Ben bu adayı on gün önce sevmişsem; bu denizi, kumu, güneşi, bu bizi bize bırakan, bırakmayı bilmiş halkı, onların şaraplarını, horalarını, ikonalarını sevmişsem, bugünün sabahını, çıkarma gemisinin gelişini, bu gemiyle bütün bunlara açılan savaşı nasıl sevebilirim? Hangi doğru bu sevgiyi haksız çıkarabilir?”

Soysal’ın sevgisi haksız çıkarılamaz elbet ama İmroz’un karanlık günleri devam edecektir. Yerli halk, Rumlar hızla dünyanın dört bir yanına göç etmek zorunda kalır, akılları, kalpleri İmroz’da kalarak… Tekrar dönebilenlerse, doğdukları, büyüdükleri, yaşadıkları, aile büyüklerini gömdükleri toprakta çok fazla şeyin değiştiğini görür. Adanın adının bile değiştiğini, İmroz’dan Gökçeada’ya döndüğünü… Sanki geçmiş hiç yaşanmamışçasına…