İlhan Berk şiirinin temel şifresi

İlhan Berk, şiirin söze dayanmasına karşıdır. Ona göre sözlü şiirin kalıpları vardır. Sözlü şiir muntazam bir şiirdir; başı sonu her şeyi oturmuştur. Söze dayanan şiir dediği budur. İlhan Berk, sözü insan ürettiğine ve sözün insana özgü bir özellik olduğuna göre, şiirsel gerçekliğin insandan oluşmasına, yalnızca insan kaynaklı olmasına da karşıdır.

Google Haberlere Abone ol

İlhan Berk şiirini ilk okuduğumuzda çoğalmamız, heyecanlanmamız, yaşadığımızı anlamamız için, yaşamla aramızda organik bir ilişki bulunmalıdır. Böyle değil de, günlük yaşamın çarkları arasında sıkışmış biriysek, İlhan Berk’in şiirlerini birkaç kez okuduğumuzda, gerçekte nesnelerle ve insanlarla aramızda hiçbir mesafenin bulunmadığını belki fark ederiz. Sevginin, dostluğun farkına varırız. Çevremizdeki nesnelerin, mesela bir dal parçasının, bir portakal kabuğunun, yağmurun, bitkilerin, sokakların, kapıların, pencerelerin, yüzlerin, ellerin, ayakların, gökyüzünün, açık bırakılmış bir kitabın, kuşların, anıların, insan ve semt adlarının farkına varırız. Yaşıyor olmanın bize verilmiş ne büyük bir “mucize” olduğunun farkına varırız. Ama günlük yaşamında verili hayatın çarklarına tapınmak gibi işlerle uğraşanlar için bırakın İlhan Berk’in şiirlerini, hiçbir şairin şiirleri okunmaya değmez zaten.

Lale Müldür, bir yazısında (Radikal, 2000) İlhan Berk’i anlatırken şunları söylüyor: “Mutlu Evlilik. Anadolu’yu Fransızca öğretmeni olarak dolaşmış. Sabah 7’de kalkıyor. Ballı adaçayı içiyor. Kahvaltıyı hazırlıyor. Edibe (eşi) iniyor aşağı, sonra Edibe çiçeklerle uğraşıyor. İlhan iki saat daha çalışıyor (…) Her katta Hitit perdeleri var, geyikli, beyaz. Her odasında yanında kitapları var.”

Kendisiyle yapılan bir konuşmada, şiiri bir ağaç, bir varlık olarak kabul ettiğini belirten İlhan Berk, onu huylarıyla birlikte yakalamak istediğini, elinden bıraktığı zaman, gideceği yere gittiğini belirtir. Bir adamın şair olmasının, bir yazgıyı, bir cehennemi kabul etmesi meselesi olduğunu öne sürer.

Uzun yıllarını Bodrum’da yaşayan ve orada yaşamını yitiren İlhan Berk’in şiirlerinde Bodrum’un dağları, denizi, balıkçıları, bitkileri, yağmuru her zaman imge dünyasını oluşturur. Hatta onu evde bulamadığınız zaman, dağlarda dolaşmaya çıkmış olabilir: “Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum”

İlhan Berk’in şiirinde imgelerin genellikle metaforlarla üretildiğini, metaforların da kişileştirme tekniğiyle (nesnelere ve insan dışı varlıklara insana özgü nitelikler kazandırmak) yapıldığını görürüz. Bu temel şifreyi, bu önemli özelliği “Hikaye” adlı şiirindeki şu dizelerde açıkça görebiliriz:

“HİKAYE

Her şey bir gece içinde oldu
Sabahleyin her şey tamamdı.

Bu gördüğünüz gökyüzü
İlk defa gelip yerini aldı.
(…)
Akşama doğruydu
Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık.

Her şey yaşamaya hazırlanıyordu.
(…)”

Enis Batur 1991’de yazdığı bir yazıda (İlhan Berk Kitabı), onun şiirini üç bölgeye ayırır. Buna göre, Berk’in şiirinin arka planını oluşturan 1945-55 dönemi, 1956-61 arasındaki “Mısırkalyoniğne”ye varan araştırma dönemi ve 1962’de “Âşıkane”, “Şenlikname” ve “Taşbaskısı” ile devam eden dönem. Enis Batur, “ ‘Atlas’ın yayımlanması ile Berk okuması değişebilir mi?” sorusuyla sürdürür söz konusu yazısını. İlhan Berk’in, 'Atlas'tan sonra on beş civarında kitap yayımladığı düşünülürse, bu dönem belirlemelerini gözden geçirmek gerekebilir. Özellikle şiir serüvenin sonlarına doğru yayınlanan ve iyiden iyiye kristalize olmuş bir şiir yapısıyla karşılaştığımız 'Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum' (1993), 'Avluya Düşen Gölge' (1996), 'Şeyler Kitabı' (1997) adlı kitaplarıyla, belki bir dördüncü dönemden söz edilebilir. İlhan Berk’in uzun şiir serüvenini kaç döneme ayırırsak ayıralım, hangi tarihsel, toplumsal ve estetik kültürlenmelere dayandığını bulmaya çalışırsak çalışalım, kişileştirme tekniği daha 1955’de yayımlanan 'Köroğlu' kitabında kendini ele veriyordu:

“Her sabah bu ovayı
Elinden tutup büyütmek işi
Benimdi.”

.

İlhan Berk şiirinin dokusuna girebilmek için, bu konu üzerinde durmak gerekir. İlhan Berk niçin kişileştirme tekniğini çok fazla kullanıyor? Çünkü bu teknik ona şu olanakları sağlıyor:

1- Durağan nesneler dünyasına hareket kazandırmak,
2 - İnsanın doğayla yabancılaşmasını ortadan kaldırmak,
3- Bireysel olana toplumsal nitelik kazandırmak,
4- Genel ve soyut olanı, tikel ve somut yapmak.

Tek tek bu olanaklar, bir bütün olarak İlhan Berk’in poetikasında ne işe yarar? Onun şiirinde neyi belirler? Birçoğumuzun bildiği gibi, İlhan Berk, şiirin söze dayanmasına karşıdır. Ona göre sözlü şiirin kalıpları vardır. Sözlü şiir muntazam bir şiirdir; başı sonu her şeyi oturmuştur. Söze dayanan şiir dediği budur. İlhan Berk, sözü insan ürettiğine göre, söz, insana özgü bir özellik olduğuna göre, şiirsel gerçekliğin insandan oluşmasına, yalnızca insan kaynaklı olmasına da karşıdır. Ta 1952’de yayınlanan 'Günaydın Yeryüzü' adlı kitabındaki “Bir Orman” adlı şiirinde şu dizelere yer verecektir:

“Hanginiz aklınıza getirdiniz/Benim bir gün insanlığımı/Bitkilere, hayvanlara kadar/Bir gün tutup genişleteceğimi…”

Demek İlhan Berk’in “insansız şiir” i, insanı reddeden bir şiir değil, insanla yetinmeyen bir şiirdir. Şiirsel gerçeklik yelpazesinin böyle geniş olmasının nedeni budur. Bu durum, Yannis Ritsos, René Char gibi büyük şairlerin çoğu için de geçerlidir. Bir yerde şöyle diyecektir: “Mesela Nâzım beni hiç ilgilendirmedi. Orada vıcık vıcık insan var…” Öyleyse şiiri nesnelerde de aramak gerekir. Öyleyse nesneler evrenini, yani doğayı insanal evrene yaklaştırmak gerekir. Madem ki şiir yalnızca söze ve onu üreten insana ait bir söylem biçimi değildir ve paradoksal olarak şiiri yazan şairdir, bir insandır, o halde nesneleri insanlaştırmak gerekir. 1952’de, bir gün bitkilere, hayvanlara kadar genişleteceğini söylediği insanlığını, 1993’de yayınlanan “Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum”da genişlettiğini söyleyecektir :

“Gökyüzünün, ağaçların çocukluğunu bilirim. Ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hâlâ da var…”
“Hem kuşların doğum gününde olacağım…”

Şimdi kişileştirme tekniğinin şaire sağladığı olanaklara daha yakından bakalım:

DURAĞAN NESNELER DÜNYASINA HAREKET KAZANDIRMAK

“Ağaçlar duruyordu, sessiz, sakin, haklarında bir karar dinler gibi.”

İlhan Berk’in bir konuşmasında kendi poetikasıyla ilgili olarak yaptığı açıklamalara bakılırsa, bu imge şairinin büyük ölçüde kişileştirme tekniğine zorunlu olduğu, neredeyse şiirinin temelinin kişileştirme olduğu görülecektir: “Ben bir su bardağına, ölü bir yaprağa, beyaz bir tabak kâğıda, bir kurşunkaleme, bir su sayacına kâğıt, bardak, sayaç diye bakamam. Devinen, konuşan varlıklardır benim için. Özellikle de yazı araçlarıyla sapkın bir yaşamım vardır. Örnekse masamla, masamdaki bütün şeylerle nerdeyse konuşurum.[. . .] Şeylerin dünyasının ağırlığı altındayız her an, her yerde. Onlara bu yüzden bakarım, anlamaya çalışırım, aşkca bir ilişkiye de girerim. Bizi her yerde nesneler çağırıyor…”

“Bu şimdi elsiz ayaksız gibi duran gece/ O zaman ağaca yürüyen bir su gibi geliyordu.”

“Gece” biçimlenmemiş bir boyuttur. Her şeyin eşitlendiği, gündüz öne çıkan anlamların, vurgulanan simgelerin silindiği bir düzlemdir. Gece asla kesin değildir. Gündüzdür tutarlı olan. Gecenin kendisiyle çelişmesi, onun doğasında vardır. Diyebilirim ki, gündüz düzyazıysa, gece şiirdir. Gündüz bir cevapsa, gece sorudur. Bu bağlamda “yokluk” vurgusunu da gecenin bir gösterileni olarak anlamak gerekir. “Gece” ile “karanlık” da aynı şey değildir. Karanlık bana göre gecenin ideolojik bir kavranış biçimidir. İlhan Berk de geceyi poetik bir süreç olarak ele alır. Hatta bir organizma olarak… Karanlık kuşatıcıdır, gece içseldir. Karanlık, dümdüz, pürüzsüz bir yüzeydir. Oysa gece, yer yer parlak noktalardan oluşur ve yer yer keskin bir ışıkla yırtılır. Karanlıkta hiçbir şey göremezsiniz, oysa gecedeki parlak ışıklarda “öyle olmayan” ı görürüz. Geceyi “biz” anlamlandırırız. Karanlık nesneldir, gece öznel. Tıpkı şiirsel imge gibi. Gündüz bir haksızlıktır, çünkü eşit değildir. Oysa geceden herkes payını alır. İşte gecenin biçimlendirdiği bir dille ancak şiir söylenebilir. Şiir “olmayan”ı biçimlendirir. Yani “öyle olmayan”ı. Gündüz düzyazıdır, dedim ya, düzyazı “olan”ı biçimlendirir. Gece şiirdir ve “öyle olmayan”ı biçimlendirir

İNSANIN KENDİSİYLE VE DOĞAYLA YABANCILAŞMASINI ORTADAN KALDIRMAK

“Yabancılaşma” kavramını Karl Marx kapitalist sistem içindeki bireyin emek-değer ilişkisi açısından ele alır. Bizim burada vurguladığımız yabancılaşma, bireyin denetleyemediği içgüdülerinin, alışkanlıklarının ve hırslarının yönlendirmesiyle, kendi özüne ve doğaya yabancılaşması durumudur. İnsandan bağımsız olan ve insanın yaşamını yöneten şeylerin, insana özgü özellikleri, insani ilişki ve eylemleri, cansız nesnelerin özelliklerine, ilişki ve eylemlerine dönüştürme sürecidir, denebilir. İşte İlhan Berk nesneleri kişileştirerek onları insanal bir evren içerisine çeker ve tersine bir yabancılaşma yaratarak, nesnelere insan özelliği kazandırarak insanın, onu kuşatan nesnel dünyanın cansız bir uzantısı olmasını engeller. Çünkü İlhan Berk’e göre şairi kuşatan somut ve soyut bütün gerçeklik, “ad”landırılmış ve böylece insana yabancılaştırılmış, insandan saklanmıştır. Oysa “nereden baksak kendini anlatıyor her şey”. Zaten her şey “ses” tir, “dil” dir. O halde insanı da içine alan büyük “şey”ler (nesneler) dünyası, “ad”landırılmış dünya, adlarını kaldırdığımızda şiirden başka bir şey değildir, şiirin kendisidir.

“…Evren bizden daha konuşkandır, diyordu. Daha yapraklı. Güneş imgelerle konuşur. Gürültüyle çalışır bir ağaç. Gürültüyle, taş. Gece, gürültüyle iner. Sestir evren…”

Elbette İlhan Berk, nesneler dünyasını insanlaştırma işini şiirin kendine özgü diliyle yapar. Zaten genel zamansızlık özelliğinden dolayı, şiirin tanrısal bir dil olduğunu düşünürsek, şair sorumluluğundaki evreni sınırlandıramayız. Çünkü şiir dili “süreçsel” bağlamda zamansız bir dildir. Oysa düzyazı “geçmiş-şimdi-gelecek” süreçlerinde “ilerleyen” bir dildir. Şiir bütün bu süreçleri içinde taşıyan, başlangıcı ve sonu belli olmayan, “döngüsel” bir dildir. Bir şiir yapıtı, an’ı ve çağ’ı aynı anda içinde taşıyabilir. Dil, gerçekliğin belirlediği bir yapı olduğuna göre, şiir de dil ile yapılan bir sanat olduğuna göre, şairin sorumluluk evreninde sınır aramak, sonuçsuz bir çabaya götürür. Maddi ve tinsel evrenin, bu evreni oluşturan gerçekliğin, şaire çok büyük bir “manevra” olanağı tanıdığı doğru. Ama bu olanak doğru kavranmazsa, kavramak için gereken poetik emek harcanmazsa, şiir yazmaya çalışan kişi büyük bir yıkıma uğrar. Uğradığı bu yıkım, ona büyük yanlışlar yaptırır. T. S. Eliot bir yerde şöyle der: “Genç şair taklit eder, olgun şair çalar” Çünkü olgun şair, “ne”yin şiir olduğunu bilir. Sorumluluk evreninin sınırsızlığını gören şair kişi, bu sınırsızlığı taşıyacak dili nasıl yaratabilir? İşte İlhan Berk bir konuşmasında bizi doğrulayacaktır: “Dünyaya, dünya ile benim arama hiçbir şey koymadan bakarım.”

“Akşama doğruydu/ Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık.”

.

BİREYSEL OLANA TOPLUMSAL NİTELİK KAZANDIRMAK

Burada “toplumsal” derken, klasik sosyolojinin göndermesi olan, “toplumla uyumlu”, “toplumun parçası” gibi düzlemlerden söz etmiyoruz. “Bireysel olana toplumsal nitelik kazandırmak” derken, poetik anlamda bireyin kendinde saklı olana, başkaları tarafından yeniden üretilebilir nitelik kazandırmaktan söz ediyoruz. İşte İlhan Berk, kendi somut gerçekliği içerisinde bireysel olarak başlattığı doğa ilişkisine, orada ürettiği duyarlılıklara okuru da ortak etmek ve böylece toplumsallaştırmak için imgeye başvurur. Çünkü imge, İlhan Berk için şiirin temelidir. İmge sayesinde, duyular alanının dışında kalan gerçekliği, duyular alanının içine çekebiliriz. Böylece anlatılamaz olanı, anlatılabilir olan durumuna getirebiliriz. İmge, anlamın görsel tasarımıdır. Bu yüzden bir şey anlatmak, İlhan Berk için de görsel tasarımlar yaratmak demektir. Bu nedenle İlhan Berk’in imge yaratma sürecinde, doğanın, şeylerin büyük katkısı vardır. Şiir için doğa, nesneler, insan dışı şeyler büyük olanaktır. Bir duygu durumu, bir duyarlılık boyutu oluşturabilmenin tek yolu insan değildir. Doğa ve nesneler de bunu yapabilmek için size sonsuz olanak sağlar. Fakat doğa ve nesnelerle poetik bir ilişki kurabilmek kolay değildir. İnsan gibi, size asla hazır duyarlılıklar, gerilimler, metaforik bağlamlar sunmazlar. Metaforik diyorum, çünkü imge yaratmanın temel yolu metafor yaratmaktan geçiyor. Metafor, bildiğimiz gibi bir benzetme ilişkisidir. Benzeyenle benzetilenin birbirlerinin yerine geçtiği bir ilişki. İlhan Berk bu ilişkiyi kişileştirme tekniğiyle kurar ve yalnızca kendisini ilgilendiren bireysel bir gerçekliğe toplumsal bir nitelik kazandırır.

“Gökyüzünün hemen arkasındandı/ Denizleri gördük.”

GENEL VE SOYUT OLANI, TİKEL VE SOMUT YAPMAK 

Bazıları İlhan Berk’in şiirini “ideolojisiz” olmakla suçlar ve söz’ü reddederken dolayısıyla anlamı da reddettiği görüşüne bunu gerekçe olarak gösterirler. Bu yaklaşıma, “ideolojisizlik de bir ideolojidir” gibi bilinen, basit bir karşılık verilebilir ama Theodor W. Adorno bu yaklaşıma çok önce cevap vermişti: “İdeoloji hakikatsizliktir çünkü, yanlış bilinçtir, yalandır. Kendini sanat yapıtlarının başarısızlığında, içsel sahteliklerinde ortaya koyar; eleştirinin hedef aldığı da budur (…) Oysa sanat yapıtlarının büyüklüğünün tek ölçüsü de ideolojinin sakladığı şeyi dillendirmeleridir. Bir yapıt başarılıysa, ister amaçlanmış olsun, ister olmasın, yanlış bilincin ötesine geçilmiş demektir”.

Kaldı ki İlhan Berk anlamı şiirden dışlamaz, bilinen klasik anlamı, şiir bağlamında şöyle açıklar: “İyi bir şiir bir şey anlatmaktan çok, bir şey sezdirir, duyurur. Şiirde anlam budur işte.”

Su ve gök ile bunların çeşitli biçimleri, İlhan Berk şiirinde en genel ve en soyut kategorilerdir. Genel ve soyut olanı tikel ve somut yaparken, nesneleri insanal evren içine çekerken, en çok bu kategorileri ve türevlerini kullanır: “Galile Denizi”, “Yeraltı Suyu”, “Su Birikintisi”,” Güzel Irmak”, “ağaca yürüyen su”, “denizler”, “dip su” gibi.

Gökyüzü, normal koşullarda genel ve soyuttur. Böylesine bütün insanlar için aynı olan şeyi, böylesine kapsayıcı bir şeyi tikelleştirerek, yeniden üretilebilir biçime getirmek, böylece “bir şey sezdirmek”, kişileştirmekle mümkün oluyor.

“Bu gördüğünüz gökyüzü/ İlk defa gelip yerini aldı”,

Demek başlangıçta “söz” söylemek için şiir yazan, bu nedenle “hürriyet”, “yurtseverlik”, “halk” gibi toplumsal içerik ve motiflere, izleklere yönelmiş olan İlhan Berk, giderek şiiri “söz (anlam)”ü aşan bir düzlemde, “dil”de, hatta “ses”te arayacaktır. Çünkü insan da dahil, bütün nesneler dünyası “ad”landırılarak “söz” e indirgenmiştir. Böylece tanınmaz olan dünyada hürriyetten falan söz etmenin anlamı yoktur. Ne zaman ki nesneler adlarından kurtulur, gerçek hürriyetten o zaman söz edilebilir.

“…Baktım zaman adını alınca tanınmaz oldu. Adını bir türlü usunda tutamıyordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbiri./Ne güzel/ Adlandırmak ölümdür!