YAZARLAR

İktidarın piyasa disiplini ile imtihanı

Şimdi sorunlar daha farklı. Mesele kamu sektörüne odaklanmış değil, sorun özel sektörde ve dağınık halde. Kredi genişlemesi durmuş durumda ve ekonomi yönetimi mevcut duruşunu sürdürmesi durumunda yakın gelecekte yeni bir canlılık beklemek zor. Dahası, piyasa disiplinini tesis etmenin bir kere daha ertelenmesi TL’deki hızlı değersizleşme baskısını tekrar gündeme getirebilir ve iktidarın 6 Kasım sonrasındaki girişimleri bir anda buharlaştırabilir.

Özel bir konjonktürden geçiyoruz. Bu özel konjonktürün en temel özelliği, iktidar blokunun kendisine karşı gelişebilecek olası ekonomik ya da siyasi itirazları mümkün olan en sert şekilde bastırmayı birinci öncelik olarak tespit etmesidir. Bu zaten hep böyleydi denilebilir ancak aralık sonrasındaki gelişmeleri gözden geçirdiğimizde bu özel konjonktürün farklı görünümleri ile karşı karşıya olduğumuz kolayca anlaşılabilir. Bu süreç tartışmasız bir şekilde 2018 sonrası mevcut iktidar blokunun giriştiği otoriter konsolidasyon çabasının önemli bir uğrağıdır. Bu yazıda daha somut olarak bu süreci ortaya çıkaran mekanizmaya dikkat çekmek istiyorum: Oy desteği azalırken ekonomiyi soğutmaya çalışan bir politika uygulamak zorunda kalmak, içinden geçmekte olduğumuz bu özel konjonktürü tanımlayan temel dinamiktir.

ERTELENEN KEMER SIKMA

Piyasa disiplinini tesis etme zorunluluğu, AKP yönetimi ne kadar ertelemeye çalışsa da kendini dayatıyor. Türkiye ekonomisini yakından takip edenler, özellikle 2013 sonrası dönemdeki yapısal kriz konjonktüründe önemli sayıdaki işletmenin zombi firmalar haline geldiğinin farkındalar. Aslında batık olan ancak siyasi gerekçelerle yüzdürülmeye çalışılan bu firmalardan oluşan zombi ordusu, her ekonomik darboğazda daha da çoğalıyor.

Örneğin; 2017’deki referandum öncesinde zamanın Başbakanı Binali Yıldırım bir demecinde, Kredi Garanti Fonu sayesinde 30 bine yakın firmanın kurtarıldığını söylemişti. Bu firmalara 2018’deki döviz krizi ve kredi çöküşü sonrasında yenilerinin de eklendiğini biliyoruz. 2018’de ilan edilen yeni ekonomi programı, esasında bu firmaların tasfiyesi sözünü vermişti. Ancak 2019’daki yerel seçimlere kadar bu söz ertelendi. Nisan 2019’a geldiğimizde, yeni bir yapısal uyum programı açıklanacağı beklentisi hâkim olmuştu. Ancak 2019’da Fed’in ‘U-dönüşü’ sayesinde Türkiye’deki politika yapıcılar faizleri 12 puan düşürmeyi başarınca, piyasa disiplininin hayata geçirilmesi askıya alınabildi.

6 KASIM’DAKİ ‘U-DÖNÜŞÜ’

2020’ye başlarken ekonomi yönetiminin aklında, ekonomik büyümenin yeniden canlanması sayesinde batık firmalar ve bunların sürekli yeniden yapılandırılan borçlarının bankacılık sistemini zorlaması gibi sorunların geride kalacağı öngörülüyordu. Korona salgını başladığında dahi bu strateji değişmedi (Bu sürecin başında yazdığım ‘Geleceğe kaçış 2.0’ başlıklı yazıda bu stratejinin detaylarını özetlemiştim).

Ancak 2020, korona salgınının getirdiği ekonomik etkiler nedeniyle, AKP yöneticilerinin piyasa disiplinini tesis etmenin kendilerine getirebileceği zararlardan kaçamayacakları bir yıl oldu. 6 Kasım 2020’de ekonomi yönetiminde gerçekleşen değişim, iktidar açısından kaçınılması mümkün olmayan bir faturayı üstlenmenin kabulü anlamına geliyordu. Bu andan sonra iktidar iktisadi açıdan kendi gündemini, büyük sermayenin gündemi ile senkronize etti. Bununla kalmadı, diğer sermaye fraksiyonlarını da, bu senkronizasyonun bir parçası haline getirebildi. En azından şimdilik.

18 ŞUBAT’TAKİ TCMB AÇIKLAMASI

Geçtiğimiz ayki Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı sonrasındaki ‘Sert Bir Süreç Geliyor’ başlıklı yazıda, içinden geçmekte olduğumuz bu özel konjonktürün bazı özelliklerine değinmiştim. Kaldığım yerden devam ederek, TCMB/PPK’nin 18 Şubat 2021 tarihli toplantısı sonrasındaki açıklamasını ele alacağım. Konumuz açısından açıklamadaki dört vurgunun önemli olduğunu düşünüyorum.

Bunlardan ilki, açıklamada kredi genişlemesinin durduğunun altının çizilmesidir. 2018’deki mekanizmayı hatırlarsak, döviz krizi, kredi çöküşünü ve resesyonu beraberinde getirmişti. 2020’de ise daha ufak çaplı bir döviz krizini yaşadık, sonrasında gelen faiz artışı neticesinde de 2021’de bir kredi artış hızı durakladı. Bu zombi firmaların artık kolay kolay yüzdürülemeyeceği anlamına geliyor.

İkinci önemli konu, enflasyonun halen yükselme eğilimini sürdürmesidir. Yine 2018 yılındaki döviz krizinin enflasyona yansımasını hatırlarsak, önümüzdeki birkaç ay daha enflasyonun en önemli sorun olmayı sürdüreceğini söyleyebiliriz.

Bu ise, bizi TCMB’nin üçüncü vurgusuna götürüyor. O da, geçtiğimiz toplantıda ‘uzun bir müddet’ süreceği ilan edilen pozitif reel faiz verme politikasının enflasyonda ‘yüzde 5 hedefine varıncaya kadar’ sürdürüleceğinin açıklanması oldu. Eğer bu gerçekleştirilebilirse, 2013 sonrasında sürekli ertelenen piyasa disiplininin tesis edilmesini yeniden ertelemek ve bunun iktidar için ortaya çıkarabileceği siyasi faturadan kaçınmak mümkün olmayacak.

Esasında mevcut politika, 2000’lerde IMF anlaşması eşliğinde uygulanan programın bir benzeri. O zaman da yüksek pozitif reel faiz, uygulanan programın temel omurgasını oluşturuyordu. Hatta iktidar bu tip sert bir programı uygularken dahi oy desteğini artırabilmişti. O dönem bunu mümkün kılan sermaye girişlerinin yüksek seyretmesi olmuştu.

AB’ye üyelik gündemi ya da IMF programı gibi unsurları da bu bağlamda değerlendirebiliriz. Bu sayede yüksek pozitif reel faiz, kredi daralmasına neden olmadı, aksine kredi genişlemesi güçlü bir şekilde devam edebilmişti. Ancak bu programın içsel çelişkileri, sermaye girişleri yavaşlayınca ortaya çıktı.

OTORİTER KONSOLİDASYON GİRİŞİMİNİN AKIBETİ

2000’ler hatırlatması sonrası gelelim günümüze. Şimdi sorunlar daha farklı. Mesele kamu sektörüne odaklanmış değil, sorun özel sektörde ve dağınık halde. Kredi genişlemesi durmuş durumda ve ekonomi yönetimi mevcut duruşunu sürdürmesi durumunda yakın gelecekte yeni bir canlılık beklemek zor. Dahası, piyasa disiplinini tesis etmenin bir kere daha ertelenmesi TL’deki hızlı değersizleşme baskısını tekrar gündeme getirebilir ve iktidarın 6 Kasım sonrasındaki girişimleri bir anda buharlaştırabilir. Bu açıdan sürecin iktidar açısından bir yol kazasına uğramadan devam etmesinin yegâne koşulu, sermaye girişlerinin sürmesi.

Her ne kadar küresel iktisadi konjonktür bir süre daha buna elverişli olsa da mesele bundan ibaret değil. Her koşulda, yüzde 30’lara varmış işsizlik, kronikleşen hayat pahalılığı ve yüksek faizlerin sürmesi sonucunda zombi firmaların tasfiye edilmesi ihtimali, iktidar açısından aşağı doğru bir eğik düzlem yaratıyor. Resmi muhalefetin, hükümetin gündemini sorgulamaya başlaması, bu eğik düzlemin iktidar bloku içinde de bir yansıması olduğunu gösteriyor. Bundan sonra, 2018’den beri süren otoriter konsolidasyon girişiminin akıbeti için çok kritik bir dönem başlayacak.

Not: İş yoğunluğu nedeniyle Gazete Duvar’daki haftalık yazılarıma bir süreliğine ara veriyorum. Umarım çok uzun olmayan bir ara sonrası yeniden yazmaya dönebilirim.

 

Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.