İklim değişikliği analisti Sarı: HES projeleri yöre halkının ihtiyaçlarından ve ekosistemden kopuk

Son zamanlarda köylerinde, mahallerinde hidroelektrik santrali (HES) yapılmak istenmesine karşı direnen yöre halkı haberlerine sık rastlar olduk. Yetkililere göre ise HES çok masum, hatta faydalı. Peki, aslında olan ne? Enerji ve iklim değişikliği analisti, iklim aktivisti Ayşe Ceren Sarı ile konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

ANTALYA - Türkiye’de her geçen gün hidroelektrik santrallerinin sayısı artıyor. Bununla beraber HES’lerin yapılmak istendiği bölgelerde yaşayanların tepkisi de azımsanmayacak durumda. Kimisi başarılı oluyor kimisinin elinden bir şey gelmiyor. Makine Mühendisleri Odası tarafından “Türkiye’nin Enerji Görünümü 2020” raporunun “Türkiye Hidroelektrik Potansiyeli ve Gelişme Durumu” bölümünü hazırlayan kimya mühendisi Serpil Serdar'ın çalışmasına göre 2019 itibariyle toplam 683 HES işletilirken 47’si yapım aşamasında. 526 HES’in de yapım aşamasına henüz başlanmamış ama eli kulağında.

Enerji ve iklim değişikliği analisti, Birbuçuk Ekoloji ve Sanat Çalışmaları ekibinin bir parçası olan Ayşe Ceren Sarı, sivil toplum ve üniversitelerde enerji dönüşümü, iklim değişikliği ve çevre adaleti üzerine çalışmalar yürütüyor. Hem yöre halkının neden tepki gösterdiğini hem de devletin masum hatta çevreye faydalı ilan ettiği HES’lerle ilgili merak ettiğimiz her konuyu kendisine sorduk.

'2000'Lİ YILLARDA DEVLET ELİNİ ÇEKEREK ALANI ÖZEL SEKTÖRE BIRAKTI'

Aslında HES’lerin Türkiye’de varlığı çok eski ama özellikle son zamanlarda adını daha sık duyar olduk. Açıkçası santral sayıları kadar, yöre halkının tepkileri de artmaya başladı. Öncelikle HES’ler Türkiye’de nasıl bir dönüşümden geçti?

Ayşe Ceren Sarı

Özellikle 1950, 1960 ve 1970’lerde hızlanan bir şekilde büyük ölçekli hidroelektrik santrallerin inşasının Türkiye’nin ana hidroenerji stratejisi olduğunu görüyoruz. O dönemde dünyada gelişmekte olan ülkelerde böyle bir eğilim var. Türkiye’de bu süreçte DSİ’nin su kaynaklarının geliştirilmesi ve yönetiminden sorumlu kurum olarak ana aktör olduğunu görüyoruz. 1956 yılında Seyhan ve Sarıyer barajları inşa ediliyor. Bu dönemden sonra da Türkiye’nin hidroenerji potansiyelini kullanmak, hızlı sanayi merkezli ekonomik kalkınmanın yakalanması için merkezi önem sahip olarak görülmeye başlıyor. 1960’lardan sonra GAP Projesi gündeme geliyor. Burada artık mega projelerden, yani çok büyük GAP gibi coğrafyayı yaran projelerden bahsediyoruz. Mesela GAP, 26 bin kilometrekare, yani Türkiye’nin yüzde 10’u gibi bir alana sahip. Proje, 22 tane barajdan oluşuyor ve yılda 27 milyar kilovat saat enerji üretiliyor. GAP gibi projelerde DSİ, ülkenin ekonomik kalkınmasından, ülkenin ulusal ve bölgesel hedeflerinden bahsediyor oluyor. Ayrıca tarımsal üretimin artması, kadınların güçlenmesi, bölgedeki çatışmaların çözümlenmesi gibi bölgesel kalkınma ve devlet bakışı ekseninde politik savlarla ortaya çıkıyorlar. 1980’lerin başından itibaren de hidro altyapıların inşasının ve işletilmesinin liberalleşmeye başladığını görüyoruz.

Bu aslında 2000’lerin ortasına kadar yine devletin ana aktör rolünü üstlendiği şekilde yapılıyor ancak 2001 yılında çıkan 4628 sayılı Elektrik Piyasası (eski) Kanunu ve 2019-2023 dönemini kapsayan 11. Kalkınma Planı’yla birlikte neoliberal bir dönüşüm hız kazanıyor. Bir yandan yavaş yavaş çevre mevzuatı sistematik olarak yumuşatılmaya başlıyor. Enerji sektörü bu dönemde inşaat sektörüyle birlikte Türkiye’deki kalkınmacılığın ana lokomotifi olarak görülmeye başlıyor. Burada devlet de yavaş yavaş enerji yatırımlarından elini çekip alanını özel sektöre bırakmaya başlıyor. 2000’li yılların başından itibaren hem hidroelektrik yatırımlarının formu değişiyor hem de dediğim gibi devletin elini çektiği, aktörlerin değiştiği, daha çok özel sektörle bu yatırımların gerçekleştiği bir ortama geliyoruz.   

'YÖRE HALKININ İHTİYAÇLARINDAN VE EKOSİSTEMDEN KOPUK PROJELER'

Türkiye, en büyük HES kurulu gücüne sahip ülkeler listesinde dünyada dokuzuncu, Avrupa’da ise ikincisi durumda. HESİAD Yönetim Kurulu Üyesi Taner Ercömert, hedefin 2023’e kadar Avrupa HES Şampiyonluğu olduğunu açıkladı.

2023 vurgusu, 2019-2023 dönemini kapsayan 11. Kalkınma Planı ve bu plan çerçevesindeki 2023 hedeflerinin bir parçası. 2023 hedeflerinde yerli ve milli kaynakların kullanılmasına öncelik verilmesi yer alıyor. Nehir tipi HES’ler de bunun ana lokomotiflerinden birisi olarak görülüyor. 11. Kalkınma Planı’nın yayınlanmasıyla HES’lerin sayısı da hızla arttı ve her yerden mantar gibi projeler bitmeye başladı maalesef. Buradaki en önemli sıkıntılardan birisi, bütüncül bir havza planlamasının olmaması. Bir bölgenin sosyoekonomik yapısı ve ekolojik sistemlerinin incelenmesinden ziyade, özel sektör tarafından bölgesel kalkınma hedefi ve isteği olmadan ekonomik ve teknik potansiyeli olan tüm nehirlere çok sayıda nehir tipi HES’ler kondurulmaya başlandı.

Nehir tipi HES derken neyi kast ediyorsunuz?

Nehir suları borulara yönlendiriliyor ve dere havzasıyla mesafesi arttıktan sonra borulardan aşağıya bırakılarak bir türbinden geçiriliyor. Nehirler üzerinde peş peşe çok sayıda HES yapılıyor. Bunlar yöre halkının ihtiyaçlarından ve ekosistemden kopuk, bölgesel hayatı destekleme gibi bir hedefi olmayan ve nehri sadece elektrik üretimi aracı olarak gören projeler.

'FAKİRLERİN ÇEVRECİLİĞİ'

Bu santral sayılarının artmasıyla yöre halkının da tepkileri artmaya başladı. HES’in bulunduğu bölgeye zararları nelerdir?

HES’lerin özel sektör eliyle bölgesel ve havza planlamasına tabi olmadan gerçekleştirildiğini belirtmiştim. Şirketler, bölgesel kalkınmayı umursamadan hareket ediyorlar ve bütüncül havza planlaması bulunmuyor. Doğrudan bir nehrin üzerine peş peşe santraller yapabiliyorlar. Aslında burada bir su gaspı söz konusu. HES’lerin yapıldığı yerlerde, santrallerin özellikle sosyo ekolojik etkileri nedeniyle yöre halkının tepkileri artmaya başladı. Bu söyleyeceğim aslında sadece HES’ler için geçerli değil, çevre adaleti literatüründe de “fakirlerin çevreciliği” denen bir kavram vardır. Fakirlerin çevreciliğinde, altyapı projelerinin artık yöre halkının geçimini sağladığı alanlara girmeye ve toplumsal yapısı ve ekolojik sistemleri tehdit etmeye başladığı bir noktadan bahsediliyor. HES’ler için de bu geçerli. Şu anda yalnızca tek bir bölgeyi incelemediğimiz için HES’lerin etkileri hakkında genel geçer bir şey söylemek çok doğru olmaz. Örneğin 2018 yılında Giresun’da yaşanan sel felaketine HES’lerin çok fazla etkisi olduğu söyleniyor ancak başka bir bölgede başka etkileri olabilir. Alakır’da sekiz HES’in peş peşe yapılmaya çalışılması nedeniyle ekolojik sistemlere ve mikro-klimaya olan etkisine dikkat çekmek mümkün. Bir diğer yandan HES’ler özellikle Karadeniz gibi bölgelerde toplumun kültürünü de etkilemeye ve tehdit etmeye devam ediyor.

'SADECE SERA GAZI SALINIMINA BAKMAK İNDİRGEMECİ BİR YAKLAŞIM'

Peki, ama HES’lerin iklim değişikliği ve küresel ısınmaya yol açan karbon salınımı sınırlandırdığı belirtiliyor. Bu konuda görüşünüz nedir?

Evet, HES’ler yoluyla kömür yakmıyoruz ve bu sayede kömür yoluyla gerçekleşen karbondioksit salımı ortaya çıkmıyor. Ancak buna yalnızca karbon salımı üzerinden bakmak çok doğru bir yaklaşım değil. Ekonomide sürekli gayri safi milli hasılayı ön plana çıkarmamız gibi iklim değişikliğinde de tüm dünyada tek bir veri üzerinden, elektrik üretim süreci sonucu ortaya çıkan sera gazı salınımını hesaplamaya gidilmiş durumda. Ancak bu indirgemeci bir yaklaşım. HES’ler özelinde derenin ve içerisinde olduğu ekosistemin karbondioksit tutma kapasitesinden, HES’ler sonucu ortaya çıkabilecek sosyoekolojik yapının bozulmasının etkilerinden söz edilmiyor mesela. Zaten bir önceki sorunuzda konuştuğumuz gibi, bölge halkının HES’leri çok da desteklemediğini görüyoruz. Her yerde yöre halkı ayaklanıyor ve toplumsal bir hareket oluşuyor gibi de bir izlenim oluşmasın. Kimi yerlerde çok iyi örgütlenerek karşı çıkılabiliyor, kimi yerlerde hareket hemen bastırılabiliyorlar.

İklim değişikliği konusuna geri dönersek, talep tarafını da ele almak gerekiyor. Sonuçta enerji talebi sonsuz bir şekilde büyümeye devam ettiği sürece, ne kadar HES de yapılsa, rüzgâr tribünü de yapılsa, güneş paneli de kurulsa yeterli olmayacak. Bu nedenle talep ve enerji demokrasisi tarafına da dikkat çekmek gerekiyor. Örneğin Türkiye’de üretim ve dağıtım sistemlerini, enerjinin nerede üretildiğini ve nerede tüketildiğini incelediğimizde İstanbul başta olmak üzere enerjinin çoğunun büyük şehirlerde tüketildiğini görüyoruz. Burada enerji adaletsizliği meselesi ön plana çıkıyor. Üretim ve tüketim arasındaki mesafe, sosyoekolojik etkilerin de eşitsiz dağılmasına sebep oluyor.

Bu durumda en önemli soru sanırım “Ne yapılmalı?” oluyor. Sizin alternatif önerileriniz nedir?

Enerji dönüşümü ve iklim değişikliği üzerinden bu sorunun cevabını verecek olursam, en başta Paris İklim Anlaşması’nın Türkiye tarafından onanması, bu konuda bütüncül politikalar geliştirilmesi ve ulusal katkı niyet beyanının güncellenmesi gerekiyor. İklim ve enerji politikaları beraber tasarlanmalı. Bunun yanında enerji dönüşümü gerçekleşmeli; ilk ayağı olarak da yenilenebilir enerji kapasite kurulumu (rüzgâr ve dağıtık güneş önde olmak üzere) artırılmalı. Enerji verimliliğinin ilk plana konulması gerekiyor. Dağıtık enerji, güneş sistemleri ve talep tarafı katılımı yine önceliklendirilebilir. Tabii bunların en başında enerji ve iklim politikalarının entegre edilmesinden bahsetmiştik, planlamaların uzun vadeli yapılması gerekiyor. Bu uzun vadeli planlamaya uygun mevzuat ve politik altyapısının oluşturulması, şebeke esnekliği çözümlerinin araştırılması ve uygulanması gibi birçok seçenek mevcut. HES örneklerinde de gördüğümüz gibi yatırımlarda bütüncül havza planlamasının, sosyo-ekolojik etkilerin her bir proje özelinde detaylıca değerlendirilmesinin gerekliliği de ön plana çıkıyor. Hem toplumsal hem de ekolojik etkilerin detaylıca incelendiği ve bunların korunmasının öncelik olduğu projeler geliştirilmeli.