İkinci ergenlik: Yaşlanırken hayatta ve ayakta kalabilmek
Hayatın anlamını yaratmak sizin işiniz; eğer anlamsız bir hayata katlanamıyorsanız. Amaç mı istiyorsunuz. Siz belirleyin. Dışarıda bir amaç yok. Anlam da!
Bu yazı nesnelliğin peşinde değil. Sadece şahsi tecrübenin yansımasından ibaret olacak. O yüzden bilimsel niteliği haiz de değil. Böyle bir iddiası olmayacak. Ama yine de yazılacak. Belki bir başka yaşlanmakta olanın duygusuna dokunmak için. Ölüme beş kala. Yaşıyorum diyebilmek için.
Benjamin Button’ın hikâyesi gerçek olsa sahiden ne değişirdi? Yaşlı doğup da bebek olarak ölseydik? Sonu yokluk olunca, hikâyenin özü de aynı olacaktı. Hayat denilen tecrübe kütüphanesinde, yaşımız ne olursa olsun hatıra yüklü lahzaları biriktirecektik yine. Ancak Button gibi yaşasaydık eğer, yaşlandığımızda damarlarımızdan gençlik fışkıran zıpkın gibi bir yetmişlik olacaktık. İşte hikâyenin kritik noktası: Bir ömürlük tecrübeyle mücehhez gençlik!
Francis Scott Fitzgerald, hikâyesinde Benjamin’e tersten bir ergenlik yaşatıyor. Sonuçları itibariyle de ters. Ergenliğe girdiğinde bedensel gücü artacağına gittikçe eriyor. Çünkü Benjamin’in yolculuğu bebekliğinde son buluyor. Şahsen yaşlanmak hususunda edindiğim tecrübe buna benziyor biraz. Sanki ergenlik döneminden geçiyorum. Aynı yıkıcı, baş döndürücü etkiler. Beden ve ruhtaki aynı tuhaf, insanın canını acıtan değişimler. Şimdi anlıyorum ki insanın iki ergenlik evresi var. Biri hayatın o canlı o delişmen derinlerine doğru içeri alıyor insanı, diğeri hayatın dışına, durgunluğa, yavaşlığa çıkartıyor. Bir kapı bu! Enerji kapısı sanki. Küçük kızım on dört yaşına bastığında gözyaşları içinde elimi tutmuş ve “Baba hayatı yaşayamadan öleceğim ve bu bana acı veriyor!” demişti. Sevgili kızımın henüz çocuk yaşında bedenindeki devrimci değişime verdiği bu ıstırap yüklü haykırışla bezenmiş tepki bir tür delirme haliydi aslında. Daha yeni başladığı hayatı kaçırıyor olduğuna dair dehşet bir acı. Beynindeki elektrokimyasal değişim ve bedenindeki fantastik dönüşümle baş etmeye çalışırken yaşadığı kriz. Aynı acı meğer bedenin yaşlanmaya geçtiği aşamada bir kez daha yaşanıyormuş. Yaşlanmak bir tür tersine ergenlik süreci. Bunu kendi bedenim üzerinde, etkisi seyreltilmiş bir ıstırapla öğreniyorum.
Bedensel enerjinin suyu çekilen deniz gibi yavaşça ancak hissettirerek eksilmesi ve bunun için yapacak pek bir şeyin olmaması. Spor, vitaminler, diyet ve stresten uzak durmak vesaire… Son tahlilde denizi orada tutmak maviliğin parlaklığını aynada görmek için harcanan tüm bu çaba mutlaka işe yarasa da hepsi bir yere kadar. Mutlak hakikat şu ki “Her canlı 'şimdilik' ölümü tadacaktır.” Ölümün yenilmesine az kaldı. Orası belli. O da zengin sınıflar için tabii. Bizim kuşağımız bu zaferi göremeyecek. Ömer Hayyam’ın uzay boşluğuna fırlatılmış beyitleri ile melankolik iç geçirmeler bir asır daha devam edecek.
ARZUYU ARZULAMAYI YİTİRMEK
Tersine çevrilmiş ergenlik sürecinde bedensel değişimleri acıyla gözlemleyerek kabullenmek. Kaslarda küçülmeye, beden kitlesinde hafiften erimeye tanık olmak, gittikçe azalan zindelik ve asıl cinsel enerjideki trajik geri çekiliş. Bu sonuncusu mekanik ya da laboratuvar testlerine tabi bir ölçümleme değil. İstatistik değil burada konu olan. Bizim gibi eşeyli üreyen memeliler için canlı olma işareti cinsel enerji. Ve sadece arzuyu temsil etmiyor. Çok daha yıkıcı- yaratıcı bir yerden ses veriyor: Arzunun arzulanması. Psikanalist Wilhelm Reich’in cinsel enerjiye atfettiği iyileştirici misyon, insanın da canlı ya da ölü olup olmadığını belirliyor aslında. Cinsel arzunun geri çekilmesinin vajinal kuruluk ya da “erektil disfonksiyon”un ötesinde sonuçları mevcut. Yaşlanmak denen “çözülme” evresinde, cümle içinde kullanılan her yerde makul ve mantıklı duruyor oysa cinsel arzu kaybı. Nasıl ki artık idmanda yüz kilo “bench basamazsanız” günde beş kez de sevişemezsiniz değil mi? Lakin olan da hissedilen de bunun çok daha ötesinde, çok daha farklı! Cinsel enerji kaybı ile birlikte yaşadığınız arzu kaybı değil! Arzuyu arzulamayı da yitiriyorsunuz. Buradaki arzu, son tahlilde hayata asılmak, tutunmak yani hayatta kalmak ve mesela Livaneli şarkısında söylendiği gibi “güne sevgiyle, coşkuyla, umutla, dirençle başlamak” duygusunu yaratan cevherin kendisi. Yani bir tür ruha üflenen nefes. Ruhu tetikleyen ruh. O güne kadar içinizde sonsuz bir arayışı ajite eden ve ne enteresandır ki ulaştığınız anda tutkusu da yitirilen ve bu nedenle ulaşılması imkânsız bir tahayyülden ibaret arzu denizlerinin artık ruhunuzdan çekildiğini hissetmek. İşte gerçek ölüm de bu. Cinsel enerjideki geri çekilmenin yol açtığı arzulama kaybı ve hayat denizinde karaya oturan tutkular kayığı.
CİNSEL ENERJİ KAYBININ YENİ ADI: OLGUNLUK
Cemiyet akıllı. Cemiyet, suhulet istiyor. O yüzden gençlikte mütemadiyen peşinden koşularak ömürleri heder eden bu arzu arayışının nihayete ermesi şöyle yüceltiliyor: Olgunluk. Tecrübe deniyor. Yaşın kemale ermesi deniyor. Nihayetinde, “hikmetinden sual olunmaz, akıl”, galebe çalıyor. İnsan, kendini imha edecek tutkuların peşinden gitmeye son veriyor ve Maeterlinc’in meşhur masalında olduğu gibi efsanevi “Mavi Kuş”un aslında bizzat evde, hatta salondaki kafesinde sakince öten o küçük sevimli şey olduğunu idrak ediyor. Artık o, “Baştan çıkarılamayacak bir olgunluk seviyesi”ndedir. Güzel bir kadının flörtöz teklifine, denenmiş test edilmiş evde bekleyen sükûnetli saadeti feda etmeyecek yeterliktedir. Karizmatik bir erkeğin peşinde, özsaygısını, kariyerini o güne kadar hayatta inşa ettiği her şeyi riske etmeyecek akılda. Cemiyetin olgunluk dediği şey yani insanı şeytana uymaktan alıkoyan cevher, işte o; şeytanda cisimleşen arzunun kanatlanıp uçması sonucu geri kalandan başka ne olabilir ki. Bu bir olgunlaşma değil kaybedilenin ağırlığından kurtulan ruhun yeni halidir. Hepsi bu.
Düşünün! Demirkubuz’un Masumiyet’inde Bekir’i Uğur’a Uğur’u Zagor’a kul köle eden, o kahreden tutku, arzunun saf hali değil miydi? Bekir ellilerin sonunda Uğur’la o kahreden karşılaşmayı yaşasaydı böyle bir hikâye de yazılamayacaktı. Bekir’in tutkusuna can veren de, hayatında ne varsa hepsini - karısı küçük çocuğu işi gücü itibarı özsaygısı vesaire- bir kalemde silen ve onu iradesiz bir çocuk haline getiren cinsel enerji değil miydi? Onu orijinal bir karakter yaparken paçavra eden, ömrüne felaket saçan enerji. Var oluşuna sebep enerji. Olgunluk, arzunun yaratacağı felaketle araya konulan açının fonksiyonu belki de. Varlığınızdan taşan libidoya direnebiliyorsanız ne ala. Freud’un süperegosu karşısında İd’i alt edebiliyorsanız. Lakin kendinizi kandırmayın. Yaşlılıkta, tecrübe birikiminiz değil enerji eksilmesi olgunlaştırıyor insanı.
Cinsel enerji ile hayat enerjisi birbirinden ayrılabilir mi? Beden şarj edilmiş hissettiğinde koşmak, gezmek, konuşmak ve sevgiliye kur yapmak ve sevişmek ister. Güzel bir yemek yapmak, hikâye yazmak ya da bir internet uygulamasında hiç tanımadığın biriyle eşleşmek için bilgilerini algoritmaya yüklemek. Farklı amaçlar için lakin aynı enerji alanından beslenen hayat etkinliği. Bu nedenle aynı anda yükselen ve düşen enerji alanlarıdır ikisi de. Çocuklukta hayat enerjisinin içine gizlenmiş cinsel enerji, büyüme sürecinde açığa çıkıyor. Yaşlanırken biri azalırken öteki sabit kalmıyor. İkisi birden kaybolmaya yüz tutuyor. Bu nedenle cinsel enerji derken insanın üreme fonksiyonu gibi temel bir olgudan söz edilmiyor. Varoluş enerjisi bu. Bu nedenle hayatın ta kendisi.
BİR TRAJEDİ OLARAK YAŞLANMAK: PAPA HEMİNGWAY VE BAYAN STONE’NUN ROMA BAHARI
Yaşlanmaya başlamak bir trajedi. Söylendi. Trajedi varsa bir yerde mutlaka edebiyat ve sinema da olacak. Çok hikâye yazıldı çok film çekildi buna dair. Seksenli yıllarda bir Hollywood komedisi izlediğimi hatırlıyorum. Amerikalı evli bir kadın, gönül eğlendirmek için Paris’e geliyor ve orada ilişkiye girdiği bir Fransız ile başlarına gelmedik kalmıyor. Nihayetinde Teksaslı zengin bir adam olan kocası da olaya dâhil oluyor ve filmin sonunda artık son gençlik demlerini yaşayan kadın şöyle söylüyor kızına: “Heyecan güzel ama babanla sakin bir Pazar kahvaltısında sucuklu yumurta yemeği tercih ediyorum ben.” Kadın sakin bir hafta sonu kahvaltısında huzur isterken kocasına dair yetersizlikleri değil adamın iyi yanlarını öne çıkarmayı tercih ediyor. Gençliğinin provoke ettiği arayışı son bulurken yaşlanmanın getirdiği yeni bilgelik hali ile ilişkide yeni tatlar keşfedebiliyor. Bu hafif bir komedi filmi de olsa hikâyede tarif edilen şeyin hayatta karşılığı sahiden var. Yani olgunluk. Arzuyu arzulamanın baskısı ortadan kalkınca bu baskı altında ezilen görmezden gelinen başka değerler öne çıkıyor. Bu insana yeni bakış açısı sunarken aslında özgürleşiyorsunuz da. Söz geçiremediğiniz öz varlığınızın size dayattığı ne varsa kurtuluyorsunuz. Güzel olan bu. Ve fakat ah ki ah. Çelişki de burada. O kurtulduğunuz şey; hayatınızın tam da merkezinde yer alan, varoluşunuza anlam katan hatta varoluşunuzun bizatihi kendisi değil mi? Kaybettiğiniz aslında hayatın kendisi değil mi? Yaşarken ölümü tatmak bu olmalı.
Dokuz yaşında izlediğim bir filmi hatırlıyorum. 1976 TRT’sinde yayımlanan bir film. Artık beni nasıl etkilediyse adını hiç unutmadım: “Bayan Stone’un son ilkbaharı.” Film, yaşlanmakta olan güzel bir kadının Roma’da aşk ve mutluluk arayışını anlatıyor. Aklımda kalan ise son sahne: Artık geri dönülmez bir yola girdiğini idrak eden ve ne sanatçı olarak eski ününe ne eski güzelliğine ne de bedenini terk etmekte olan gençliğine bir daha kavuşamayacağını anlayan Bayan Stone, Roma’nın tehlikeli arka sokaklarında kendi ölümüne doğru yürür ve film orada sona erer. Henüz hayattayken ölümü yaşamak istemeyecek ve kendisini bir hırsız katilin eline bırakacaktır kadın. Şaşırarak 49 yıl sonra öğreniyorum ki bu eser Tennessee Williams’ın bir romanıymış. Adı da Mrs. Stone’un Roma Baharı. TRT’nin harika çevirmeni hikâyenin özünü derinden yakalayarak son ilkbahar adını koymuş filme.
Bayan Stone ile “Papa” Hemingway’in yolları kesişiyor. Biri kurmaca karakter öbürü ise XX. asrın en büyük kalemi bana göre ve gerçek bir hayatçı-hayatperest. Lakin trajedi aynı. Hemingway gerçek bir eylem insanı, hayat fışkırıyor damarlarından ve iliklerine kadar yaşıyor her anı. O yüzden belki hep bu coşkuyu ölümle test ediyor. Birinci Savaş’ta ölümden dönüyor. İspanya İç Savaşı’na Cumhuriyetçilerin safında neredeyse katılacak ki gazeteci olarak zaten cephede ve muhteşem bir roman yazıyor. Küba devrimine desteği nedeniyle FBI tarafından takipte. Afrika’nın zirvelerinde, Çin’in derinlerinde ve mümkün olan ve olmayan her yerde. Ve “Hareketi” kaybettiğinde kendisi için anlaşılır son eylemine kalkışıyor. Babasının yolundan giderek intihar ediyor. Hemingway gibi bir adam için hayat gündelik zorunlu faaliyetlerden ibaret değil. Arzunun olmadığı aynı zamanda yazıp üretemediği bir dünyada var olmak istemiyor. Çünkü bu aslında yaşar gibi yapmak. Fazlası değil onun için. 62 yaşında av tüfeğini eline aldığında belki biri çıkıp “daha vakit var!” diyebilirdi. Erken bir yaş çünkü. “Papa” için değilmiş demek.
Bedensel enerjinin yüksek, cinsel arzunun zirvede olduğu hayat evresinde yani gençlikte insanlar çeşitli sebeplerle intihar edebiliyor. Hayatla bağı kesmek için sayısız sebep ileri sürebilir müntehirler. Genç yaşta majör depresyona girip intihar edenler ya da müthiş bedensel enerjilerine rağmen ruhsal çöküntü nedeniyle kollarını kıpırdatamayacak durumda olanlar. Bunlar da var ve denir ya çeken bilir yaşadığımız çok daha hafif bunaltılarda bile neler yaşadığımızı hatırlıyoruz. Ama bu çukurdan çıkılabilir. Çünkü o çukuru inşa eden insanın kendisi. Kendi aklı. Bu çukur düzlenebilir. İnsan iyileşebilir. Hayatın anlamı hariç tüm bunaltan sebepler ortadan kaldırılabilir. Lakin hayat enerjiniz, dönüşü olmayan yolda tükeniyorsa, yaşlanıyorsanız işiniz pek kolay değil. Hemingway ve Bayan Stone’un işi hiç de kolay değil.
Enerji ve arzunun azaldığı hatta eski seviyeleri ile karşılaştırıldığında insana yok olduğunu hissettirecek kadar gerilediği bir hayata tutunmak nasıl mümkün olur? Yaşlanırken hayatta kalma arzusunu diri tutabilmek! Depresyonun sisli durgun denizinde dümeni kilitlemeden yol almak yani hayatta kalmak mümkün mü?
HAYATIN ANLAMI YOKSA YAŞLANIRKEN NE YAPACAĞIZ?
Albert Camus, Sisifos’ta noktayı koymuş: Hayatın anlamını yaratmak sizin işiniz; eğer anlamsız bir hayata katlanamıyorsanız. Amaç mı istiyorsunuz. Siz belirleyin. Dışarıda bir amaç yok. Anlam da! “Eğer annem ve babam öleceklerse yaşam tılsımını bulmam gerekecek.” Madagaskarlı Edebiyatçı Rabearivelo bir şiirinde böyle söylüyor.(1) Kendisi anlam arayışını 36 yaşında intihar ederek bırakmıştı ama. Şu gerçek ki Camus’yü, kitabın çıktığı 1942 yılından ne önce ne de bugüne kadar yalanlayan bir gelişme olmadı. Anlam ve amaç yok ise hayatta kalmak için neye ihtiyacımız var? Nazım ne yapıyor? “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak”tan bahsediyor. Yıl 1949. Üstelik mahpus! Hatta aynı şiirde “Tıraştan tıraşa bak yüzüne ve unut yaşını” da diyor. Ve ekliyor. “Kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir!” Şair hayata tutunmaya çalışıyor. Hayata kanca atıyor.
Hayatta kalmak için hayata kanca atmak için heyecan gerekiyor. Boyalı Kuş’un yazarı ve 58 yaşında hayatına son veren bir başka müntehir Jerzy Kosinski(2) “Heyecan yaşadığımız anda, hayatın kendisi de vardır.” derken bir bildiği olmalı. Bu heyecan anlık değildir. Zaman tahdidi içermez. Dışarıdan gelen bir taleple oluşmaz. İçseldir. İçeriden dışarıya taşan uzun soluklu bir enerji selidir. Lakin bu enerji seli de hayat enerjimizin bir fonksiyonu. Bu nedenle yaşlanmakla enerji kaybına maruz kalırken heyecanı diri tutmak hiç kolay değil. Bu durumda yapılması gereken mevcut enerji ile en verimli şekilde idare etmek. Bu da kolay değil. Mümkün lakin kolay değil. Bu enerji ile hayatla ilişki kurabilir tepki verebilir ve güçlü hissederek yaşayabilir hayatta tutunabilirsiniz.
Siyaset bu tepkiyi yükseltmek için bir araç olabilir mesela. Uzun erimli siyasi amaç için sonu gelmez gündelik ilişkiler kurarken enerjinizi yüksek tutabilirsiniz. Bu yaşlanmaya direnme iradesi, iyilik ve erdemi hedeflemeyebilir tabii. Bakın haber programlarına: Hayat enerjileri azalmış yaşlı ya da sınırındaki insanlar, nasıl da öfkeyle başka hayatlara çökmeye kalkıyorlar. İhtiyarlar nasıl gençlerin umutlarına hatta bilinçdışı bir yerden cinsel güçlerine çökmek istiyorlar.
Bir de yaşına başına bakmadan kendine Herkül ile Kazanova sentezi rol model inşa edenler var. Yılmaz Erdoğan’ın popüler TV dizisine bakın. Senaryosunu yazıp başrole de kendini uygun görüyor ve hikâyede artık altmışına gelmiş bir adama bütün genç kadınlar âşık oluyor. Sebep? Çok karizmatik, fena halde cool, bir o kadar efendi, merhametli, tadında gaddar, kısaca “erkeğin dibi” çünkü. İyi de aynalar pek de öyle göstermiyor. Erdoğan neden böyle bir senaryo kaleme alıyor? Sosyal medyada altmış yaş üstü erkeklerin genç kadınlara özelden yazdığı mesajları düşünün. Bir insan neden kendini bu denli düşürür? Bir cevap geliyor akla: Diğer tüm ahlak yetmezliği haller bir yana bedenin hafızası ve arzunun hatırası ne akıl bırakıyor insanda ne de hayâ. Uzun bir ömrün hafızası bedene yüklü iken enerji tankının ibresine bakmak yerine düşkün tavırlar içine girmek daha makul geliyor birilerine. Arzuyu arzulayamadığı halde hatırasının rüzgârı ile tetiklenmek de. Sonu, rezil-i rüsva olsa bile.
BİTEN HAYATA BAKIP İYİ Mİ OLSAK KÖTÜ MÜ?
Hayatı anlam katmak ve düşmüş enerjiyi yükseltmek için hayata kanca atarken kendine bir amaç inşa etmenin erdemle zorunlu ilişkisi yok ne yazık ki. Olsa, Dünya Erdem gezegeni olurdu herhalde. Ölüm, hayatın anlamını ahlakla ilişkilendirmiyor. Hayat bitiyor diye bir insan iyi olmak zorunda değil. Kötü de... Aynı önermeye iki ayrı sonuç cümlesi yazabilirsiniz. Ölüm varsa kötü olmanın anlamı yok. Vice versa. Ölüm varsa iyi olmak beyhude bir çaba. Her iki önerme de aynı derecede ikna edici. Bu nedenle Eski Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica, görevi sırasında başkanlık sarayında yaşamayı reddedip kendi anlam dünyasını herkesin saygısını kazanarak inşa ederken eski gerilla liderinin hayata tutunmak için kullandığı değerler sistemi ile mesela şatafat ve gösterişe boğulmuş iktidarlarıyla övünen popülist tiranların hayata tutunma gerekçeleri birbirine taban tabana zıt. Ancak görülen o ki her iki tutum da hayata atılan kanca olarak başarılı. Hiç mi fark yok peki. Olmaz olur mu? Fark şurada. Mujica’nın başka hiçbir insanın hayat enerjisinde gözü yok. Karıncanın belini incitmiyor yürürken. Ötekiler ise gezegenin enerjisini emerek ölümsüz olmak arzusunda. Tükenmiş arzularını buradan tamamlamaya çalışıyorlar.
HAYATA KANCA ATMAK
Hadi gelin kanca demişken bu aletle bütünleşen korsanlar âlemine geçelim ve tuhaf bir korsan hikâyesi anlatalım: John Ward, elli yaşında ak saçlı tıknaz ve beş parasız bir İngiliz gemici iken 1603 yılında isyan edip bir gemiye el koyar elli arkadaşıyla ve Akdeniz’in en korkulan korsanlarından biri olur. Kendini denizlerin Robin Hood’u gördüğüne dair rivayetler var. El koyduğu geminin adını Küçük John yapar. Ve sefalet içinde yaşayan bir gemici olarak hayatı bitmek üzere iken Haşmetli ve Kibirli Büyük Britanya makamları ile diplomatik yazışmalar yapacak kadar ciddiye alınan bir figüre dönüşür. Yetmişli yaşlarında öldüğünde Tunusta bir mermer sarayda yaşamaktadır. Ve denildiğine göre her korsanın hayalindeki gibi denize gömülür.(3)
Son olarak Osman Kavala ve dünya hapishanelerinde siyasi nedenlerle tutulan milyonlarca tutsaktan söz edelim. İtham edilen suçlara dair kimsenin fikrinin olmadığı ancak neden orada bulunduklarına dair herkesin aklında belli bir kanaatin bulunduğu ve mevcut iktidarlar iktidar olduğu sürece “demir kapının” üzerlerine sonsuza kadar kapandığı insanlar. O insanları hayatta tutacak kancanın nasıl ince nasıl narin nasıl kırılgan olduğunu hissetmemek mümkün mü? Belki o insanların ihtiyar yaşlarında hayatta kaldıkları her gün, onları hayatta tutan esrarlı içsel güç, gezegen insanlarının enerjilerine can suyu veriyor.
Bugün yaşamakta olan her yaştan sekiz milyarın üstündeki insanın tümü, bir gün ölecek. Büyük bölümü yaşlandıklarını görerek üstelik -eğer nükleer savaş ya da meteor felaketi olmazsa-.
Bugün o sekiz küsur milyardan her biri bilinmezin içinde dönen kâinatta bilinmezden gelip bilinmeze gidilen ara yolda, bu yola anlam katmak için her nefesinde düşünmeye devam edecek. Yaşlandıkça ve ölüme yaklaştıkça o kalan sürede hayata tutunmak için kendince sebepler yaratmaya çalışacak. Ta ki uzak olmayan bir gelecekte ölüm yenilene kadar. O halde o gün gelene dek Ömer Hayyam’ın şu dizeleri biz fanilerin kalplerini yaralamaya devam edecek:
Yarın bu bacaklar ayrılık dağını aşacak
Önümde şarap çek babam çek
Saçlarım ne güzel kar gibi ak
Yaş yetmişe vardı laf değil
İnsan bugün yaşamazsa
Ne vakit yaşayacak.(4)
NOTLAR:
(1) Adem Eyüp Yılmaz, Edebiyat ve İntihar, Selis Kitaplar, Ekim 2003, Syf 163.
(2) Age, Sayfa 243.
(3) Lamborn Wilson, Korsan Ütopyaları, Aykırı Tarih, Ocak 2005, Çev.Yurdakul Gündoğdu, Syf 55-58
(4) Ömer Hayyam, Yaş Yetmiş, Çev. A.Kadir.