iki zaman arası: 'gidemeyenler'

gözlerim kapalıyken gördüm annemi, 14 gecesini doldurmuş ay gibi. elinde su dolu bir tas, bir ölünün ardından dökecekmiş gibi. duruyordu orda, o kapıda zaman denen yas.

Google Haberlere Abone ol

Yıldız Çakar

toprak altında olmasın da varsın uzak diyarlarda olsun dedi annem, elbisesinin ucuyla gözyaşlarını silerken. sıkı sıkıya tembihledi sakın ölümden bahs etme, dönüşler hiçbir zaman geç değil diye. böyle çıktım yola, ağıt ile;

kalbim nasıl bir kalptir, uzağı ölüm diye yazmış.
kara bulutlar gibi bayrağını kapıma asmış
gurbet,
gurbet kimdir
ellerimi yüreğimden eden?

sesi! sesi ah ne hüzünlüydü annemin, her hatırladığımda o anı -sanki kilitli bir odada yıllarca kalmış da bugünü beklemiş gibi, öyle yaktı bağrımı -bir köz gibi. dikti gözlerini anılar, bir ağacı çöle diker gibi, ilmik ilmik bağladı kendini. uzaktaki kendinden geriye doğru ilmikleri çekerken, habire bir kör düğümde tökezleyip düşerken -düştüm sesinden;

nehrin sonu bir evdir,
rengi mavi.
bahçesi ışık,
içinde geçen
kalpten kalbe giden bir yol,

yüzüme uzun uzun bakarken söyledi; nerede olursan ol, bulur seni senden kaybolup giden!  böyle kayboldum zamanın nehrinde, karanlığın bütün tonlarını buldum bahçesi hüzün eken. içinden dışından geçtiğim yol, bilmediğim bir haritada habire bana yeni kaderler çizerken, ne annemin dileği bu, ne de kalpten kalbe gidilen yol bu. böyle yavaş yavaş döndüm hatıralar çemberinde.

çemberin içinde ben, toplaşmış mahalleden bütün ebeler. kim önce buluverecek kırmızı mendili. bağrışmalar, sevinçten. kapı kapılara bakar bizim mahallede. alçak duvarlı bahçelerden sesler. annem mercimekten ekmek yapmış, ekşimiş yoğurttan çorba. içine taze naneden de bir dal atmış. koştuk kan ter içinde. çardağın altına çöktük. mavisi koyu, kırmızısı eski kilimin üzerine. ince sofra bezini dizimize kadar uzattık, uzattık elimizi, annem gibi kokan ekmeğe. kaşık sesleri, bahçede öten cırcır böceği, sofrada kendi payını başkasına kaptırmış gibi kafamızın üzerinde  hızlıca uçan belalı kara sineği ve akşamın sonunda güzelim yorgunluk - ılık dağ melteminde dam üstünde yıldızlı geceyi -çemberin içinde hep benimle.

hep benimle, içinde bahçesi yediveren, sabahları ağızları açık mor hatmiler, akşamları davudiler. küçük bir çardağın altında serili o mavisi koyu, kırmızısı eski, her kış bir tutam püskülü dökülmüş yadigar kilim -annemin ellerinden nakış nakış işlendi hayat ağacı sadece resim diye.

resim deyince aklıma hep güneşin gölgeleri yuttuğu o paslı sarı ağustos gelir. sanki bayram günü gelmiş de habersizce kapımızı çalmış gibi. curcuna, koşuşturma, bir odadan diğer odaya değişen zaman. uzun, geniş ayaklı aynada -küçücük bir gülümseme bırakmak...

işte ilk resmimi, eski güllü köşkün boş arazisine yapılan o küçük fotoğraf dükkanında çekmiştim, annemin omuzlarına küçücük ellerimi dayayarak. o zamanlar buralarda öyle yerler yoktu. yoktu şaşalı vitrinler, parlak objeler, renkli afişler. sadece annemin siyah beyaz resmi gibi bir kaç resim vardı duvarda, sanki zamanı esir almış da duvara asmış gibi -öyle asılı duruyordu anılar. yola çıkarken yanıma aldığım bu an -sanki ellerim düşmüş o dağ gibi duran omuzlarından. niçin öyle bakıyorsun bana, ağlamaklı -sorular sorduğum bu siyah-beyaz kağıttan, cevap yok! oysa gözlerimle gördüm o anı. annemin örüklerinden tacı, içinde her gün yeni bir gün doğuyordu -güneşi, ayı, yıldız hep aynı olan!

hep aynı olanı arıyor göz, uzun, kasveti çok, başka bir toprağın akşamında. geçmek bilmiyor saat, geçerken ömür kendi bütün karanlık sokaklarında. sadece yol götürmezmiş insanı, insan da yolu kendine çekermiş -gözlerinin ağırlığıyla. böyle ağır ağır çektim -günleri takvimlerden. takvimlerden günler, ölüm haberleri ve düğün davetiyeleri ile.   

acısından haberi olmayan insanı, yürüyen bir cesede benzetirdi annem, gözlerimdeki yaşı elleriyle sildiği zaman. derdi; ağlamalısın, bazen kendin için, bazen de kendine benzeyenler için. böyle geçtim yüksek duvarlı mezarlıklardan; içinde ruhlarını aramaya çıkmışlar arasından. geçtim hasreti bileyen ömrümden, ne zamanki duysam annemin sesini -düşte en derinden, yitik olduğumu anlarım. anlarım ki acısından haberi olan insan, yürüyen bir cesetten daha fazladır.  

***

oysa küçücük bir evin göğüydü kalbim, içinde annemin sesi. sesi ah ne hüzünlüydü annemin, hüznü bir buluta benzetirken. başımı koyduğum dizlerinden, boncukları ipe dizer gibi bana hikayeler anlatırken;

unutma hüzün bir buluttur, o hep gökyüzünde gezer. nerede yolunu kaybeden birini bulursa orayı kendine mesken eyler.

mesken eyledi başımda kara bir bulut, düşlerimde hiç yeri olmayan. yüksek yüksek duvarların ardında kapısı büyük, bahçesi geniş içinde hiç tanıdık olmayan -leylaklar, zambaklar, kibirden başı gökyüzüne değecekmiş gibi duran kara çam. güneşi solgun, griden mat bu şimdiki zaman, yedi yabancı gibi tanımaz beni bütün duyularımdan.  

yalnızlığın şekil değiştirmiş hali, oturur yanı başına, ne söylersen söyle, duymaz seni hiç bir dilde bu uzak diyarlarda akşam. böyle takılıp kaldım, kaldım düşümdeki çemberde -yarı açık gözlerim ile. en kötü haberler, bazen ilk günkü gibidirler, cehennemi soğumuş olsa bile. böyle soğumuş bir ilkbahar akşamı, başımdaki hüzünlü kara bulut ile, döndük tekrar o ilk güne.  

hafifçe elimi uzattım -kalbimdeki karanlık odaların kapısına. eğilmeden, bükülmeden, pervazındaki asılı dualara dokunup öpmeden. annemin hikayelerindeki meleklerin kutsal izinlerinden geçmeden. geçmeden mavi kapılı bahçeden -annemi gördüm. üzerinde çiçek desenli, beyaz simden mor elbisesi, ışığını dünyaya verecek gibi öyle parladı gözlerimde. gözlerim kapalıyken gördüm annemi, 14 gecesini doldurmuş ay gibi. elinde su dolu bir tas, bir ölünün ardından dökecekmiş gibi. duruyordu orda, o kapıda zaman denen yas. yaz dedi annem, mektuplara hasret giderecek bir tutam söz ile. olur olur demeden, içimden ayaz yemiş bir ses, tasın içinde görüvermiş yüzünü küçücük bir gökyüzünde.

gül kokulu çocukluk mu, dedim,

hayır, uzağa giden yol dedi tasın içine bakarken. bir fırtına doladı ayaklarıma görünmez bir iple. koşacağım! ha gayret. dedim demesine..

çarptım ve tas dökülüverdi, içinde ayaklarım.