YAZARLAR

İhtimali sevmek

Gerçekle ilişkimiz, en büyük meselelerimizden. En ciddî hastalıklarımızdan. En onmazlarından. İktidar makamı hastalığı şiddetlendiriyor, çok tehlikeli evrelere vardırıyor. Bütün bedenlerini ve iç organlarını sardı, gerçekten kopma sendromları. Ve sonunda varoluşları, her fırsatta yeni metinle altyazı döşenerek internette dolaştırılan Hitler’li film sahnesine döndü.

Soyut düşünmeye sandığımızdan daha yatkın, daha alışkın olduğumuzu, arabaların çiğnediği, tanıdık tanımadık herkesin yırtıp içinden geçtiği gündelik yaşantımızda, ellenmez tutulmaz, alınıp satılmaz ağırlıkların ne çok bulunduğunu gösteren bir söz, “ihtimali sevmek”. Onu gündelik kültüre Yılmaz Erdoğan armağan etmişti; “senin beni sevebilme ihtimalini sevdim” diyerek. Öyle amaçlamış mıydı, bilmem, ama “ihtimali sevme”nin gerçekte ne sık yaptığımız, hattâ bazen hayat gayemizi bağladığımız iş olduğuna uyandırmıştı çoğumuzu. Öyle yapıyoruz: ihtimali seviyoruz, olması ihtimalini, olmaması ihtimalini, gelmesi, çıkması, gitmesi, gitmemesi ihtimalini. Aslına bakarsanız, çoğu korkumuz da çoğu umudumuz da bu işlemin ürünü.

Ilık yaz akşamında, kumsalda, usul usul sokulup çekilen dalgaların mayıştırdığı insanları birden klakson sesleri ve egzos dumanlarıyla yerlerinden sıçratmak gibi olacak, ama söylendiğinde ruhumuza, gönlümüze dokunan bir şeyleri canlandıran şu lafın anlattığı hali siyasette analiz aracı olarak kullanabileceğimizi ileri süreceğim.

İKTİDAR 'BAŞARILI'- NE BAKIMDAN?  

Günün muktedirlerinin, özellikle birinin iktidarda kalmak için kullanabileceği araçlar tükendikçe düştüğü açmaz belirginleşiyor. Bugüne kadar iktidarını korumak -sadece korumak da değil, genişletmek, derinleştirmek, rakipsiz kılmak, vs.- için türlü yol bulabilen Tayyip Erdoğan -ve ekibi- artık sadece rakiplerinin muhtemel beceriksizliklerine, işbilmezliklerine, takıntılarından kaynaklanacak kısıtlanma ve kilitlenmelerine bel bağlayabiliyor. İhtimale bel bağlamak… Çünkü memleketin ve toplumun çelişkili gerçeğini küçümsediler. Gerçeğin çelişkili olabilişini küçümsediler.

Kabul etmeliyiz ki, karşımızdaki, dünya siyaset tarihinin en başarılı iktidarlarından biri. Ölçütü ne, ne bakımdan başarılı? Kendi hayat amacı bakımından. Şu: İktidarı tekelinde toplayabilme ve zorlu koşullara rağmen sürdürebilme. Böyle bir iktidarı sosyal adalet, yoksulluğun giderilmesine yönelik ekonomi, vatandaşlara haklar, özgürlük, devlete hukuk, vs. açısından değerlendirmeye kalkmayacağım, izninizle. Bu konuların konuşulabileceği muhatap değiller artık.

Böyle bir başarı ölçütüne göre, meselâ dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı liderlerinden biri -intiharî son hamlesine kadar- Adolf Hitler’dir. Sosyalist devrimin eşiğinden dönmüş, okuryazarı, örgütlü işçisi bol, gelişkin, kültürlü bir toplumu hem insanlık dışı hem olmayacak bir hayalin peşine takıp ne aklın ne vicdanın kabul edebileceği işlere -ve mahva- sürükleyebildi. Sonunda da o toplum onu devirmedi, savaşta yenildi.

Başarının, kendiyle kaim, menfur ölçütlerine göre AKP’nin bir bakıma Nazi partisinden daha başarılı olduğunu da öne sürebiliriz. Çünkü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (evet, Nazi partisinin asıl adı budur, Nazionalsozialistische Deutsche Arbeiterspartei = Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi, orijinal kısaltması NSDAP), hareketi sahiden anti-kapitalist zanneden radikallerin tasfiyesi dışında önemli değişime uğramadı, buna karşılık AKP’nin kişilik, kimlik, bünye, konum ve “icraatın içi” bakımından, ittifakları bakımından bürünmediği sûret, oynamadığı rol, yapmadığı taklit, giymediği kılık kalmadı. İlan edilmiş kuruluş felsefesinden, yaklaşımından, siyasetinin içeriğine, hedeflerine, dahası, bizzat kişi kişi kurucularının bir kısmına, kudret ve kuvvet ve mutlak iktidar getirmeyeceğine hükmettiği her şeyi döke saça, çöpe atarak, yakarak, çiğneyerek, yok edemediyse mundar ederek ilerledi.

DÖNÜŞÜM  

Hitler’in partisinin karşısındakiler onun ne olduğu konusunda muazzam riyakârlık, içindeki bir radikal grupsa büyük yanılgı içindeydi. AKP ise, bir iddia ve yaklaşımın taşıyıcısı olarak ortaya çıkmakla birlikte, ne olduğuna ve olacağına dair berraklıktan kaçınarak, hasımlarının da büyük katkısıyla dikilen duvarlar ardında yaratılan bulanıklığı beceriyle sürdürerek, kendi içindeki güç mücadelesinin seyriyle paralel olarak, zamanla en başta kendi iddiasına ihanet etti, kendisinden beklenen kötülüklere ürke korka, yavaş yavaş cüret ederken, beklenmeyen yenilerini doymak bilmez iştiha ve taze enerjiyle yürürlüğe koydu. “Ne de olsa mütedeyyin insanlara dayanıyorlar” zannıyla, en azından devlet eliyle yapılan kötülüklerde indirim bekleyenlerimiz, fena halde hayal kırıklığına uğradık, zira şu ana kadar ikiyüzlülüğüyle, ilkesizliğiyle, seviyesizliğiyle, hukuksuzluğuyla, adaletsizliğe düşkünlüğüyle meşhur Türk sağında bile benzeri az görülmüş kötülük örnekleriyle karşılaştık. Kirli işlerin kaynaklarına yaklaştığında midesi bulanmayan muktedirler, bu yaklaşmanın keyfine vardılar, niyetlerinin adaletsizliği gidermek değil, adaletsizlik yapabilme kudretini ele geçirmek olduğunu inkâr edemeyecekleri yere kadar ilerlediler. Ve bütün bu değersizleşme/değersizleştirme süreci boyunca, yolaçtıkları hiçbir felaketin sorumluluğunu almadılar. “Devlet olma”nın barındırabileceği bütün olumsuz karakter özelliklerini tevarüs edip bizzat kendi karakter özellikleri kıldılar. Artık sadece tahakküm, eziyet, baskı ve çıkar mekanizmasına dönüştüklerinde, bu mekanizmaları önceden beri yürütenler dışında sırtlarını dayayabilecekleri kimse kalmadı.

'DÜNYA' BİZİ DİNLEYECEK!

Esas mevzumuz bu olmasa da AKP-MHP-devlet koalisyonuna geliş sürecimizi hatırlamamızda fayda var. Dikkati çekmek istediğim konu, bu süreci mümkün kılan ideolojik örtü. Elbette hiçbir ülkede hiçbir siyasî kadro çıkıp, maksadını, “Size din satarak kendimizi zengin edeceğiz, kim hoşumuza gitmezse de ona bin türlü eziyet yapacağız,” falan diye ilan etmez. AKP de Türkiye’nin “dünyadaki yeri” motifini kullanışlı siyasî-ideolojik propaganda ürünü haline getirdi. Fetihler yapılacak, postalar konacak, “İslâm âlemi”ne önderlik edilecek, “dünya” artık “Türkiye’nin” sözünü dinleyecekti. Bunun “Türk’ün sözü”ne dönüşmesinin kaçınılmazlığı başından belliydi, nitekim öyle oldu. Ve, varan 1! Memleketimizin İslâmcı ahalisi “Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi” yolunda deli gibi koşmaya başlanmasına en ufak itirazda bulunmadı. Aksine, takım elbiseleri yenilenir, evleri, arabaları güzelleşirken, bu koşuya heyecanla, şevkle katıldılar.

Ayrıca anlaşıldı ki, eski imparatorluk topraklarında gözü olan yalnız bunlar değildi. AKP’ye fena halde bozuluyor gözüken muhaliflerimizin epeycesi de şu “Türkiye’nin dünyadaki yeri” meselesinde utangaç destekçi tutumunu benimsiyordu. Yine de esas beklenti, Türk, yani Sünni, yani Hanefi çoğunluğun topluca bir İbrahim Karagül’e dönüşmesiydi ki, ara ara bu sanki böyle olacakmış gibi rüzgârlar esti.

'BÖLGE'NİN FETHİNDEN FİYAT ETİKETLERİNE  

Heyhat! Atılan muazzam fetih nutuklarıyla dön dolaş gelinen yerin yine Kürtler üzerine sefer olduğu ortaya çıkıverdi. Önce memleketin bir bölümü yeniden fethedildi. Postmodern akınlarla: Dershanelerde yeşil tahtalara, sokaklarda duvarlara, sağlam kalmış pencere camlarına, yatak odalarında aynalara aylar yıldızlar, üç hilaller çizilip sloganlar yazılarak. Sonra kurt işareti yapan resmî üniformalı askerlerin kullandığı askerî araçlar ulusal sınırı aşmaya başladı. Kürtleri sınırdan sürme dışında, zeytinyağı gibi ganimet, fakat buna karşılık maaş ödenmesi gereken binlerce milis gibi “getirileri” olan harekâtlar birbirini izledi. Fakat esas beklenen “getiri” elde edilemiyordu. Komşu ülke topraklarında fetih çağrışımlı askerî harekâtla sağlanan popülerliğin ömrü bir-iki ay bile sürmüyordu. Kala kala yine “Kandil’i bitirme” ihtimali kaldı. Fetih ihtimalinin yanında fazla beylik ve ufak kalıyordu, ama elde kalan da buydu. Yine olmadı.

Zorunlu ihtiyaç maddelerinin fiyat etiketleri karşısında donup kalmış, şok içerisindeki insanlar, yine komando alayı sözcülerine dönüşen haber spikerlerine kulak vermek üzere başlarını kaldırıp tv ekranlarına bakamadılar. Onlar “dünya”nın “Türkiye’nin” sözünü dinlemesi ihtimalini sevmişlerdi. Doların sekiz lira olduğu gün ya da on lirayı geçtiği sabah ya da on yediye çıkıp on iki buçuğa düştüğünde bu ihtimali sevmenin pek akıl kârı olmadığını nihayet birbirlerine itiraf ettiler. Aslında ABD başkanlığına yükselebilmiş bir şımarık, küstah, beyaz ırkçısı, dalaveracı işadamı, “Aptal olma, ekonomini mahvederim!” mektubu yazdığında, en geç, sözkonusu ihtimalin yalnız akıl kârı olmamakla kalmayıp ihtimal dahi olmadığını fark etmeleri gerekirdi. Ya da Rusya durup durup Suriye’de otuz üç askeri birden katlediverince, tafrasından geçilmeyen bütün o zevat sus pus olduğunda. AKP önderliğinin marifeti, kimin kendilerinden vazgeçemeyeceğinin hesabını iyi yapmaktaydı. Ancak marifet sonsuza kadar iltifata tâbi değil işte. Gün geliyor, simit beş lira oluveriyor.

GERÇEKTEN KOPUŞ 

“Millet”in “hassasiyetleri” konusunda uzman tedarikçi ve hokkabazlar olan sağcı siyaset erbâbı, suç işlememiş insanların binlercesini sorgusuz sualsiz senelerce hapse atabilmeye bile imkân veren dizginsiz tahakküm kapasitesinin câzibesine öylesine kapılmıştı ki, dehşet ve şehvet masallarıyla oraya buraya sürükleyebildikleri kimselerin yemesi içmesi gerektiğini, çocuklarını okutmak istediklerini unutuverdiler. Burada bir etken de, hızlı ve aşırı zenginleşmenin fırsatçı-çıkarcı iktidar mensuplarını görmezleştirmesi. Onlara hayat pahalı görünmüyor ki! Ucuz espri gibi duruyor, ama bu etken şu anda gerçeğimizin önemli parçasıdır; analiz aracıdır.

Gerçekle ilişkimiz, en büyük meselelerimizden. En ciddî hastalıklarımızdan. En onmazlarından. İktidar makamı hastalığı şiddetlendiriyor, çok tehlikeli evrelere vardırıyor. Bütün bedenlerini ve iç organlarını sardı, gerçekten kopma sendromları. Ve sonunda varoluşları, her fırsatta yeni metinle altyazı döşenerek internette dolaştırılan Hitler’li film sahnesine döndü. O sahnede komutanlar Hitler’e taze hezimetleri aktarmak zorunda kalırlar, çarptığımın Führer’i de askerî vaziyetin aslında kendisinin sandığı gibi olmadığını idrak eder.

İktidardakiler şunu idrak edemiyor: Atıp tuttuklarıyla coşku sellerine sürüklenen “millet”, o bahsettikleri ihtimalleri sevmişti. Libya’nın Yeni Osmanlı sömürgesi yapılabileceğine sahiden inanan kaç kişiydi? Vardır, cahil toplumuz. Ama esas büyük kitle, Libya hakkında hot zot edilmesini ve bunun çağrıştırdığı ihtimali seviyordu. En aptal faşist bile, bir daha paraşütle atlamış Rus pilotunu vurmaya kalkarsa olabileceklere dair fikir edinmiş olmalı. Eğer iktidardakiler ideolojik propaganda aygıtlarına hiç değilse bir gıdımcık vasıflı kimseleri yerleştirebilselerdi -ki, bu yapısal olarak imkânsız, biliyoruz, çünkü elde yok, çünkü o kafayla olamıyor- belki ihtimali seven millet bir süre daha onların kurduğu oyuna katılmayı isterdi. En azından sonraki basamaklarda neler olacağını merak ederdi. Oysa bu oyunda ilk basamaktan öteye geçilemiyor, dönülüp dolaşılıp Kürtler bombalanıyor. Uluslararası politikaya katılım da, sevimsiz ihtimaller geçidinde yalpalayarak gerçekleştirilebiliyor. “Milet”se kamptan kaçmış Suriyelileri kovalayıp yakalıyor, linç etmeye çalışıyor.

İktidarın sunabileceği ihtimal kalmadı sevilecek.

Ama kendisinin sevebileceği ihtimal var: Bir masanın çevresinde, askerî üniforma giymiş poz veren altı kişi.