İdil Başural: Kahramanların genelinin erkek olması tesadüf değil

İdil Başural ile 'Soytarı' kitabını konuştuk. Başural, “Kahramanlardan nefret ederim. Toplumların da, bireylerin de kendini gerçekleştirmesindeki en büyük engellerden biri bu kahramanlar" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İdil Başural'ın ilk romanı 'Soytarı', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitapta yıllardır Paris’te yaşayan, orta yaşın eşiğindeki bir kadın, genç bir erkeğe tutuluyor ve bu aşka, hayal kırıklıklarıyla dolu bir geçmişin telafisi gibi sarılıyor. Bu aşk, kadın için hayatının en önemli konusu olunca da işler sarpa sarıyor.

Kitap okuyucuya ressamların, sanatsal mekanların ön planda olduğu bir Paris turu vadederken, birçok konuyu da kendi içinde tartışmaya açıyor. Başural kitapta, kadına yönelik psikolojik şiddeti, görüp de susulanları, düşünmeden kabul edilenleri, kahraman olarak görülenleri okurun yeniden sorgulamasını istiyor. 

İdil Başural ile ilk kitabı ‘Soytarı’yı konuştuk.

‘Soytarı’, orta yaşlı bir Türkiyeli bir kadının gönül verdiği, genç Ermeni asıllı Türkiye’de yaşamış bir gencin hikâyesi olarak başlıyor. Böyle bir konuyu işlemenizin nedeni neydi? Ben yaşlı erkek, genç kadın ilişkisini reva gören insanların, genç erkek yaşlı kadın ilişkisini onaylamadıkları için olabileceğini düşündüm.

Aslında bu romana başlarken asıl meselem bir aşk ilişkisinden ziyade yaşlılık ve yaşlılığın günümüzdeki anlamıydı. 21’inci yüzyıl genel anlamda kadın bedeninin nispeten özgürleştiği, daha doğrusu sık sık bedenin artık bireyin kontrolünde olacağını vadeden bir dönem oluyor. Kürtaj hakkı, anne olmama ya da ileri yaşta annelik, cinsiyet değiştirme ameliyatları derken geç de olsa tıp dünyası, en azından batı toplumlarında, bu taleplere gittikçe daha fazla kulak veriyor, bir şekilde kendini bu taleplere adapte ediyor. Fakat kadınlar için yaşlılığın, daha doğrusu yaşlanmamanın, yaşlanmaya karşı koymanın, bir tercihten öte zorunluluk olarak bu bedeni kontrol etme furyasının bir parçası halinde dayatıldığını düşünüyorum. ‘Benim bedenim benim kararım’, ‘yaşlanmak istemezsem yaşlanmam’, ‘80 yaşında da 30 yaşındakilere taş çıkarırım’ gibi kazanımların yanlış yorumlanmasının sonucu bir söylem ortaya çıktı. Kadın bedenine böylesi bir zamanı durdurma sorumluluğunu yüklemek çok acımasızca geliyor bana. Bu süreç, özellikle yaşlanmanın ilk belirtilerini hissettiğimiz geçiş süreci kadın için daha sancılı ve daha savunmasız geçiyor.

ERKEK RAHAT YAŞLANIYOR PEKİ KADINLAR?

Bunu biraz daha açar mısınız?

Toplum bir kere sizi yalnız bırakıyor. Belli bir yaşı geçmiş tüm kadınlara hadsiz bir jinekolog, bir işveren, bir komşu ya da bir akraba yani illa birileri mutlaka hatırlatıyor gönlünüzce yaşlanma hakkının olmadığını. Sağlıklı bir hayat değil bu dayatılan, daha önemlisi seçilmiş bir hayat değil, sadece maruz kalınan bir hayat. Erkek yaşlanması hala daha kabul edilebilir bir durum. Zira onların daha az böyle endişeler yaşadığını hepimiz görüyoruzdur. Erkeklerin arkasında bu denli bedenlerine kafa yoran, daha doğrusu kafayı takmış, bir tıp ordusu ve beklenti içinde bir toplum yok! Çoğu da hala ‘erkekler daha geç çöküyor’ gibi sanrılarla özgürce yaşlanma haklarını elde tutuyorlar. Halbuki tıbbi destekleri de daha az olduğu için bugün erkek yaşlanması, bence kadınlarınkine nazaran çok daha görünür ve artmış durumda. Sadece bizim kadar bu meseleyle meşgul olmak zorunda kaldıklarını düşünmüyorum. Bu yüzden özellikle genç bir erkeğe aşık olmuş yaşlanmakta olan bir kadının hikâyesini anlatmak istedim. Bu mesele hem Fransız hem Türk toplumunda beni çok rahatsız eden, dünya kadınlarını da ilgilendiren bir mesele bence. Hayatta ilgilenilmesi gereken daha mühim konular varken kadın bedeninin sınırlarına bu kez de böyle bir stratejiyle hapsedilmeyi ben kabul edemiyorum, birçok kadının da etmeyeceğini düşünüyorum, böyle ummak istiyorum.

Mühim konular derken kast ettiğiniz nedir?

Mühim konular derken de kast ettiğim kesinlikle vatana millete hayırlı olmak, bilimle, sanatla uğraşmak, çok büyük işler başarmak değil. Nasıl göründüğünü umursamadan gönlünce eğlenmek mesela, gönlünce istediğin yerde kahkaha atmak, utanmadan zevk almak, koşmak, düşmek, bisiklete binmek, balık tutmak, bunlar mühim meseleler benim için. Bu sıradan, basit eylemler hayatı yaşanabilir yapıyor zaten.

'HAYATINDA DELİLİĞİ HİSETMEMİŞ HERKES KÖTÜLÜĞE DAHA YATKINDIR'

Orta yaşlı bir kadının, genç adam başkasını severken ona karşı hissettiği tutkulu aşk ve kurduğu hayaller hastalıklı bir ilişkinin emaresi mi?

Hastalıklı bir ilişki mi, birçok açıdan evet. Fakat bence hiç hastalık tatmamış bir beden nasıl ki en ufak mikroba karşı bağışıklık geliştirmemiş, zayıf olacaksa insan beyni de öyle. Hastalıklı duygular hissetmemiş, hayatında deliliği hissetmemiş herkes kötülüğe çok daha yatkındır gibi geliyor bana. Önemli olan bu hastalıklı duyguları nasıl yaşadığımız ve atlatabilmemiz.

Soytarı, İdil Başural, 236 syf., Everest Yayınları, 2022.

Kitap’ta Paris havası alırken, sanatçılardan da bahsediyor, Picasso’yu anıyorsunuz. Kitabı Claude Marguet’ye ithaf etmişsiniz. Nedeni ne?

Picasso benim için her zaman işlerini beğenmekten hicap duyduğum bir figür oldu. Büyük bir yeteneğin korkunç bir kibir ve mizojiniyle gölgelenmesi çok üzücü geliyor bana. Paris havası da ilk roman için kaçınılmazdı sanıyorum. Çok farklı şehirlerde yaşadım ama yetişkinlik hayatımın çoğu Paris’te geçti. Claude Marguet ise Paris’ten çok sevdiğim bir dostum ve ilk editörüm. Başka bir dilde okumayı da yazmayı bana sevdirdiği için ilk kitabımı ona ithaf etmek istedim.

‘Soytarı’, yapıp ettiklerimizi, doğruları yeniden sorguladığımız bir roman. Çoğu zaman küçümsenen saray soytarısının bile aslında padişaha doğruları söylemekten çekinmeyen biri olduğunu dikkat çekiyor karakteriniz Gregory. Bu kitap kendi doğrularınızı sorgulamanızın bir ürünü mü?

Bir anlamda öyle tabii. Ben değişmeyen doğruları olan, ‘ben böyleyim’ci insandan çok korkarım. Ben kendimi sürekli şekilde sorgular halde yaşadığım için benim mutlak doğrularım hiç olmadı, doğrularım ben onları yakalayamadan hep çabucak değiştiler. Hiçbir zaman Gregory kadar umursamaz ve dalgacı olamasam da ona çok yaklaştığım, fazlaca sinikleştiğim, tüm değerlerimi kaybettiğimi hissettiğim zamanlarım oldu. Sonra hayat insana bu kadar alaycılığın aslında umutsuzluk ve çaresizlik hissini bastırmak için ortaya çıkmış bir kamuflaj olduğunu da öğretiyor ama. İnsan kaybedecek bir şeyi olmadığını düşündüğünde ya da daha kötüsü olanı değiştirmeyeceğine inandığında aslında umursamaz olmaya, her şeyle alay etmeye başlıyor.

Kitapta James Joyce Ulysses’nin ‘Kim Seçti Bu Yüzü Bana?’ sözlerini de kendinize şiar ediniyor başkarakteriniz Gönül. Bu kendini tanımama hali aslında modern dünyanın hızına yetişmeye çalışan insan için bir farkındalık düşüncesinden mi kaynaklanıyor? Yoksa ikiyüzlülüğümüze mi bir gönderme olarak değerlendirilmeli?

Bu yüz-maske meselesine yıllarca akademik olarak da kişisel olarak da çok kafa yordum. İnsan bence başkası olabilendir, öyle olmalıdır. Hayatı boyunca aynı kalmış, başkalaşmamış insan bir şey yaşamadan takvimleri devirmiş olabilir ancak. Rimbaud’nun meşhur ifadesi ‘Ben bir başkasıdır’ (Je est un autre), her ne kadar çeşitli şekillerde yorumlansa da benim için insanın ömrü boyunca dönüşebileceği bu uçsuz bucaksız ihtimalleri temsil ettiği için kendime çokça tekrarladığım bir söz oldu hep. Maalesef günümüzde bu ötekileşmeye, dönüşmeye fazla tolerans yok! Ne isek o olmalıyız, illa kimsek öyle davranmalıyız gibi hafif bıçkın bir beklenti var. Bir yandan da özellikle sosyal medyanın da etkisiyle hepimiz bir anlamda kendi temsilimize dönüştük. Bu temsilin içeriğini yani kimliğimizi biz belirliyoruz tabii ama herkesle paylaşıldığı ve herkesin beğenisine sunulduğu için bu kimliği başkalaştırmak da kolay olmuyor. İlla bir tane bizi temsil eden ve hiç fire vermeyen, her hareketi herkes tarafından görülebilen, takip edilen bir kimlik, bir yüz isteniyor bizden. Bu ortamda da ikiyüzlülük, hele döneklik çok da üzerine düşünülmeden öcü gibi gösterilince de çok gülüyorum ben. Keşke dönek olacak cesareti olabilse de her insanın, yanlıştan gocunmadan, kolayca dönebilse… Bambaşka bir dünyada yaşıyor olurduk şimdi.

'KAHRAMANLARDAN NEFRET EDERİM'

Gregory sadece gazetecilikte değil, edebiyat alanındaki düşünce suçlularının zamanla dünya çapında kahramanlık elde ettiğini ama bu düşünce yüzünden yazdığı metinlerinin irdelenemediği, yazını vasat olsa da kutsal kabul edildiğini söylüyor. Ortamdaki çoğu kişi de kızıyor. Bu olaydan hareketle dokunulmazlıklar hepimizi fanatik mi kılıyor?

Ben kahramanlardan nefret ederim. En sevebileceğim dönem, çocukluğumda dahi hiçbirini sevmedim. Toplumların da, bireylerin de kendini gerçekleştirmesindeki en büyük engellerden biri bu liderler, kahramanlar, önderler, kurtarıcılar, ulular bana göre. Kibir ve güç arzusuna kapılmış birtakım şahısların kendini ‘feda ederek’ toplumda minnet uyandırması, toplumun bu borçlu halini de kendi şöhretine dönüştürmesi bana samimiyetsiz geliyor. Kahramanların genelinin de erkek olması, kadınların bu kahramanları alkışlayan figüranlara dönüşmesi de hiç tesadüf değil. Kahramanlar eşitliğin olmadığı, bireylerin sesini duyuramadığı, çoğunluğun kendini eli kolu bağlanmış ve çaresiz hissettiği ortamda palazlanan fırsatçı ve çoğunlukla ayrıcalıklı karakterler. Herkesin sesini duyurabildiği bir toplumda zaten kimsenin ‘durun ben sizin adınıza konuşurum’ diyen işgüzarlara da ihtiyacı kalmayacaktır.

'BİR ANLAMDA OTOBİYOGRAFİK BİR ESER DİYEBİLİRİZ'

Yüksek lisansınızı halen doktora öğrencisi olduğunuz Paris Sorbonne Üniversitesi İletişim ve Edebi Çalışmalar Bölümü’nde tamamlamışsınız. Gönül karakterinin de eğitimi bu anlamda size benziyor. Gönül kitapta, "Okunan onca şiir, onca roman, bir edebiyat doktorası ve hiç cesaret edilemeyen bir yazarlık kariyeriyle üzerine kamuflajı geçirip ömrünü inandıkları uğruna dağlarda savaşmaya adamış ve çoktan yenilmiş bir gerillaydım sanki" diyor. Siz de kendinizi bazen böyle mi hissediyordunuz kitaptan önce? Bu kitap size güç mü verdi?

Gönül’le benzer bir eğitim hayatımız var, ikimiz de Türkiye’de doğup genç yaşta Fransa’ya gelmişiz ve ikimiz de iki ülkenin de vatandaşıyız. Benim de kimlik anlamında bocaladığım, hayatta kim olduğumu sorguladığım zamanlar oldu, bu anlamda otobiyografik bir eser diyebiliriz ‘Soytarı’ya. Ben de Gönül gibi bilginin her şeyden üstün olduğu, bu bilginin de akademiden geçtiği varsayımıyla büyütüldüm. O anlamda benzer hayal kırıklıkları yaşadığım söylenebilir. Etrafımı saran, bilgiyle sosyal medya paylaşımları üzerinden, daha yüzeysel ama daha pratik ilişki kurabilmiş yaşıtlarımın arasında biraz yaşlı, bir önceki nesle ait hissettiğim de oldu. Fakat ben henüz Gönül’ün yaşlarına gelmedim, onunla aynı telaşlara, hayatımın tükendiği duygusuna kapılmadım ya da bedenimde benzer değişimleri yaşamadım. Daha çok ileride ne olabilirim, neye dönüşebilirim diye düşünerek Gönül’ü buldum. Ona kendime olduğum kadar acımasızdım. Yine de kendime gösterdiğim kadar şefkat de göstermeye çalıştım.

Kitabın bir yerinde Gönül'ün lise arkadaşı Tamer karakteri üzerinden kadınlara yapılan taciz, psikolojik şiddet üzerine de okuyucuyu yeniden düşündürüyorsunuz. Sizce kadın hakları konusunda hala ikiyüzlü müyüz?

Evet. Özellikle Türkiye’de herkesin kendi mahallesinden olanı koruma refleksi korkutucu boyutta. Kadınların yakınlarındaki şiddet faili erkeklere ses çıkaramamaları, belki cesaret edememeleri, güçlerinin hayır demeye yetmeyeceğini düşünmeleri beni bir kadın olarak çok üzüyor.

‘Soytarı’ bence çok cesurca yazılmış, içinde imgelem ve edebi göndermelerin, alt metinlerin yoğun olduğu bir kitap. Size gelen eleştiriler, yorumlar nasıl?

Henüz çok fazla dönüş almamış olmakla birlikte, aldığım dönüşler dediğiniz gibi kitabın yoğun olduğu yönünde. Hevesle bekliyorum hala gelecek yorumları.