YAZARLAR

Hukuk 'bittikten' sonra hukuk

Bugün Türkiye'de hukuk uygulamalarıyla belirsizliği ilişkilendirmek hata ihtimali taşıyor, suç kılınmış eylemin ne olduğunu herkes iyi biliyor çünkü. Zaten hep mi böyleydi? Barış Akademisyenleri'nden hukukçu Kasım Akbaş, usanç ve yılgınlık yaratan “hukuk bitti” zamanlarında “başımıza gelenin” adını koyuyor, “iradenin iyimserliğiyle” önerilerde bulunuyor.

Dava'da sis sayfalarda gezer. Doğum gününün sabahında, “kötü hiçbir şey yapmamasına rağmen” tutuklanan Josef K. bir bilinmezin, bilinemezin ortasında bulmuştur kendini. Neyle suçlandığını asla öğrenemeyeceği derme çatma mahkeme salonlarından dışarı bakıldığında, sadece en yakındaki binanın damını görmeye izin verir sis. Bazı salonlarda çiğ gün ışığı pencereden süzüldüğünde, içerideki sis konuşanları görünmez kılar. Dışarıda olduğu kadar, içeridedir de.

Hukuk eğitimi alan, hayli gözlem biriktirecek kadar stajyer avukatlık yapmış, mesleğine bir sigorta şirketinde devam eden Kafka'nın yazar olarak geride bıraktığı her satır, kudreti bugün de baki farklı tefsirlere müsait. Josef K.'nin başına gelenler üzerinden totalitarizmin, modernite makinesinin, kapitalist devlet aygıtının işleyişi izlenebilir, dini motifler tercüme edilebilir, psikanaliz filtresinden değerlendirilebilir. Türkiye'de yargı sisteminin işleyişinden, hele son yıllarda “hukukun bittiğinden” konuşurken Kafka'nın Dava'sına dokunmak ise neredeyse bir banallik taşıyor artık. Aşındı, yetmez oldu çünkü. Absürt ve kabusvari insanlık durumlarına kendi adını vermiş yazarın bu edebi şahikası, tecrübe edilen kuralsızlığı, izansızlığı, akıl dışılığı dile dökerken kâfi gelmiyor. Alegori yok artık, ölmüş. Aslında ölmemiş; habis bir ur gibi büyüyerek gerçeğin cismini ele geçirmiş, kendisi gerçek olmuş.

Hukukçu Kasım Akbaş, Barış Akademisyenleri yargılamalarından söz ederken Dava'yı anacak olduğunda, böyle “sıradanlaşmış” bir yola saptığı için o da izahata ihtiyaç duyuyor. Ne yazık ki hakikat bu. Akbaş, romanda ressamın K.'ye, bir kez dava açtı mı mahkemenin sanığın suçluluğuna inandığından, fikrini değiştirmenin neredeyse imkansızlığından söz edişini hatırlatıyor. “Burada tüm yargıçları yan yana çizsem ve siz kendinizi şu tuvalin önünde savunsanız, kesinlikle mahkemedekinden çok daha başarılı olursunuz” diyordu ressam. Barış Akademisyenleri davaları görülürken Anayasa Mahkemesi'nin kararına kadar alt mahkemelerden sadece bir muhalefet şerhi kayda düşmüştü. Akbaş, “İnsan o kadar da değil diye düşünüyor. Fakat aslında yaşanan tam buydu” diyor, “Onlarca heyette, yüzlerce hâkimin görev yaptığı yargılamalarda tek bir muhalefet şerhinin çıkmasını, Kafka romanlarında arayabiliriz. Ama hatırlayalım, Kafka'nın eleştiri konusu irrasyonalite değil, aksine modernite ve onun rasyonalitesidir.”

 

HUKUK VE BÜYÜBOZUMU

Bugün Türkiye'de hukuk uygulamalarıyla belirsizliği ilişkilendirmek hata ihtimali taşıyor, yoksa ülke hukuk tarihinin en “belirli” dönemini yaşıyor olabiliriz. “Suç”, daha doğrusu suç kılınmış eylem türü belirsiz değil. Hayatta hiç “mahkemeyle” işi olmamış yurttaş dahi sosyal medyada ne paylaşırsa, kamusal alanda ne derse başına ne gelebileceğini kestiriyor. Yazılı kuralların değil keyfiliğin, delilin değil hükmedilmiş cezanın mümkünatını biliyor. Nüfusun geniş kesimi temel hukuk terminolojisine hâkim, iddianame okumak hiç hukukçulara özgü bir faaliyet değil artık. Üst mahkeme mi tanınmamış, üç kere beraat eden mi tekrar tutuklanmış, en önemlisi de ne olsa şaşırmıyor. Adil yargılanma hakkı için bir avukat, Ebru Timtik, öldü bu ülkede; sarsmıyor.

Diğer yandan bugün hukukun bittiğinden konuşmak, bir dönem hukukun “var olduğu” kabulünü içeriyor. Daha evvel siyasallaşmamış, sermayeden yana yahut tamamen “erkek” kararlar alınmamış, yahut kuvvetler ayrılığı hayata hep mükemmelen geçmiş gibi bir yanılsama. Fakat bu bakışın bugünü analiz ederken “Zaten hep böyleydi” kestirmeciliğini doğurması da bir risk. Biliyoruz ki her zaman “tam” böyle değildi.

Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzaladığı için, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent iken görevinden ihraç edilen Kasım Akbaş'ın 2006'da yayınlanan bir kitabı var: Hukukun Büyübozumu. Akbaş burada 1970'li yıllarda ABD'de gelişen Eleştirel Hukuk Çalışmaları'na, bu hareketin hukukun işlevi, tarafsızlığı, bağımsızlığı üzerine tartışmalarına, liberal hukuk devletine getirdikleri eleştirilere odaklanıyor. Hukuk kurallarının yargılamanın belli bir şekilde sonuçlanmasında tek etken olduğuna dair duydukları şüphe, “hukuki belirsizlik” kavramı olarak bu eleştirilerin önemli bir ayağını oluşturuyor. Akbaş, bugünü yorumlarken iki mercekle birden bakıyor:

Kasım Akbaş

“Eleştirel Hukuk Çalışmaları’nın önemli bir iddiası olan hukuki belirsizlik, hukuki formalizm eleştirisinin parçası. Bugün ise Türkiye’de formel bir hukuk kalıp kalmadığını konuşuyoruz. Kuşkusuz egemen hukuk düzeni, ezilen sınıf ve kesimlerin aleyhine işleyen görünür ve görünmez, doğrudan ve dolaylı mekanizmalara sahip. Analizi AKP iktidarı dönemine özgülemeden genel soyutlama düzeyinde tutarak, hukuki kesinlik iddiasının her zaman bir mit olduğunu söyleyebiliriz. Fakat AKP iktidarının bir saray rejimi olarak konsolide olduğu koşullarda genel soyutlama düzeyindeki bir analiz, dönemin ayırt edici niteliklerini görmemizi engeller, aslında hiçbir şey söylememiş oluruz. Bugünkü rejimde hukukun ayırt edici özelliği, dar bir menfaat grubunun siyasi ve sosyal süreçlere, tarihte az rastlanır bir doğrudanlıkla müdahalesinin aracı haline gelmiş olması. Sanıyorum 'hukuk bitti' ifadesinin arkasında bu doğrudanlığın sezilmiş olması var. Siz de 'ülke hukuk tarihinin en belirli dönemini yaşıyor olabiliriz' derken, hukuki kararların son derece 'determined' olduğunu ifade ediyorsunuz. Buradaki determinant, yani belirliliği tayin edici etken, dar bir kadronun menfaatleridir. Bu menfaatlerin ne olduğunu biz faniler her özgül durumda saptayamadığımızdan, manzara bize müphem veya muğlak görünüyor.”

 

İKİLİ DEVLET, 'BİR TÜR' HUKUK

Kasım Akbaş'ın da tarif ettiği bu sisli manzarada yargı kararlarını “anlamak”, herkes için örneğin iç siyasette son durumu, uluslararası gündemdeki yeni dengeleri, ekonominin halini içeren bir okuma gerektiriyor. Bu biraz tıbbi bir tahlile, biraz fala benziyor. Belli kararlar için “Çünkü sıkıştılar” denebiliyor, “biraz ortamı rahatlatmak istiyorlar” diye açıklanabiliyor, “O Avrupa'ya yönelik bir hamle” şeklinde okunabiliyor. Kaldı ki bu tespitler dayanaksız da değiller. Bu durumun kendisinin yanında, bu okumanın bu denli normalleşmesini nasıl yorumlamak gerekir?

Akbaş, söz ettiği “belirliliği tayin edici etkenin dar bir kadronun menfaatleri olduğuna ilişkin sezginin”, geleneksel olarak hukuk dışı kabul edilegelmiş faktörleri de değerlendirmeye soktuğunu düşünüyor. Fakat asıl dikkat çektiği nokta, tüm bu sürecin “bir tür” hukuk işletilerek yürütülüyor oluşu. Yani tutuklamalar Ceza Kanunu'nda ilgili maddeler “uyarınca” yapılıyor, kamu görevinden ihraçlar KHK ile hayata geçiyor, birtakım sürelere riayet ediliyor... Burada da Ernst Fraenkel'in “ikili devlet” kavramının açıklayıcılığından bahsediyor.

1933-38 arasında Berlin’de avukatlık yapan, bir sosyalist ve Yahudi olan Fraenkel, nasyonal-sosyalizmin hukuk pratiğine yakînen gözlemlemişti. Bunun sonucunda da Nazi Almanya’sının “ikili” içeriğine işaret etmişti; aynı anda birlikte var olan iki egemenlik şekli. Bunlardan biri norm devleti, diğeri ise gerekli tedbirleri alan anlamında müdahaleci devlet/tedbir devleti ya da imtiyaz devleti. Norm devleti, ağır aksak da olsa devlet mekanizmasının işlediği yan. Diğer taraftaki imtiyaz devletinde ise güç sahibi yetkililerin takdirleri, keyfilik söz konusu. Yargının faaliyetleri de tabii bu anlamda en önemli müdahale sahalarından. Fraenkel, Nazi döneminde “siyasi” davalarda imtiyaz devletinin mahkeme yerine geçtiği, bununla yetinmeyip doğrudan müdahale ettiği ikili bir yargılamanın olduğunu söylüyor. Siyasi gerekçelerle yargılanan kişilerin tutukluluklarının ne kadar süreceği bu yüzden belirsiz hale geliyor. Neyin “siyasi” olduğu da.

'YARGILANACAKSINIZ' VE ÖTESİ

Hukuku tarihin, sosyolojinin, siyasetin, ekonominin verileriyle birlikte anlamlandırmak, güç ilişkileri içinde yorumlamak kavrayışı artırıyorsa da, bunu yapmak Türkiye'de bir kesim için umutsuzluk yaratıyor. Bir yanda bu dönemin hukuk dışı tüm tasarruflarının bir gün yargılanacağı inancı, derin arzusu var, fakat hissedilen tıkanıklık ve belirsizlik hali, “yargılanacaksınız”ı neredeyse mistikleştirerek seküler bir ilahi adalet beklentisine dönüştürüyor. Bir dönemin suçlarını yargılamanın, öncelikle bunu mümkün kılacak siyasal ve toplumsal dönüşüme ihtiyaç duyuyor oluşu gözden kaçabiliyor. Diğer yandan o kesim, yargının başka bir güç grubunun “eline geçmesinin” ne anlama geldiğini de gayet iyi biliyor. Bu çıkışsızlık üzerine konuşmak kolay değil. Akbaş, öncelikle “yargılanacaksınız” ile tezahür eden, öç duygusuna dayanmasa dahi bugünkü rejimle “hesaplaşmaya” odaklanan politik hedefe mesafesini dile getiriyor. En azından tüm bunları konuşabildiğimiz bir söyleşinin soğukkanlılık sınırları içerisinde.

“Dünyadaki örneklerde sabık egemenden intikam alınması, biteviye bir döngü yaratmak dışında işe yaramıyor. Halbuki insanlık için özgürleştirici tecrübelere ihtiyacımız var, geçmişle hesaplaşmanın salt bir yargılama faaliyetine indirgenemeyeceğini hissediyorum. Yeni bir egemenlik inşasında yargılama, yeni egemenin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek nitelikteki suçların cezalandırılmasından ibaret oluyor. Çok uzağa gitmeye gerek yok, güya derin devletle hesaplaşma diye önümüze konanı gördük. Salt yargılamadan ibaret hesaplaşmanın bir işlevi de bu sürecin dışında kalanları temize çıkarması. Zira her yargılama faaliyeti, sahne ışıklarını yargı önüne çıkanın üzerine çeviriyor. Bugünün mağduriyetleri üzerinden yarının müstakbel egemenlerinin kendilerini temize çıkarması, arzu edeceğim son şey herhalde. Yalnızca insanlığın özgürleştirici bir sosyal dönüşüme dayalı tecrübesine güveniyorum. Bu tür tecrübenin en önemli özelliği, henüz bugünden inşa edilmesi. 'Yargılanacaksınız' aslında iktidarın el değiştirmesine göndermede bulunuyor. Halbuki özgürleştirici sosyal dönüşüm bir vade içermez, o 'şu anda ve burada'dır.”

Böyle “zorlu” zamanlarda bir yurttaş olarak “doğru” durmanın yolu ne o zaman? Bu derece bariz, akıl dışı ve sistematik olduğunda, olup biteni “hukuksuz” olarak nitelendirme direnci de zamanla eriyor. Bu hukuksuz, şu da hukuksuz demek, Kafka'nın Dava'sının artık bize yetmeyen alegorisi gibi sıradanlaşıyor. Bunun anlamını sorgulamak, usançla birleştiğinde bir tür kayıtsızlığa itebiliyor. Akbaş, her durumda, her koşulda hukuksuzluğun hukuksuzluk olduğunu yüksek sesle söylemenin lüzumundan söz ediyor. Hatta hukuku, emek-sermaye arasındaki bir ilişki biçimi, bir sınıf mücadelesi biçimi olarak ele almayı öneriyor. Sınıf mücadelesi temelde iktisadi yapının dönüşümüne, üretim sürecine yönelikse de, bu mücadelenin siyasal iktidara yönelme zorunluluğu hukuku da içeriyor. “Hukuk, içinde sınıf mücadelelerinin belirli formlarını taşımakla kalmaz, bu mücadelelerin siyasal alanda kazanacağı formlara da şeklini verir. Bu nedenle özgürleştirici sosyal dönüşüm tecrübesinin önemli bir ayağını hukuk ve hak mücadelesi oluşturuyor. Bu mücadelenin başlangıç adımında ise hukuk olmayana hukuk değil demek var” diyor.

Kasım Akbaş, bütün bu “başımıza gelenleri” yorumlarken, tavrını belirleyeni de özetliyor: “iradenin iyimserliği”. Gramsci aydınlatıyor: “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna kapılmayacak ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir”.

Notlar

Esas aldığımız, Dava'nın Can Yayınları'ndan çıkan Ahmet Cemal çevirisi oldu. Kasım Akbaş'ın Hukukun Büyübozumu ve Avukatlık Mesleğinin Ekonomi Politiği adlı kitapları Notabene Yayınları tarafından basıldı. “İkili devlet” mevzuuyla ilgilenenler için Akbaş'ın Tora Pekin'le yazdığı makale “Derin Devlet”ten “İkili Devlet”e: “Yeniden tutuklandı”: https://www.birartibir.org/siyaset/628-yeniden-tutuklandi

Sırada: Bir depremden bir depreme/ 14 yaşında "sarsılarak' şekillenen bir hayat/ Özgehan Günaydın

Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.

 


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.