YAZARLAR

Hitchcock'tan esinlenme mi yoksa ona öykünme mi?

Filmin yönetmenlerinin, hikâyeyi gerçekçi bir şablona oturtma çabaları takdire şayan, ancak bu düzeyde bile seyirciyi bir ‘inandırma’ veya ‘ikna etme’ eksikliği göze çarpıyor.

‘Last Moments of Clarity’, oldukça alışık olduğumuz ‘Paris’te bir Amerikalı’ tiplemesinden hareket ederek ve hikayesine hem bir psikolojik gerilim dozu hem de bir keşfetme-arama-bulma üçgeninde gezinen bir polisiye hava katarak etkileyici bir dram örneği olmaya çalışıyor. Film bütün bunları, ‘modernize’ edilmiş bir Hitchcock atmosferi yaratarak başarmayı deniyor. Hikayedeki bazı kilit noktalar ve kadın karakterler ‘Üstadın’ filmlerini ve özellikle ‘Vertigo’yu hatırlatsa da, ne senaryonun gidişatı ne de olayların çözülmesi özgün ve katmanlı bir yapı gösteriyor; film basit bir ‘biçim verme’ antrenmanından ötesine geçemiyor… Geriye kalan iyi niyet ve gayret ile kotarılmış olan ve tabii ki izlenebilir ama derin bir iz bırakmayan bir yapım oluyor.

Sam üç yıl önce, New York’ta beraber yaşadığı ve derin bir aşkla bağlı olduğu sevgilisi Georgia’yı bir mafya saldırısı sonrasında kaybetmiş, üstelik oturduğu ev ateşe verilip yanmıştır. Bu saldırıdan tesadüfen kurtulan Sam, o zamandan beri Paris’te kaçak, münzevi, göçebe tarzı bir hayat sürmektedir. Yaşadığı olayın ve Georgia’yı kaybetmenin travmasını bir türlü atlatamamış olan Sam, bir gün bir sinema filminde sevgilisine çok benzeyen bir aktris görür. Lauren adındaki bu oyuncunun eski sevgilisi Georgia olduğuna inanan Sam, hem bu olaya bir açıklık getirmek hem de onunla temasa geçmek için Los Angeles’a gitmeye karar verir. Ancak geçmiş yaşamı onun peşini bırakmayacaktır.

İKİ KADIN, TEK AŞK…

‘İkili Oyun’daki "travmalı" bir adamın âşık olduğu ve kaybettiği kadının tekrar peşine düşmesinin ‘Vertigo’ filmini hatırlatmasının yanında, hikâyenin çıkış noktasını oluşturan olayın, yani Sam’in karşı dairedeki bir cinayete tanık olmasının da Hitchcock’un bir diğer başyapıtı ‘Rear Window’dan esinlendiği çok açık…

Bu hoş ‘göz kırpmalar’ filmi çok değişik ‘sulara’ açabilecekken, yönetmenler senaryoyu daha ‘gerçekçi’ temellere oturtabilmek için, Sam’in ‘arayışına’ yardım edebilecek ya da onun yolunu kesmeye çalışacak yan karakterler ekliyorlar. İlk bakışta ‘zenginleştirici’ görünen bu karakterler hem Sam’in ‘ebedi aşk’ arayışını bir ‘hayatta kalma mücadelesine’ çeviriyor, hem de filmdeki mistik, gerçeküstü (ve bizce asil!) amacı basit bir polisiye davaya dönüştürüyor.

Filmdeki bu ‘form değişikliği’ başkarakterin asıl amacını ‘bulandırıyor’ ve senaryonun referans aldığı olayları sadece bir araç gibi, işlevsel açıdan kullandığı izlenimi veriyor. Sanki saplantılı derecede âşık olan bir adamın hikayesini değil, kendisini ve sevdiği kadını beladan uzak tutmaya çalışan bir karakterin hikayesini izliyoruz. Senaryonun bu kadar polisiye türüne bulaşması aklımıza daha çok ‘tuzağa düşen’ bir adamı anlatan Liam Neeson filmlerini (‘Unknown’ vb.) getiriyor, Hitchcock’un başyapıtlarını değil…

İNANDIRICILIK EKSİKLİĞİ…

Filmin yönetmenlerinin, hikâyeyi gerçekçi bir şablona oturtma çabaları takdire şayan, ancak bu düzeyde bile seyirciyi bir ‘inandırma’ veya ‘ikna etme’ eksikliği göze çarpıyor. Örneğin Sam’in çocukluk arkadaşı Kate’den neredeyse sorgusuz sualsiz tam bir destek alması biraz aceleye getirilmiş gibi duruyor. Sonuç olarak hangi genç kadın çocukluğundan beri hiç görmediği bir adam için hayatını ortaya koyar ve ‘bodoslama’ bir şekilde, ulvî amacı olmayan bir maceranın içine atar? Bunu yapsa bile, bu olayın içine girerken çok az tanıdığı bu adamdan hoşlanma ve ona yardım etme isteğinden daha fazlası gerekmez mi?

Ancak bizce asıl sorun filmin baş kadın kahramanı Georgia’dan geliyor: Sam’in usanmadan, bıkmadan izini sürdüğü ve ‘gözlerine bakarak’ eski sevgilisi olmadığından emin olmak istediği bu genç kadın, Sam’e çok soğuk ve ters davrandıktan sonra sanki sihirli bir değnek değmiş gibi onun ayağına gidiyor ve adeta içindeki her şeyi ‘döküyor!’ Hem de eski sevgilisi ondan neredeyse vazgeçmişken… Eğer Georgia, sinema kariyerini, yeni hayatını (sektörden biriyle nişanlı!), kısaca her şeyini unutamadığı bu eski aşkı için feda etmeye hazırsa, niye ilk karşılaşmalarında kendini bu kadar geri çekiyor ve nerdeyse düşmanca davranıyor? Bunun gibi birçok soru film boyunca kafamızı kurcalıyor, bir türlü yerine oturmuyor!

EZİLEN BAŞKAHRAMAN!

Değindiğimiz sorularla ve boşluklarla sallanan, ‘tereddüt eden’ senaryo olayın içine Bulgar Mafyasını katarak biraz daha düz ve ‘risksiz’ bir yola girmeye çalışıyor. Hikâyede bu ‘saf’ kötülerin ortaya çıkması ve onlara karşı olan mücadele zaman zaman heyecanlandırsa da bu sekanslar, filmin başlangıcında vaat ettiği ‘derinlik’ ve atmosferin uzağında kalıyor.

Başkarakterlerden biri olan Sam’i de, yine ‘Hitchcock filmlerinin erkek karakterleriyle' karşılaştıracak olursak… Bizce diğer iki kadın başkarakter arasında ezilen oyuncu Zach Avery, bütün gayretine rağmen ne karizma ne de davranış açısından tatmin edici bir portre çiziyor. Burada tabii ki aradığımız bir ‘süper yakışıklılık’ değil ancak hatırlanacağı üzere ‘üstadın’ filmlerindeki erkek kahramanlar biraz snob, özgüveni yüksek, biraz maço ama zarif, cesur ve soğukkanlı görüntüsünün altında duygusal olurlar. Bu özelliklerden ne yazık ki çok azı Sam karakterinde bulunuyor. Bu durum hem filmin ‘lokomotifi’ pozisyonunda bulunan başkarakterin, hem de dolayısıyla filmin ‘cazibesini’ azaltıyor. Avery’nin yanında Georgia ve Lauren karakterlerini canlandıran Samara Weaving’in ‘bir kadın saklayan başka bir kadın’ kimliğini çizerek ve Kate’i oynayan Carly Chaikin’in karakterine bir sıcaklık ve mizah katarak başarılı performanslar çıkardıklarını söyleyebiliriz.

Filmin görüntüleri de atmosfer ve ‘protagonist’in psikolojik durumlarına göre akıyor. Sam’in ‘letarji’ durumunda kaldığı Paris’te kullanılan gri/mavi renkler ve onun ‘uyanışını’ temsil eden Los Angeles’a gelişinde hâkim olan okra ton güzel bir şekilde ekrana yansıyor.

İlk uzun metrajlı filmlerine imza atan Krisel’ler (yönetmenler Colin ve James Kriesel) ‘modernize’ etmek yerine tekrar etmekle yetinerek, iddialı bir stilde, tabii ki izlenebilir ama esinlendiği yönetmenlere özlem duyurtan bir yapım çıkarıyorlar. Özellikle benzer sularda gezinen Lynch veya De Palma’nın bazı filmlerini hatırlarsak! Ancak dediğimiz gibi yönetmenlerin sonuç olarak ilk filmi. Bu kadar yüklenmek haksızlık olur!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .