Hevsel’e, dut yemeye inelim

Hevsel’de zaman ağır akıyordu ve bahçede çalışan adam, “Toprağa, ağaca dokunuyorum her gün. Ekip biçiyorum yıllardır. Ne yalan, ne kin, ne fesatlık, ne de başka bir kötülük yok toprakta" diyordu.

Google Haberlere Abone ol

DİYARBAKIR - Yukarıdan, kayyımın yaptırdığı Millet Bahçesi’nden uğultu şeklinde araç ve insan sesleri geliyordu. Bu uğultudan kurtulmak için biraz daha aşağıya inmek gerekiyordu. Ancak bu niyeti gerçekleştirmek pek de kolay değildi. Hem yokuş aşağı iniyorduk hem de keçi yolunda tek sıra yürümek zorundaydık.

Ağaçların gölgesi serin ve nemliydi. Öğle güneş yakıyordu.
Kış uzun, soğuk ve yağışlı geçmişti. İlkbahar da önceki yıllara göre epey serin geçiyordu. Bu yüzden Hevsel Bahçeleri’ne inmek mümkün olmamıştı. Şimdi bu ılık mayıs gününde doğayla muhabbete bırakıyorduk gövdemizi ve ruhumuzu.

“Mendil var mı?” diye sordu, eliyle terini silerken.
“Var” dedim. Durup çantanın ön gözünden bir paket mendil çıkarıp eline tutuşturdum, “Sende kalsın” diyerek. “Çok cömertsin” dedi sırıtarak.

MUTLU BİR ADAM

Soluklanmak için yanında durduğumuz adamın yüzü güneşten yanmıştı. Bir dişi kırıktı sanırım. Gülümserken bir boşluk beliriyordu dişlerinin arasından.

Salatalık, domates, biber, fasulye ekmişti. Ta ileride bir yeri eliyle işaret etti. İşte oraya da reyhan ve maydanoz ekmişti. Yaklaşık bir ay sonra ürün almaya başlayacaktı.

“Nerede satacaksın?” diye sordum. Bahçenin hemen yukarısındaki yolu işaret etti. Orada tezgah kurup satacaktı. Bir de oturduğu mahallede. Adam, “Mahalleye götürdüğüm sebzeleri iki saatte satıyorum. Mahalle fakir, pazar bile pahalı geliyor. Ben de 3-5 lira daha ucuza satıyorum. Kriz zamanıdır abê, fukara da yesin” dedi.

Yüzü güneşe dönüktü adamın. Başındaki şapka ancak gözlerini koruyabiliyordu güneşten. “Eskiden” dedi, “Şu yukarıda oturuyorduk. Devlet bizi çıkardı buradan, iki katlı evimi yıktı. Bana bir ev verdiler ama 140 bin lira borçlandırdılar.”
Sesi öfkeliydi. Sonra, gülerek, “Mahkeme açtık. Kaç yıldır sürüyor mahkeme. Daha kaç yıl sürer, vallahi kimse bilmiyor” dedi.

Mahallede herkesin birbirini tanıdığını ve mahallede yaşarken kendilerini güvende hissettiklerini anlattı. Ben şehirde yaşıyordum, tanımadığı bir adama karşı kibarlığı elden bırakmak istemiyordu, bu nedenle, “Kusura bakma abê” diye başladığı cümleyi “Vallahi şehir pistir yaw” yorumuyla tamamladı.
Biraz da içi rahat etsin diye, “Doğru söylüyorsun, vallahi pistir şehir” diyerek onayladım onu.
Gülümsedik, fidelere baktık, uzaktan gelen seslere kulak kabarttık. Kısa bir sessizlikten sonra, biraz dalgın, konuşmaya devam etti adam: “Toprağa dokunuyorum, ağaca dokunuyorum her gün. Ekip biçiyorum yıllardır. Ne yalan, ne kin, ne fesatlık, ne de başka bir kötülük yok toprakta ve ağaçta. Mutluyum burada.”

Mutlu bir adamı geride bırakarak, keçi yolundan yürümeye, nehre doğru gitmeye başladık. Epey uzaklaşmıştık, bu nedenle adam, bağırarak seslendi bize. “Bir ay sonra yine gel abê. Sebzeler, meyveler olacak o zaman, misafirim olun” dedi.
Hevsel’de zaman ağır ve mutlu akıyordu.

ÇAVŞÎN ORTALIKTA GÖRÜNMÜYORDU

O siyah beyaz kuş hemen önümüzdeki çalıların arasından fırladı. “Yine o kuş, o siyah beyaz kuş” dedim sevincini gizlemeyen bir sesle.
Kuşu tarif ettim ancak sırtındaki parlak yeşili nasıl tarif edebileceğimi bilemedim. Yeşil, güneşin altında maviye mi dönüyordu, bunu da bilemiyordum. Yaşar Kemal olsa, güneşte parlayarak yer değiştiren mavi ve yeşil için ne derdi, kim bilir.
“Hep siyah-beyaz kuş diyorsun. Bu kuşun bir adı vardır, sorup öğrensene yahu.”

Eli omzumdaydı. Belki sıcaktan belki yorgunluktan, eli omzuma ağır gelmeye başlamıştı. Omzumdaki el dostluğun eliydi, bunu biliyorum ve gerekirse yüzyıl taşırım, diye düşündüm.
“Kimse duymasın, ben bu kuşa çavşîn*” diyorum” dedim. Biraz şaşırmış, “Çavşîn mi?” diye sordu. Sonra gülerek, “Ulan oğlum” dedi. O kadar çok güldü ki eli omzumdan düştü. O kadar çok güldük ki yürümeye bir süre ara verdik.
Neden sonra “Su verir misin?” dedi. Çantada iki su şişesi vardı. Ilık ama içilebilir bir suydu. Çavşîn ortalıkta görünmüyordu ama sanki yanımız sıra yürüyordu.

‘BURADA BALIK KALMADI’

İnsanın saatlerce bakabileceği, dinleyebileceği sessiz bir kıpırtı vardı otta, yaprakta, suda. Kavak ağaçlarının yapraklarındaki parıltı göz kamaştırıyordu. İlerideki bahçede güneşten korumak için yüzlerini kapatmış kadınlar çalışıyordu. Doğa yürüyüşüne çıkmış kalabalık bir grup karşıdan geliyordu. Kenara çekildik, geçip gitmelerini bekledik.

Nehrin kıyısına varınca bir şeyin suya atladığını gördüm. “Neydi o?” diye sordu. Derken sudaki ağacın dallarından birkaç kaplumbağa peş peşe suya atladı. “Kaplumbağa” dedim. Sesten ürkmüş olmalıydılar. Kaplumbağalardan biri kafasını sudan çıkardı. Muhtemelen bizden korkuyordu ve doğanın yabancısı biz şehirliler de sudaki kafa görüntüsünden ürküyorduk.
Kıyı boyunca ilerleyince balık tutan bir genç adama rastladık. Oltayı çatal bir çubuğun üstüne bırakmış, suya bakıyordu. “Burada balık yok, daha aşağıda var” dedi. Daha aşağıda tuttuğu yaklaşık on balığı bir poşetin içine atmıştı. Tuttuğu balıkları “Bunlar inci, bunlar da mercan” diye tanıttı.
Adı Selman’dı genç adamın. Lisede bir iki yıl sınıfta kalmış, üniversiteye gecikmişti. “Bu yıl lise bitiyor ama üniversite sınavlarına girmeyeceğim” dedi, biz sormadan.
Neden hazırlanmadığını, neden lisede sınıfta kaldığını sormadım. Şehitlik’te oturuyordu ve ya yoksulluktan ya da siyasi bir nedenle okulu ‘asmıştı’.
“Burada eskiden çok balık vardı, şimdi kalmadı” dedi Selman. Nehri tanıdığı belliydi ama yaşlı adam edasıyla durumu izah etmesi enteresandı. Erken büyümek böyle bir şey olmalıydı.

‘20 BALIK YEDİK’

Selman’dan yüz adım ileride üç çocuk küçük bir mangal ateşinin etrafında oturuyordu. Soluklanmak için yanlarına oturduk. Üçü de okuldan atılmıştı. Biri kavga ettiği için, bir de üç akıllı tahta kırdığı için atılmıştı okuldan. Ateşin közünü elindeki sopayla karıştıran çocuk ise hiç konuşmadı.

Üçü de Suriçi’nde, İskenderpaşa Mahallesi’nde oturuyordu. İnsan düşünmeden edemiyor: 2015 yılında, Sur’da başlayan çatışmalar sırasında henüz bebek sayılacak yaşta olan bu çocuklar ve aileleri neler yaşadı acaba? Bu çocukların evlerini de yıkmışlardı belki, kim bilir?
Çatışmaları hiç konuşmadık. “Balık tuttunuz mu?” diye sordum. Okuldaki üç akıllı tahtayı kırmış çocuk en konuşkan, en acarlarıydı, hemen atıldı: “20 balık tuttuk, yedik” dedi.
Her şey bir yana, çocukların bu kadar becerikli olması, hayata karşı dirençli olacaklarına dair bir işaretti ve bu, bir nebze de olsa içini rahatlatıyordu insanın.
Acıkmıştık. Çantamdan bisküvi çıkardım, yedik.
“Dut yemedik” dedi. “Yeriz” dedim.

DUTLAR OLGUNLAŞMAMIŞTI

Yürüyüş boyunca dut yememiştik nedense. Oysa, “Hevsel’e, dut yemeye inelim” demiştik. Ancak görünen oydu ki dutların olgunlaşmasına daha birkaç gün, belki bir hafta daha vardı. Olgunlaşan dutları ise bizden önce buradan geçenler koparıp yemişlerdi. Dallardaki yaprakların yolunmasından belliydi.
Sonunda bir kara dut ağacı buldum. Dalları yüksekti ağacın ve dutlar olgunlaşmamıştı. Birkaç dut koparıp avucuna koydum. Yedi ama “Ben koparmak istiyorum” dedi, “Dutun rengi elime bulaşsın istiyorum.”

Dut, şiresini ve rengini insanın eline bırakacak kadar olgunlaşmamıştı henüz. Yine de yakın dallardan birini tutup ona doğru çektim. Dalı tuttu ve diğer eliyle dutları bulmaya çalıştı. Kopardığı dutları ağzına atıyordu. Yemek için koparmıyordu dutları. Dutu dalından koparmanın keyfini yaşamak istiyordu. Bu nedenle olgunlaşmamış dutları da tükürmedi, yedi.
Bir süre sonra dalı bıraktı ve “Elime su döker misin?” diye bana doğru baktı. Sesinde bir hayal kırıklığı vardı. “Bunlar daha olmamış, birkaç gün sonra yine gelelim” dedi.
“Olur” dedim, ellerine su dökerken.

BIYIK MESELESİ

Sonunda kan ter içinde yukarı çıktık. Surların dibindeki bir çay ocağında oturduk. Çaylarımız ve suyumuz geldi. Aklı hâlâ dutlardaydı ve “Dutların rengi elime geçsin istiyorum” dedi.
Bu ısrarı bana biraz komik mi geldi ne, “Oğlum gözün de görmüyor ki, dutun rengi eline geçse ne olacak?” dedim sırıtarak. Aslında alışıktı bu kötü şakalara hatta daha çok o dalga geçiyordu kör olmak haliyle. Ayrıca hep o bana gülecek değildi ya.
Ancak bu sefer gülmedi. “Çantanda ne var?” diye sordu. “Ne varsa hepsini sana verdim” dedim.
İçecek ya da yemek istemiyordu, şiir istiyordu. Çantamda Oktay Rıfat’ın kitabı vardı.
Üniversitedeyken devrimci bıyıklarım olur umudu ve hevesiyle bıyık bırakmıştım. Ancak bıyıklarım seyrek olduğu için arkadaşlarım, “Dudağın üstündeki gölge” diyerek dalga geçiyorlardı bıyıklarımla. Gücenmiyordum, eğleniyorduk hatta ve o günlerde arkadaşlarıma

Oktay Rıfat’ın çok kısa-çok uzun “Bıyık” şiirini okumuştum.
“Hendeğin yamacında oturdu
Aynasını çıkardı cebinden
Bıyıklarına baktı
Bir tarlakuşu geçmeseydi üstünden
Daha da bakacaktı.”

Şiiri okuyunca o da güldü, ben de güldüm, geçmiş zamana, simalara, duygulara özlemle.
“Sendeki de iyi cesaretmiş” dedi, bir yandan gür devrimci bıyıklarını aşağı doğru çekiştirerek.
Sonra, “Hadi, en sevdiğin şiirini oku Oktay Rıfat’ın” dedi.
Hangisiydi en sevdiğim şiir. “Hepsi” desem kolay bir cevap olacaktı. Bu nedenle o çayını içerken “Yağmur Başlangıcı” şiirini okudum. Bir yandan bu şiiri daha önce Oktay Rıfat’tan dinledim mi acaba, diye düşünerek.
Akşam usulca iniyordu. Hevsel’e, On Gözlü Köprü’ye, Mardinkapı’ya dinlenmek için gelenler yorgun adımlarla evlerine dönüyorlardı.

*Mavi gözlü