Her şey yanarken sönmemeli müzik

Ünlü olmak yetse, üne ün katmak adına ‘celebrity’ hülyalarına kapılmadan zeminini korusa ya bazıları... Eninde sonunda her birimizin olabileceği şey en fazla bu kuvvet-i azamın naçiz bir elçisiyken.

Google Haberlere Abone ol

Birkaç gündür cayır cayır yanmakta olan ormanlarımızın, canlıların, köylerimizin pusu altında, yüreklerimizin kasvetinin gölgesinde herhangi bir şey yazmak öyle zor ki. Bırakın yazmayı, düşünmek dahi öyle. İnsanın zihnine ve ruhuna inebildiği tüneller dumanla dolmuş, girebilmek neredeyse imkânsız. Müziğe sığınarak, müziğe sığınmayı anlatmaya çalışmak için başka yollar arama çabaları da siyaset ortamımızın ve sosyal medyamızın yarattığı sis ve dumanda boğulacak gibi oluyor. Yine de gündelik alışkanlıklara ve sorumluluklara ara vermeden yaşamaya çalışmak, zorlukların karşısına dikilmek için en geleneksel yollardan biri, dolayısıyla ne yapıp edip yazmak lazım diyerek oturdum klavyenin başına.

Bir hissi tarif etmeye çalışacağım, yaklaşık 40 yıldır benimle olduğunu bildiğim ve sadece bu yazıyı okuyanların değil, milyonlarca insanın da ne olduğunu bildiğinden neredeyse emin olduğum bir hissi. Müzikle ilgili. Şarkılar, sözler, tınılarla ilgili. Besteler, notalar, icralarla ilgili. Altından kalkabilecek miyim bilemiyorum. Tarifi zor veya belki imkânsız olan, insana ve tinsel evrenine dair en kuvvetli hislerden biri çünkü, tarif etmeye çalışacağım. Birkaç gündür bizi biz yapan değerlere ve doğrulara uzak ama ne hikmetse aynı coğrafyayı paylaştığımız hemcinslerin öylesine değersizleştirmelerine ve yanlışlarına maruz kalıyoruz ki, hepimizin tanıdığı ve benimsediği bir şeylerden bahsetmek dahi nefes aldırıcı.

Gecesini gündüzünü müzikle geçiren, ruhu müziksiz huzur bulmayan her bireyin yaşadığını sandığım bir duygu vardır. Bir şarkı düşünün, ilk defa dinliyorsunuz. Birtakım notalar, bestedeki, sözlerdeki bir şeyler kulağınıza çalınıyor, bir yerlere dokunuyor, anlamaya, oradaki hikâyeyi özümsemeye çalışıyorsunuz ama tek dinleyişte bunu başaramıyorsunuz. Bir şeyleri sevdiğiniz için bir defa daha dinlemeye başlarsınız, ilkinde bulamadığınız, kaçırdığınız unsurlar duyulmaya başlar, hikâyeye biraz daha hâkim olursunuz. Sunulanı almaya, daha önemlisi anlamaya kararlısınızdır. Algılarınızı ve konsantrasyonunuzu azami seviyeye getirir, üçüncü bir dinleyişte muhtemelen (satın) almışsınızdır şarkıyı. Artık sizin olmuştur o şarkı. Kimse kolay kolay alamaz elinizden. Bir sincabın meşe palamudunu gömüp sakladığı gibi, ihtiyaç olduğunda kazıp çıkartabilmek üzere gömersiniz derinlerde bir yere.

Artık senelerce, hayatınız devam ettikçe sizle olmaya devam edecektir o şarkı. Bazen ilk dinlediğiniz zamanlarda, bazen hiç beklemediğiniz bir anda, hayatınızın belli bir dönemecinde, belli bir ruh halinde olduğunuz bir dönemde birdenbire anlayıverirsiniz o şarkıyı. Dijital teknolojiler öncesi analog radyolarda bulunan frekans tarayıcı düğmesinin o milimetrik hareketiyle yakalanıveren ve kaybetmemek için ancak bir cerrah hassasiyetiyle nefesinizi tutarak usulca sabitleyebildiğiniz, yakalanması neredeyse imkânsız olan o frekansı bulmuş gibi kitlenirsiniz o şarkıya. O esnada şarkı tam anlamıyla sizindir. Yakalamışsınızdır yaratıcının, bestecinin ve/veya söz yazarının ve/veya icracısının ne demek, söylemek, anlatmak istediğini. Kusursuz iletişim gerçekleşmiştir. Bu hayatın en değerli anlarından biridir. Ve anlamak öylesine bir eylem değildir. İçselleştirmektir bir sanat eserini anlamak. Anlatılanı tam olarak anlayarak erişilen anlaşma. Anlaşma ikili bir eylemdir. İletişimin ortaklarını, yani mesajı verenle alanın harikulade bir düzlemde buluştuğu, kodlanan mesajın tam olarak çözümlenebildiği pürüzsüz bir akış sağlanmıştır, akıldan akla, kalpten kalbe. İşte o his altındır. 

Tek basamaklı yaşlarımda dinlediğim bazı şarkıların, karşıma çıkan bazı video kliplerin, ki onlar 80’lerin ilk yarısı Türkiye’sinde gayet kısıtlıydılar, seyrettiğim bazı filmlerin üzerimde yarattığı etkiyi son derece iyi hatırlıyorum. O denli güçlü ve kutsaldılar ki, kendime saklayıp başka kimse görmesin, duymasın, bilmesin isterdim. Ne kadar gizli, o kadar iyi. Ne kadar gizemli, o kadar değerli. O gizem ki, aslında tüm bu eserlerin ardındaki hakiki efsundu. Gizem merakı doğurur. Merak arayışı tetikler. Arayış hayreti getirir. Hayret hayranlığı körükler. Hayranlıksa dinleyiciyi/seyirciyi etkinleştirerek esere, performansa ortak eder. Artık o da hayranlık duyduğu şeyin paydaşıdır. Bu hisseyi ona sağlayan, söz konusu eserlerin yaratıcısı ve/veya icracısını ilahlaştırır. Zihinde ve ruhta ilahlaşan bu kişiler, gruplar artık insanüstüdür. Ulaşılmazdır. Değilse bile ulaşılmaz olmalıdır. Elle tutulamaz, tutulsa da kayıp kaçıveren, cıva gibi bir şey olmalıdır o yaratıcılar. Gördükçe, tuttukça, duydukça, dokundukça normalleşir, sıradanlaşırlar. Oysa ilah veya yarı-ilahlar lahmacun yememelidir, bir büyük konser sonrası ağızlarına sucuk dürüm tıkarken görülmemelidirler mesela.

Yukarda savunduğum hiçbir şeyi yargılayıcı olarak yazmıyorum. Hepsi benim 40 yıl öncesinden bugünlere taşıdığım öznel fikirlerimdir. Bir şarkıyı, kasedi tekrar tekrar başa sararak dinlemek yoluyla kendimi kollarına bırakmaya çalıştığım sayısız gün düşünün başlıca besini olan eserlerin yaratıcılarını erişilmez addetmek istememdendir. Arabayla hızla giderken uzunca ve kaydıraklı bir bombeden geçildiğinde, yani hızlıca yükselip aynı hızla alçalındığında insanın batın bölgesinde meydana gelen hissi yaşatabilen her şarkı, yaratıcısı ve dinleyicisi için ölümsüzdür. Böylesine muazzam duyguları, yarı değil nerdeyse tam ilahilikle başkalarına yaşatabilecek kudretle ödüllendirilmiş elçilerin, bugün ülkemize dünyada cehennemi yaşatanlarla aynı türden olması yetmezmiş gibi bir de sucuk dürüm yemeseler, Jack veya Zuckerberg’in yıldız forvetlerinden olmasalar olmaz mı? İnsan suretinde, saçlı sakallı bir tanrı resmini kabullenmiş dinlerin ilham kırıcılığında mı cereyan etmeli insan ruhuna cereyan veren her şey? Ünlü olmak yetse, üne ün katmak adına ‘celebrity’ hülyalarına kapılmadan zeminini korusa ya bazıları, çok mu fena olurdu? Hele eninde sonunda her birimizin olabileceği şey en fazla bu kuvvet-i azamın naçiz bir elçisiyken.

Bugün en yakın arkadaşlarımızmış, bizi ailemiz kadar seviyormuş gibi davranıp usul usul koynumuza sokuluveren sosyal medya, ucundan a(z)cık hakikati, özü ve tözü olan her şeyi içten içe çürütmekte. Bu kepaze halimizin, hatta sadece bizim değil, dünyanın milenyum sonrası iyiden iyiye içine düşmeye başladığı korkunç girdabın en güçlü vakumlama merkezini beslemek yerine, her daim yanan, ama bu dönemde biraz fazlaca kavrulan yüreklerimize su serptiği zamanlardaki sihre yeniden sarılarak, parmakları yerine sesleriyle seslenmeye geri dönseler sanki biraz daha yerli yerine oturur her şey.

Acaba kaç sincap yanarak öldü, kaç gömülü meşe palamudu kül oldu son bir haftada ülkemizde?..