Hayatı devlete terk etmek: Emin miyiz?

AB Göç Paktı’nda da gördüğümüz gibi, artık “dayanışma” ve “sorumluluk” gibi kavramların bile altını boşaltmaya çalışan devletlerle karşı karşıyayız. Bu gidişatı değiştirebilir miyiz, emin değilim. Ama bugüne kadar yaptığımız, “devletin yapması gereken işleri sivil toplum yapıyor” eleştirisinden vazgeçmenin zamanı geldi.

Midilli Adası'nda bir duvar yazısı, 2019. (Fotoğraf: Begüm Başdaş)
Google Haberlere Abone ol

Begüm Başdaş* @BegumBasdas

Bugün 18 Mart, Avrupa Birliği-Türkiye Mutabakatı'nın beşinci yıldönümü. Ama bu kez size Mutabakat yüzünden mültecilerin yaşadığı hak ihlallerini anlatmayacağım. Kimse artık bu hikâyeleri dinlemeye ve gerçeklerin gözlerine sokulmasına istekli değil. Bazılarınız “yine içimi kararttın Begüm” diyor zaman zaman utanarak. Ben de utanıyorum. Dahası, bugün başımızı yastığa koyarken, yalnız bizim başımıza geldiğini düşündüğümüz endişelerle uyuyabilelim diye, mültecilerin yaşama hevesi veren, taşı bile çatlatacak güçte direnç hikâyelerini de anlatmayacağım. Onun yerine, mutabakatın tarafları bu işten ne kazandılar ne kaybettiler, kim kimi nasıl kandırdı sorularına cevap arayalım. AB-Türkiye Mutabakatı zaten mülteci hayatları yok sayan, AB üye ülkeleri ve Türkiye arasında hazırlanan siyasi bir belge.

Görünürde bu mutabakatın en çok konuşulan tarafları Almanya, Yunanistan ve Türkiye olsa da Macaristan Başbakanı Orbán’a bakarak başlayalım. Çünkü mutabakatın mimarlarından biri olduğu söylenen Gerald Knaus bu belgenin, Orbán’ın acımasız politikalarına alternatif bir “insanî politika” geliştirmek, hatta Orbán’ın politikaları ile baş etmek için oluşturulduğunu ifade ediyor. Fakat beş yıl sonra bugün, AB’nin göç politikalarının sonuçlarına baktığımızda “Orbán hazırlasa ancak bu kadar olurdu” diyebileceğimiz bir insan hakları ihlalleri tablosu ve göç yönetimi ile karşı karşıyayız. Madem Orbán’ın düşünceleri ve uygulamaları dışarıda bırakılmak isteniyordu, o zaman nasıl oldu da bugün onun savunduğu politikalar uygulamada Avrupa’nın mülteci siyasetinin ana akımı oldu?

 

ORBÁN'IN FİKİRLERİ İKTİDARDA

Orbán mültecilerin yoğun bir şekilde Avrupa’ya ulaşmaya çalıştığı 2015’te, mülteci düşmanı söylemlerle AB’nin iç ve dış sınırlarının dikenli tellerle kapatılıp, mültecilerin sert bir şekilde geri gönderilmesi gerektiğini savunuyordu. Türkiye’den gelen mülteciler, Ege Denizi’ni aştıktan sonra Balkanlar üzerinden kuzey Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyordu. Buna karşı Orbán, Sırbistan ile sınırını kapattı, olağanüstü hâl ilan etti ve mültecileri engellemek üzere bölgeye ek askeri güç yolladı. Belki o günleri, sınırı koşarak geçmeye çalışan mültecileri görüntüleyen kadın kameraman Petra László’nun, kucağında çocuğunu taşıyan bir mülteci babaya çelme takarak yere düşürdüğü videodan hatırlarsınız. Macaristan Avrupa’nın “yüz karası” ilan edilmişti. “Ülkemizde çok fazla sayıda Müslüman istemiyoruz” diyen Orbán, mültecileri Avrupa değerlerini ve güvenliğini tehdit eden bir orduya benzetiyordu. Bütün göçmenlerin aslında “terörist” olduğunu ve Avrupalıların bu saldırı karşısında artık evlerinde güvende olmadığını iddia ediyordu. AB tarafları şimdi, bu yaklaşımın önüne geçmek ve aşırı sağın yükselişini engellemek için bu mutabakata mecbur kaldıklarını söylüyorlar. Peki beş yılın sonunda, AB’nin iç ve dış sınırlarında yüzleştiğimiz siyasetin Orbán’ınkinden farklı olduğunu söylemek mümkün mü? Aşırı sağa karşı bir muhalefet geliştirdiğini iddia eden liderler ve siyasetçiler, bugün Orbán’ın uzun yıllardır savunduğu politikaların taşıyıcıları olmadı mı? AB liderleri kimi kandırdı? Kendilerini mi, yoksa hepimizi mi?

Aynı günlerde, Almanya Şansölyesi Merkel, Macaristan’a inat, optimist bir yaklaşımla savaştan kaçan mültecilerin korunmasının güvence altına alınması için “Bunu başarabiliriz!” diyerek Avrupa adına önemli bir adım attı ve göreceli olarak açık kapı politikasını destekledi. Binlerce sığınmacı Almanya’ya ulaştığında, tren istasyonlarında alkışlarla karşılandıkları an bugün geride kalan, ama çok da tarihî bir andı. Bu coşkulu günler birçok eyalette bu politikaların sürmesini talep eden halka rağmen uzun sürmedi. Merkel ve Orbán arasındaki gerilimin galibi Merkel gibi görünüyordu. Fakat, aynı tarihlerde Berlin, Lahey ve Brüksel üçgeninde, Mutabakat’ın ilk versiyonu, düzensiz göçün engellenmesi için AB-Türkiye Ortak Eylem Planı başlığıyla kaleme alınıyordu. O zaman, Merkel “Bunu başarabiliriz!” derken, tam olarak neyi kastediyordu?

Düzensiz göçün engellenmesi için düzenlenen 18 Mart 2016 AB-Türkiye Mutabakatında Türkiye’den Yunanistan’a geçiş yapan tüm yeni düzensiz göçmenlerin iade edilmesi, Türkiye’ye geri gönderilen her bir Suriyeli için Türkiye’den başka bir Suriyelinin AB ülkelerine yeniden yerleştirilmesi kararları yer alıyordu. Belgeye Türkiye’nin AB’ye düzensiz göçü engellemek için alacağı önlemler de eklendi. Buna karşılık, Türkiye’nin AB üyelik süreci tekrar başlatılacak, Türkiye vatandaşlarına vize serbestisi sağlanacak ve Gümrük Birliği güncellenecekti. AB ülkeleri, Türkiye’nin düzensiz göçü yeteri kadar engellemeyi başarması koşuluyla yeniden yerleştirmeyi değerlendirecekti. Bir de tabii Türkiye’ye 3+3 milyar euro ödeme sözü vardı.(1)

 

TAŞERON KARDEŞLER: TÜRKİYE VE YUNANİSTAN

Aradan geçen beş yılda, bu mutabakatın neredeyse hiçbir maddesi planlandığı gibi çalışmadı.

AB’ye düzensiz geçişler yüzde 94 oranında azaldı. Yunanistan adalarına geçenlerin başvuru süreçleri değerlendirildikten sonra, uluslararası koruma hakkı tanınmayan 2 bin 735 mülteci Türkiye’ye geri gönderildi. Türkiye’den AB ülkelerine yeniden yerleştirilen Suriyeli sayısı sadece 27 bin. Mutabakatın temel amaçlarından biri Yunanistan adalarının boşaltılmasıydı. Ama sığınma başvuru süreçlerine etkin erişim olmadığı, yeterli kaynaklar ve altyapı bulunmadığı ya da farklı nedenlerle 2020 başına geldiğimizde, adalarda 45 bin mülteci korkunç koşullarda mahsur tutuluyordu. Moria, Vathy ve Vial gibi ada kamplarında mültecilerin koşullarının iyileştirilmesi vaadini geçtik, yedi ay önce Moria’da çıkan yangından sonra mülteciler koşulların Moria’dan bile kötü olduğu, yarı açık cezaevinden farksız bir kampa yerleştirildi.

Bugün Türkiye’de kayıtlı ve kayıtsız olarak yaklaşık 5 milyon mülteci ve göçmenin yaşadığı tahmin ediliyor. Uluslararası korumaya tam erişimleri olmayan, ekonomik sosyal ve kültürel haklarını kapsamlı olarak kullanamayan, bu ülkenin ne içinde ne dışında tutunabilen milyonlarca insan var. Mutabakat sadece Türkiye’ye Suriye’den gelenlerin korunmasına odaklı, ama geçen ay GAR tarafından yayınlanan “İstanbul’un Hayaletleri” raporunda gördüğümüz gibi, kayıt bile yaptıramayan yüzlerce Afgan mülteci ve göçmen, bir gölge bile edinmelerine izin verilmeden, çileci beden emekçileri olarak aramızda yaşıyor.(2)

Gerald Knaus, bu beş yılda ortaya çıkan sonuçlara rağmen hâlâ mutabakatın doğru ve iyi bir plan olduğunu, (yazık ki) uygulamada sorunlar yaşandığını iddia ediyor. Şunu mu diyor? ‘Biz Kuzey Avrupa ve karar vericiler olarak çok iyi bir plan sunduk, ama Türkiye ve Yunanistan kendilerine verilen bu görevi beceremediler.’ İşin doğrusu şu: Berlin, Lahey ve Brüksel’deki aktörler bu mutabakatı bir uygulama planı olmadan ve sahanın gerçeklerinden tamamen kopuk bir şekilde tasarladılar. Peki, Yunanistan ve Türkiye masada taşeron olarak mı bulunuyorlardı? Maddi yardım ve bazı politik kazanımlar dışında başka bir yer talep etme hakları yok muydu? İstediler mi ki? Knaus, olanları “istenmeyen sonuçlar” olarak tanımlıyor. Ne yani, Avrupa Birliği, Yunanistan ve Türkiye’nin sığınma prosedürlerine erişime yönelik hukuki ve maddi koşullarının yetersiz olduğunu bilmiyor muydu? Bu kadar öngörüsüz hazırlanmış bir belgenin uygulamadaki eksikliklerine vurgu yapanlara sorulacak soru şu olmalı: “Saf mıydınız yoksa kötü mü?” Cevabı adalardaki koşulların “caydırıcı” olması gerektiğine dair sık sık yapılan vurguda bulabiliriz.

 

EGE'NİN İKİ YAKASINDA İKİ MUHAFIZ

Türkiye günahı ve sevabı ile orantısız bir sorumluluk taşıyor ve tabii bunu görmezden gelmemeliyiz. Fakat mutabakata getirilen bir diğer eleştiri de Türkiye’ye verilen AB üyeliği ve vize kolaylığı süreçlerinin hiç canlandırılmamış olması. Zaten yıllardır bir çıkmaza girmiş olan ve yapısal olarak çözümsüz bu konuların “mülteci kozu”(!) ile aşılması mı umuluyordu? AB açık açık yalan söyledi, Türkiye de bu tatlı yalana kandı mı? Kim kimi kandırıyordu? Vaatler gerçekleşmeyince, Türkiye düzenli olarak “açarız kapıları” tehditlerine başladı ve 2020 Şubat ayında açtı. Olan sınırda yaralanan, ölen, şiddete uğrayan, elindeki iki parça eşyadan da olan mültecilere oldu. Ama kime ne? Türkiye’nin bu kararını eleştirenler bile “elindeki en son kozu da kaybetti” dedi. Türkiye’nin mutabakatın kaybeden tarafı olduğu söylendi. Bu mutabakat bir “savaş” alanı mıydı, yoksa savaştan ve zulümden kaçanların hayatlarını korumak amacını mı taşıyordu? Nasıl yani, Suriye’den gelenlere kapıları açmayı bir vicdanî sorumluluk olarak gören Türkiye, Merkel’in “Bunu başarabiliriz!” sloganıyla yaptığı gibi, mutabakatı bir siyasi çıkar manivelası olarak mı kullandı?

Mutabakat masasında yer ayrılmayan ve tamamen gözden çıkarılan Yunanistan, mültecilere sahip çıkıp AB’nin ona uygun gördüğü kılıfa “hayır” diyebilirdi, ama demedi.

Biz geçen beş yılda Yunanistan, AB’nin kalkanı mı, insan hakları ihlalleri deposu mu, içinde mi dışında mı kaldı diye tartışaduralım, 2019 yılından beri iktidarda olan Yeni Demokrasi hükümeti, sınırlarda uyguladığı şiddetli geri itmeler, mültecileri ve onlarla dayanışanları kriminalize etmesi ve güvenlikçi politikaları ile Orbán’ın hayalini kurduğu bir sınır muhafızı ve kendi halkına bile karşı duran bir polis devleti olmayı seçti.

Bugün AB-Türkiye Mutabakatı'na bir güncelleme getirilmesi gündemde. 2020 sonlarına doğru açıklanan AB Göç Paktı’nın içeriğini de göz önünde bulunduran insan hakları savunucuları, olumlu ve mülteci haklarını koruyacak herhangi bir değişim beklemiyor. AB’nin coğrafî sınırları, bu göç politikaları ile Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de yeniden şekilleniyor. Ege’nin iki yakası da gözden çıkarıldı.

AB Göç Paktı’nda da gördüğümüz gibi, artık “dayanışma” ve “sorumluluk” gibi kavramların bile altını boşaltmaya çalışan devletlerle karşı karşıyayız. Bu gidişatı değiştirebilir miyiz, emin değilim. Ama bugüne kadar yaptığımız, “devletin yapması gereken işleri sivil toplum yapıyor” eleştirisinden vazgeçmenin zamanı geldi. Devletler, kimsenin kendilerine güvenmemesi gerektiğini defaatle ispatladılar. İş başa düşüyor. Devletlerin de bizim yaptığımız işlerin kolaylaştırıcısı olmasının yollarını arayacağız. Çünkü gözden çıkardığımız mülteci hayatlar, devletlerin genel olarak hayata dair yakıcı tasarruflarını normalleştirme zemini olarak “işlev” görüyor. Devletler mülteci hayatları yok sayarak, güvenlikçi politikalarla sadece sınırlarda değil hepimizin yaşadığı mahallelerde de “polis devleti”ne evriliyor. Hayat devletlere bırakılamayacak kadar değerli. O mutabakat için pazarlık yapılırken masada hiç olmayanlar yalnızca mülteciler değildi, bize de kimse sormadı. Çocuklarımızın, mülteci ve göçmenlerle paylaşacağı geleceği ve alanları devletlere bırakmak artık akıl kârı değil.

1- Ekin Ürgen, “5. Yılında Avrupa Birliği-Türkiye Mutabakatı Genel Çerçeve” (2021): https://www.gocarastirmalaridernegi.org/tr/calismalar/arastirmalar/ab-tr-mutabakatinin-5-yili/197-5-yilinda-avrupa-birligi-turkiye-mutabakati#_ftn9 
2- Göç Araştırmaları Derneği, "İstanbul’un Hayaletleri: Güvencesizliğin kıyısında Afganlar" (2021): https://www.gocarastirmalaridernegi.org/tr/calismalar/arastirmalar/istanbul-un-hayaletleri-guvencesizligin-kiyisinda-afganlar/192-istanbul-un-hayaletleri-guvencesizligin-kiyisinda-afganlar-raporu-yayinlandi 

*Dr. Berlin Humboldt Üniversitesi